KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Cuma Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre “Essaf Sûre”sinden sonra Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Onbir âyet-i Kerîmeyi içermektedir. Cuma namazının farz oluşunu gösterdiği için kendisine “Sûretül’cum’a” adı verilmiştir. Konuları itibarı ile “Es-Saf Sûresi” ile aralarında büyük bir münasebet vardır.
Başlıca konuları şunlardır:
1. Allah-ü Teâlâyı bütün kâinatın tesbîhe ve kutsamaya devam ettiğini beyan.
2. Peygamber Efendimizin ümmetini nasıl aydınlatmaya ve arındırmaya çalıştığını ve onun nasıl bir ilâhî lütuf olduğunu ilân.
3. Mü’minlerin cum’a namazına giderek ticaretlerini vesaireyi bırakmalarını, namazı müteakip de yine ticaret vesaire sahasına atılarak Allah’ın lütfunu temennî etmelerini ve çokça Allah’ı anmakta meşgul olmalarını emir ve tavsiye.
1. Melik, Kuddûs, Azîz, Hakîm olan Allah için göklerde ne varsa ve yerde ne varsa tesbihte bulunur.
1. Bu mübârek âyetler, Aziz, Hakîm olan Allah-ü Teâlâ’yı bütün kâinatın tesbîh ve kutsamada bulunduğunu bildiriyor. O Yüce Yaratıcının bir kısım ümmîlere ve onlardan sonra gelecek milletlere Son Peygamberi âyetler ile göndermiş olduğunu haber veriyor. O Yüce Peygamberin yüksek mesaisini ve onu Kerem Sahibi Yaratıcının dilediği kullarına ihsan buyurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Melik) Bütün kâinata sahip, bütün mükemmelliklere mâlik ve (Kuddûs) ilâhlık şanına lâyık olmayan şeylerden Yüce ve (Azîz) her şeye galib ve (Hakîm) her emir ve iradesi, birer hikmet ve faydaya dayanmış (olan Allah için) O Yüce Yaratıcı için (göklerde ne varsa yerde ne varsa) bütün mahlûkat (tesbîhte bulunur) onun kudretine, büyüklüğüne, noksanlıklardan yüce olduğuna delalet ve şahadet eder durur.
2. O, O Kerem Sahibi Mâbut dur ki: Ümmîler arasında kendilerinden bir Peygamber gönderdi, onlara karşı âyetlerini okur ve onları temizler ve onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki: Onlar evvelce pek açık bir sapıklık içinde idiler.
2. (O) Allah-ü Teâlâ (O) Kerem Sahibi Mâbut (dür ki: Ümmîler arasında) vaktî ile ümmi ümmet olan, yazıp okuma bilmeyen arap kavmi arasında (kendilerinden) kendileri gibi vakti ile okuyup yazmakla meşgul bulunmamış bulunan bir zatı, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı (Peygamber gönderdi) onları İslâm dinine dâvete memur etti. Öyle ki: O Mübârek Peygamber, (onlara karşı âyetlerini okur) bir ilâhî kitap olan Kur’an-ı Kerim’deki âyetleri okuyarak o kavmi aydınlatmaya İslâm dini ile şereflenmelerini temine çalışır.
(Ve onları temizler.) O kavmi pek kötü inançlarından, fahiş hareketlerinden temizlemeye, arındırmaya, himmet eder (ve onlara) o cehalet içinde kalmış bir zümreye (kitabı ve hikmeti öğretir) onlara Kur’an-ı Kerim’i öğretir ve bir nice hikmetleri, fâideleri içeren mübârek hadislerini, sünnetlerini telkin buyurur.
Onları İslâmî hükümlerin fâidelerinden, esrarından, yüce gâyelerinden haberdar etmeğe çalışır. (Halbuki, onlar) O arap kavmi (evvelce) o Yüce Peygamberin kendilerini ilâhi dine dâvete başlamadan önce (pek açık bir sapıklık içinde idiler) onlar, eskiden İbrâhim Aleyhisselâm’ın dînine tâbi’ iken bilâhare o ilâhî dîni unutmuş, Allah’ın birliği inancından mahrûm kalmış, şirke düşmüş, hidâyet yolunu gayıp etmişlerdi. İşte onlar böyle bir hâlde iken pek büyük bir ilâhî lütuf olan Son Peygamber Hazretleri, kendilerini Tevhîd dinine dâvete memur olmuş, onlara nice âyetleri, hikmetleri telkine çalışmış, nicesinde de pek büyük muvaffakiyetler elde eylemiştir.
Halbuki: O Yüce Peygamber hikmet gereği evvelce birşey okuyup yazmamıştı, bilâhare böyle fevkalâde başarılara kavuşması, onun ilâhî vahye mazhar, yücelikleri öğreten olduğuna en parlak bir delîl teşkil etmektedir.
3. Ve onlardan başkalarına da göndermiştir ki, henüz onlara erişmemişlerdir. Ve O azîzdir, hakîmdir.
3. (Ve) Allâh-ü Teâlâ o pek seçkin Peygamberi olan Muhammed Aleyhisselâm’ı (onlardan) araplardan (başkalarına da) Peygamber (göndermiştir) O’nun Peygamberliği bütün insanlığa yöneliktir. Türkler de, Farslar da Rumlar da ve diğer kavimler de onun dinini kabul etmekle mükellef bulunmuşlardır, (henüz onlara erişmemişlerdir.) O Yüce Peygamberin risâletini ilk tebliğe başladığı zaman Ashab-ı Kirâm’ı arasında bulunmayıp bilâhare dînen onlara katılan ve kıyamete kadar dünyaya gelecek olan bütün kavimlere, fertlere şâmildir, onun mukaddes dini, kıyamete kadar yer yüzünde devam edecektir.
4. İşte bu, Allah’ın lütfudur ki, bunu dilediğine verir ve Allah pek büyük lütuf sahibidir.
4. (İşte bu) Öyle Yüce bir Peygamber’in bütün insanlığı aydınlatma ve irşâda memur olması, onlara Kur’an-ı Kerîm gibi en yüce âyetleri içermiş olan bir ilâhî kitabın teblîğ edilmesi (Allah’ın lütfudur ki, bunu) bu ilâhî lütfunu kullarından (dilediğine verir) lütfen ihsân buyurur. Evet.. Peygamberlik ve risâlet, ilâhî vahye nâiliyet bir ilâhî lütuf olduğu gibi İslâmiyet’e nâiliyet, ilâhî lütfa kavuşmak da Hikmet Sâhibi Yaratıcı Hazretlerinin bir lütuf ve keremidir ki, kabiliyeti olan, irâdesini, asli yaratılışını kötüye kullanmamış bulunan kullarına ihsân buyurur. (Ve Allah pek büyük lütuf sâhibidir.)
Evet… O kullarına dünyevî ve uhrevî selâmetlerini temin edecek olan hükümleri bildiren ve kendilerini aydınlatmaya çalışan Son Peygamber Hazretlerini göndermiştir ki, bu en büyük bir ilâhî lütuftur. Artık beşeriyet için lâzımdır ki, bu muazzam ilâhî din dairesinde yaşayarak ahlâkî fâzilet ile, içtimai yüce vasıflar nitelenmiş bulunsunlar. Bu pek muazzam ilâhî lütfa karşı nankörlükte bulunarak kulluk vazifesinden kaçınmasınlar.
5. Kendilerine tevrat yükletilmiş, sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin duruma gibidir. Allah’ın âyetlerini tekzîb eden kavmin durumu, ne kadar fenâdır ve Allah, zâlimler olan kavmi doğru yola iletmez.
5. Bu mübârek âyetler, kendilerine yöneltilmiş ve tebliğ edilmiş olan dini hükmleri, haberleri bildikleri hâlde gereği ile amelden kaçınıp tekzîbe cür’et eden Yâhudilerin pek cahilce hâllerini pek fena bir örnek ile bildiriyor. Ve öyle zalimlerin hidâyete eremeyeceklerini ihtar diyor. Allah katında mevki sahipleri olduklarını iddia eden öyle inkârcı, kendini öven kimselerin bir vuslat vesilesi olan ölümü temennî etmeyeceklerini beyan, bu cihetle de onların boş ve zalimce iddialarını red ile teşhîrde bulunuyor.
Fakat öyle ölümden kaçınanların işin sonunda öleceklerini ve Cenab-ı Hak’kın Yüce mahkemesine sevkedileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Kendilerine Tevrat yükletilmiş) O ilâhî kitap ile amel etmekle mükellef bulunmuş (sonra onu) o Tevrat kitabını (yüklenmemiş) onunla amel etmemiş, onun verdiği haberleri tasdik eylememiş, mesela: Hz. İsâ’nın da, Hz. Muhammed’in de -Aleyhimesselâtü Vesselâm-birer Peygamber olarak Allah tarafından gönderileceğini haber veren Tevrat âyetlerini red ve tahrîfe cür’et göstermiş (olanların meseli) çirkin örneği (ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir) ki: O, hayvanların en kalın kafalısı olup sırtına yükletilen büyük büyük ilim kitaplarından hiçbir şey anlayıp fâidelenemez.
işte kendilerine tebliğ edilen âyetlerden, kitaplardan müstefit olamayıp onları inkâr edenler de bu hayvanlara benzemektedirler ve belki de onlardan daha fena bir durumdadırlar. Çünkü bu hayvanlar, zaten anlamaktan mahrûmdurlar. O inkârcı insanlar ise esasen anlamak kabiliyetine sahip oldukları hâlde onu kullanmayıp zayi ettikleri için büyük bir alçaklığı işlemiş bulunmaktadırlar. Evet.. (Allah’ın âyetlerini tekzîb eden) Yüce Peygamber tarafından tebliğ edilen ilâhî kitapların içeriğini değiştirmeğe, inkâra cüret gösteren bir (kavmin durumu, ne kadar fenadır) öyle eşeğe benzetilişleri, kendilerinki ne kadar insanlıktan mahrûm olduklarını göstermektedir.
Bunu anlayacak olsalar, yüzleri kızarmak lâzım gelir. Ne yazık ki, onlarda öyle bir anlayış yoktur. (Ve Allah zâlimler olan kavmi) Kendilerini azaba mâruz bırakmış bir tâifeyi (doğru yola iletmez) ilâhî dine muhalif hareketlerde bulunan, karşılarında parlayan bir hakikat nûrunu söndürmek isteyen, en açık delilleri kabul etmeyen kimseler, elbette ki: Hidâyete nâil olamazlar. Bir hayırlı gâyeye kavuşamazlar, nihâyet kendi rezilce hareketlerinin cezasına çarpılmış olurlar.
6. De ki: Ey Yahudi bulunan kimseler… Eğer siz, Allah için insanlardan ayrı dostlar olduğunuzu iddia ediyor iseniz, imdi ölümü temenni ediniz eğer siz doğru söyleyenler oldu iseniz.
6. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (De ki: Ey Yahudi bulunan) Yahudilik dinine girmiş olan (kimseler!. Eğer siz Allah için) başka (İnsanlardan ayrı) onların üstünde (dostlar olduğunu iddia ediyor iseniz) eğer biz Allah’ın özellikle dostlarıyız, bizden başkaları cennete girmeyecektir. Diye iddiada bulunuyor iseniz (îmdi ölümü temennî ediniz) O Yüce Yaratıcı, sizi bu meşakkat yurdundan kurtarsın, bir saadet yurduna kavuştursun, ebedî bir hayata nâil buyursun (eğer doğrular oldu iseniz) artık ne duruyorsunuz? Ölümünüzü temennî etmeli değil misiniz? Çünkü iddianıza göre o mutlu gelecek size mahsustur.
7. Halbuki, onu ebediyen temennî etmezler, ellerinin takdim ettiği günah sebebi ile. Allah ise zâlimleri hakkı ile bilicidir.
7. Halbuki, o gururlu kimseler (Onu) o ölüp bir an evvel âhirete gitmeyi (ebediyen temennî etmezler) ölünce bir selâmet ve saadete kavuşacaklarını aslâ ummazlar, (ellerinin) Kendi nefislerinin, kendi kötü tercihlerinin (takdim ettiği) küfür ve isyân (sebebi ile) öyle bir ümitten mahrûm bulunurlar. Artık ölümden korkar, onu aslâ temennî etmezler. Hattâ rivâyet olunuyor ki: Eğer bu âyet-i kerîmenin indiği ve bu ilk teklifi zamanında böyle bir temennîde bulunacak olsalar idi, hepsi de birden ölüme mâruz kalarak ceza yurduna sevk edilmiş bulunurlardı.
(Allah ise zâlimleri hakkı ile bilicidir.) Öyle nefislerine zulmeden, küfür ve isyânı işleyerek îman dairesinden çıkan kimselerin bütün hâllerini ve amellerini bilicidir. Onlar, ölümden kaçınsalar da elbette bir gün ölecekler, lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
8. De ki: O ölüm ki, siz ondan firar edersiniz, şüphe yok ki: O size gelip kavuşacaktır. Sonra gaybı da, aşikâreyi de bilene döndürüleceksinizdir. Artık o da size neler yapar olduklarınızı haber verecektir.
8. Evet Ey Yüce Resûl!. O inkârcılara (De ki: O ölüm ki, siz ondan firar edersiniz) o firarın size ne fâidesi vardır? (şüphe yok ki, o) ölüm bir gün (size gelip kavuşacaktır.) sizi hiçbir şey o ölümden kurtaramayacaktır. (Sonra, gaybı da, âşikâreyi de bilene) kısaca, sizin halka karşı Tevrat ve İncîl adına neler gösterdiğinize ve Hz. İsâ ile Son Peygamber Hazretleri’nin Yüce vasıflarını inkâra cür’et eylediğinizi hakkiyle bilen Yüce Zâta (döndürüleceksinizdir.) öldükten sonra tekrar hayata erdirilerek mahşere sevk edileceksinizdir. (Artık) O da O Yüce Yaratıcı Hazretleri de (size) dünyadalarken (neler yapar olduklarınızı haber verecektir) ne kadar küfür ve isyân içinde yaşamış olduğunuzu, dünya varlığı için ne kadar düşkünlük gösterip kulluk vazifenizi terkeylemiş bulunduğunuzu size ihtar ederek hepinizi de hak etmiş olduğunuz cezaya kavuşturacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!..
9. Ey iman etmiş olanlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine gidin ve alış verişi bırakın, bu, eğer bilir kimseler oldu iseniz sizin için çok hayırlıdır.
9. Bu mübârek âyetler, mü’minlerin Cuma ezanı okununca ticaretlerini ve diğer işlerini bırakıp mâbetlere gitmelerini emrediyor. Namazı kıldıktan sonra, dağılıp yine ticaretle veya diğer meşrû şeyler ile meşgul olmalarının cevazını gösteriyor. Hutbeyi dinlemekte mükellef olanların cuma günü hutbe ve namaz tamam olmadan bir ticaret veya bir eğlence maksadıyla mâbetlerden çıkıp gitmelerinin câiz olmadığını ve bolluk ve bereketin Allah-ü Teâlâ’dan niyaz edilmesini emr ve tavsiye buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ey îman etmiş olanlar)Ey cemaat-i Müslimîn!. (cuma günü) Cum’aya mahsus (namaz için çağrıldığı) ezan okunduğu (zaman hemen Allah’ın zikrine) hutbeyi dinlemek, cuma namazını kılmak için mâbetlere (gidin) tam bir hürmet ve sükûnetle yürüyerek o kutsal vazifeyi yapmaya azmedin, gevşeklik, tembellik göstermeyin (ve alış verişi bırakın) dünyevî muameleleri geçici olarak bırakıp manen pek fâideli olan bir dinî vazifeyi yerine getirmeğe çalışın. (Bu) namaz ve niyaz için mâbetlere gidip te ticaret vesaireyi bırakmak, Ey Müslümanlar!. (Eğer bilir kimseler oldu iseniz, sizin için çok hayırlıdır.)
Bu cumaya ait vazifenin kadrini takdîr edebilen bir Müslüman, elbette ki: Bu vazifenin îfasını, her türlü fâni menfaatlere tercih eder, bu sâyede nice sevaplar, uhrevî mükâfatlara aday bulunmuş olur. Bunların yanında dünyevî fâidelerin ne ehemmiyeti olabilir.
10. Sonra namaz kılınmış olunca da artık yeryüzünde dağılın ve Allah’ın lütfundan -nasîb- arayın ve Allah’ı çokça zikredin, tâ ki: Kurtuluşa erebilesiniz.
10. (Sonra namaz kılınmış olunca da artık) Ey Müslümanlar!, (yer yüzünde dağılın) Meşgul olduğunuz ticaret vesâire sahasına yine gidiniz, siz bu hususta serbestsiniz (ve Allah’ın lütfundan) nasibinizi, kısmetinizi (arayın) size rızık veren, mesleklerinizde muvaffakiyetlere kavuşturan, ancak Allâh-ü Teâlâ’dır. Allah başarı nâsip etmedikçe hiçbir kimse çalışma ve gayretinin bir meyvesine kavuşamaz.
Evet.. Müslümanlık, meşrû şekilde ticaretle vesâire ile meşguliyeti mübah kılmış ve teşvikte bulunmuştur. Elverir ki: Dinî vazifeleri terke sebebiyet verilmesin, bütün bütün dünya işler ile meşgul olup da kalpler, zikr ve fikirden mahrûm bırakılmasın. Binaenaleyh ey Müslümanlar!. Uyanık olun (Ve Allah’ı çokça zikredin) yalnız cuma namazını kılmakla yetinmeyin, sâir namazlara da, devam edin, tevhîd ve tesbîh ile kalplerinizi aydınlatmaya çalışın, her hususta muvaffakiyeti Cenab-ı Hak’tan niyâz eyleyin. (tâ ki, kurtuluşa erebilesiniz.) Dünyada da, âhirette de muvaffakiyetlere, başarı ve kurtuluşa nâil olasınız.
11. Ve bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman onun tarafına yönelip seni ayakta bırakmış oldular. De ki: Allah’ın yanındaki, eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır ve Allah, rızk verenlerin en hayırlısıdır.
11. (Ve) Bir kısım mü’minler (bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman onun) o ticaretin (tarafına yönelip) gittiler, Ey Peygamberin iftiharı!. (seni) Hutbe okurken (ayakta bırakmış oldular) cemaatin böyle bir hareketi ise Elbette ki, uygun değildir, Hutbeyi dinleyip namazı kılmadan cemaatin dağılmaları câiz olamaz. Ey Yüce Peygamber!. Onlara (deki: Allah’ın yânındaki) sevap ve mükâfat, feyz ve bereket elbette ki: (eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır.) Çünkü: Bunlardaki hayır geçicidir, çabucak yok olucudur, Allah katındaki hayır ise ebedîdir, mutluluk vesîlesidir.
(Ve Allah, rızk verenlerin hayırlısıdır.) Bütün rızıkları asıl takdîr etmiş olan ve ihsân buyuran ancak o Kerem Sâhibi Yaratıcıdır, bir takım çalışmaya gayretin, mesleklerin birer rızık vesîlesi olması ise bir ilâhî takdîr neticesidir. Yoksa Allâh-ü Teâlâ’dan başka haddi zâtında bir rızık veren mevcut değildir. Binaenaleyh alış verişi geçici olarak terk etmiş olmakla rızktan mahrûmiyet lâzım gelmez, Kerem Sâhibi Yaratıcı Hazretleri yine rızıklandırır. Herhâlde rızık elde etmeyi o Yüce Mâbuttan niyâz etmelidir.
Rivâyete göre bir cuma günü Resûl-i Ekrem Efendimiz, hutbe okurken bir kâfilenin Medine-i Münevvere’ye geldiği işitildi. “Dihyetül’ Kelbî” bir kâfile ile Şam tarafından gelmiş, yiyilecek şeyleri getirmişti. Medine-i Münevvere’de ise bir kıtlık ve pahalılık yüz göstermiş bulunuyordu. Bu kâfilenin geldiğini haber veren bir davul sesini duyan cemaat, hemen Hz. Peygamberin huzurundan çıkarak kâfilenin yanına koşmuşlar, bir şeyler almak istemişler, bu ayrılışlarında dînen bir mahzur bulunmadığını zannetmişlerdi.
Peygamber Mescidinde ise oniki zât kalmış idi ki: Hz. Ebûbekr ile Hz. Ömer ve Hz. Cabir İbn-i Abdullah bu kalan zâtlardan idi. İşte bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş, daha hutbe ve namaz sona ermeden dağılmanın câiz olmadığına işaret buyurulmuştur.
Cuma namazının ilk kılınışı: Peygamberimiz Aleyhisselatü vesselâm Hazretleri Hicret-i Seniyeleri esnâsında Medine-i Münevvere yakınında bulunan “Selîm İbn-i Avf” yurdunda “Ranuna” denilen vâ’di içersinde “Beni Selîm” mescidinde ilk cuma hutbesi okumuş, ilk cuma namazını kıldırmıştır.
Cuma namazını eda etmenin şartları şunlardır:
1. Cuma namazını en üst düzeydeki devlet yöneticisinin veya onun tâyin ettiği zâtın kıldırması.
2. İbn-i Arn’dır, yâni cuma namazı kılınacak bir mabede herhangi bir müslüman erkeğin gidip o namaza katılmaktan engellenmemesi.
3. Cuma namazı vaktinin devamıdır, o vakit çıktıktan sonra artık cuma namazı kılınamaz, öğle namazı da kılınmamış ise yalnız o namaz kaza edilir.
4. Cemaat bulunmalıdır. Şöyle ki: İmamdan başka cemaat adını alabilecek en az üç Müslüman bulunursa o cuma namazı sahîh olur. İki kişi veya kırk kişi bulunmasına kail olan müçtehitlerde vardır.
5. Cum’anın farz olan iki rekatından evvel hutbenin okunmasıdır. Bu hutbenin iki kısma ayrılması ve bu iki hutbenin de uzâtılmaması sünnettir.
6. Cuma namazının bir beldede veya bir belde hükmünde bulunan bir yerde eda edilmesidir. Köylerde de cuma namazının kılınması, izin verilmiş olduğu için sahîhdir ve lâzımdır. Bir yabancı memleketinde de bir mâni yok ise orada ki Müslümanların toplanarak içlerinden münâsip görecekleri bir zât, hutbe okuyarak cuma namazını kıldırabilir.
Cuma namazı ile mükellef olmanın şartları şunlardır:
1. Bülûğ çağına ermiş erkek olmaktır. Kadınlara farz değildir.
2. Hür olup köle bulunmamalıdır.
3. Mukîm olup şer’an Misafir sayılacak bir vaziyette bulunmamalıdır.
4. Sağlıklı bulunup namaza çıktığı takdirde hastalığının artmasından, uzamasından korkulacak bir hâlde bulunmamalıdır.
5. Gözleri ve ayakları selâmette olup âmâ ve kötürüm bulunmamalıdır.
Cuma namazının vakti, rekatları ve sünnetleri:
Cuma namazının vakti tam öğle vaktidir. Cuma namazının farz olan rekatları ikidir, imam bunlarda seslice kıraatte bulunur ve bunları hutbeden sonra kıldırır. Hutbeden evvel ise tek olarak dört rekat namaz kılınır ki, bu, sünnettir. Tam öğle namazının dört rekat sünneti gibi kılınır ki, bu da öğlenin ilk dört rekatı gibi sünnettir. Bunu müteâkip de yine tek olarak dört rekat namaz kılınır ki, buna “zühri Ahîr” adı verilmiştir. Bu da öğlenin dört rekat sünneti gibi kılınır, daha iyi olan budur. bâzı müçtehitlere göre bir beldede birden çok mâbetlerde cuma namazı kılınırsa ilk evvel kılınan sahîh olur. Sonrakiler sahîh olmaz. İşte böyle bir ihtilâftan kurtulmak için; “vaktine yetişip henüz üzerimden sakit olmayan son öğle namazını” kılmaya niyet ederek bu namazı kılar.
Bu bir ihtiyat gereğidir. Cuma namazı sahîh olmuş ise bu dört rekat, kazaya kalmış bir öğle namazı, yerine geçer, kazaya kalmamış ise nâfile namazı olarak sevaba vesîle bulunur. Bu dört rekattan sonra da vaktin sünneti niyetî ile iki rekat daha kılınır ki, bu da tam sabah namazının iki rekat sünneti gibidir.
Cuma gününün önemi, şer’î değeri:
Cuma günü, Müslümanlarca pek mübârek bir gündür. Bir hâdis-i Şerif şu meâldedir: “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, cuma günüdür. Âdem Aleyhisselâm o gün yaratılmıştır, o gün cennete konulmuştur ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de ancak bir cuma gününde kopacaktır.” Özellikle: (Bugün sizin için dininizi tamamladım) meâlindeki âyet-i kerîmesi cuma gününde nâzil olmuş, İslâm dinine ait hükümlerin ve Yüce şeylerin cuma gününden itibaren en mükemmel bir şekilde ortaya çıkmış, bütün dinlerin sonuncusu olan İslâmiyet; Son derece mükemmelliğe ermiş, müslümanların haklarında ilâhî nîmet tecellî ederek İslâm dini, sarsılmaz bir şekilde yerleşmiştir. Nitekim bir hâdis-i şerif de şu meâldedir.
“Şüphe yok ki” cuma günü diğer günlerin ulusu ve fâziletçe en büyüğüdür.” Cuma günü, müslümanlarca bir bayram hükmünde olduğundan bu günde müslümanların her vakitten fazla taharet ve temizliğe riâyet etmeleri gerekir. Bundan dolayıdır ki: Müslümanların cuma günlerinde ya tan yerinin ağarmasından sonra veya cuma namazına yakın yıkanmaları, güzel koku kullanmaları, temiz elbiseler giymeleri bir sünnettir, İslâm’ın edeplerinden sayılmaktadır. Bu mübârek cuma gününde Müslümanlar, birer ilâhî mâbette toplanarak hutbeleri dinler, aydınlanırlar, namazlarını birlikte kılarak Cenab-ı Hak’ka birlikte dua ve niyâzda bulunurlar, aralarında İslâm kardeşliği, içtimai bağlılık, bu vesîle ile tecellî etmiş olur. Bu namazı edadan sonra ya başka ibâdetlerle meşgul olurlar veya dostlarını, yakınlarını ziyarete giderler, veyâhut yine ticaretleri ile vesâir işler ile meşgul olmaya başlarlar.
Hz. Peygamber zamanında cuma ezanı yalnız hatibin minbere çıktığı zaman okunan ezandan ibaret idi, daha sonra cemaat-i müslîmin çoğaldığı için Hz. Osman Radiyallâhü Anh’ın hâlifeliği zamanından itibaren cuma namazından evvel de mâbetlerin dışında namaz vaktinin girdiğini gösteren bir ezan daha okunmaya başlanılmıştır ki: Buna “dış ezanı” denilir. Bunun kabulü ve bunun işitilmesi üzerine mâbetlere gidilmesinin gereği hakkında ümmetin icma vardır.
Velhâsıl: Cuma gibi mübârek vakitlerin kadrini bilmeli, hayatı boş yere zâyi etmemeli, güzel ibaretler ile meşrû hareketler ve muamelelerle meşgul olmaya devam ederek İslâm’ın yüceliklerini göstermelidir. Münâfıklar ve bozgunculardan başkası, bu yüksek vazifeleri elbette ki, takdîr eder, îfasına gayrette bulunur. Başarı Allah’tandır.
Cuma Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre “Essaf Sûre”sinden sonra Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Onbir âyet-i Kerîmeyi içermektedir. Cuma namazının farz oluşunu gösterdiği için kendisine “Sûretül’cum’a” adı verilmiştir. Konuları itibarı ile “Es-Saf Sûresi” ile aralarında büyük bir münasebet vardır.
Başlıca konuları şunlardır:
1. Allah-ü Teâlâyı bütün kâinatın tesbîhe ve kutsamaya devam ettiğini beyan.
2. Peygamber Efendimizin ümmetini nasıl aydınlatmaya ve arındırmaya çalıştığını ve onun nasıl bir ilâhî lütuf olduğunu ilân.
3. Mü’minlerin cum’a namazına giderek ticaretlerini vesaireyi bırakmalarını, namazı müteakip de yine ticaret vesaire sahasına atılarak Allah’ın lütfunu temennî etmelerini ve çokça Allah’ı anmakta meşgul olmalarını emir ve tavsiye.
1. Melik, Kuddûs, Azîz, Hakîm olan Allah için göklerde ne varsa ve yerde ne varsa tesbihte bulunur.
1. Bu mübârek âyetler, Aziz, Hakîm olan Allah-ü Teâlâ’yı bütün kâinatın tesbîh ve kutsamada bulunduğunu bildiriyor. O Yüce Yaratıcının bir kısım ümmîlere ve onlardan sonra gelecek milletlere Son Peygamberi âyetler ile göndermiş olduğunu haber veriyor. O Yüce Peygamberin yüksek mesaisini ve onu Kerem Sahibi Yaratıcının dilediği kullarına ihsan buyurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Melik) Bütün kâinata sahip, bütün mükemmelliklere mâlik ve (Kuddûs) ilâhlık şanına lâyık olmayan şeylerden Yüce ve (Azîz) her şeye galib ve (Hakîm) her emir ve iradesi, birer hikmet ve faydaya dayanmış (olan Allah için) O Yüce Yaratıcı için (göklerde ne varsa yerde ne varsa) bütün mahlûkat (tesbîhte bulunur) onun kudretine, büyüklüğüne, noksanlıklardan yüce olduğuna delalet ve şahadet eder durur.
2. O, O Kerem Sahibi Mâbut dur ki: Ümmîler arasında kendilerinden bir Peygamber gönderdi, onlara karşı âyetlerini okur ve onları temizler ve onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki: Onlar evvelce pek açık bir sapıklık içinde idiler.
2. (O) Allah-ü Teâlâ (O) Kerem Sahibi Mâbut (dür ki: Ümmîler arasında) vaktî ile ümmi ümmet olan, yazıp okuma bilmeyen arap kavmi arasında (kendilerinden) kendileri gibi vakti ile okuyup yazmakla meşgul bulunmamış bulunan bir zatı, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı (Peygamber gönderdi) onları İslâm dinine dâvete memur etti. Öyle ki: O Mübârek Peygamber, (onlara karşı âyetlerini okur) bir ilâhî kitap olan Kur’an-ı Kerim’deki âyetleri okuyarak o kavmi aydınlatmaya İslâm dini ile şereflenmelerini temine çalışır.
(Ve onları temizler.) O kavmi pek kötü inançlarından, fahiş hareketlerinden temizlemeye, arındırmaya, himmet eder (ve onlara) o cehalet içinde kalmış bir zümreye (kitabı ve hikmeti öğretir) onlara Kur’an-ı Kerim’i öğretir ve bir nice hikmetleri, fâideleri içeren mübârek hadislerini, sünnetlerini telkin buyurur.
Onları İslâmî hükümlerin fâidelerinden, esrarından, yüce gâyelerinden haberdar etmeğe çalışır. (Halbuki, onlar) O arap kavmi (evvelce) o Yüce Peygamberin kendilerini ilâhi dine dâvete başlamadan önce (pek açık bir sapıklık içinde idiler) onlar, eskiden İbrâhim Aleyhisselâm’ın dînine tâbi’ iken bilâhare o ilâhî dîni unutmuş, Allah’ın birliği inancından mahrûm kalmış, şirke düşmüş, hidâyet yolunu gayıp etmişlerdi. İşte onlar böyle bir hâlde iken pek büyük bir ilâhî lütuf olan Son Peygamber Hazretleri, kendilerini Tevhîd dinine dâvete memur olmuş, onlara nice âyetleri, hikmetleri telkine çalışmış, nicesinde de pek büyük muvaffakiyetler elde eylemiştir.
Halbuki: O Yüce Peygamber hikmet gereği evvelce birşey okuyup yazmamıştı, bilâhare böyle fevkalâde başarılara kavuşması, onun ilâhî vahye mazhar, yücelikleri öğreten olduğuna en parlak bir delîl teşkil etmektedir.
3. Ve onlardan başkalarına da göndermiştir ki, henüz onlara erişmemişlerdir. Ve O azîzdir, hakîmdir.
3. (Ve) Allâh-ü Teâlâ o pek seçkin Peygamberi olan Muhammed Aleyhisselâm’ı (onlardan) araplardan (başkalarına da) Peygamber (göndermiştir) O’nun Peygamberliği bütün insanlığa yöneliktir. Türkler de, Farslar da Rumlar da ve diğer kavimler de onun dinini kabul etmekle mükellef bulunmuşlardır, (henüz onlara erişmemişlerdir.) O Yüce Peygamberin risâletini ilk tebliğe başladığı zaman Ashab-ı Kirâm’ı arasında bulunmayıp bilâhare dînen onlara katılan ve kıyamete kadar dünyaya gelecek olan bütün kavimlere, fertlere şâmildir, onun mukaddes dini, kıyamete kadar yer yüzünde devam edecektir.
4. İşte bu, Allah’ın lütfudur ki, bunu dilediğine verir ve Allah pek büyük lütuf sahibidir.
4. (İşte bu) Öyle Yüce bir Peygamber’in bütün insanlığı aydınlatma ve irşâda memur olması, onlara Kur’an-ı Kerîm gibi en yüce âyetleri içermiş olan bir ilâhî kitabın teblîğ edilmesi (Allah’ın lütfudur ki, bunu) bu ilâhî lütfunu kullarından (dilediğine verir) lütfen ihsân buyurur. Evet.. Peygamberlik ve risâlet, ilâhî vahye nâiliyet bir ilâhî lütuf olduğu gibi İslâmiyet’e nâiliyet, ilâhî lütfa kavuşmak da Hikmet Sâhibi Yaratıcı Hazretlerinin bir lütuf ve keremidir ki, kabiliyeti olan, irâdesini, asli yaratılışını kötüye kullanmamış bulunan kullarına ihsân buyurur. (Ve Allah pek büyük lütuf sâhibidir.)
Evet… O kullarına dünyevî ve uhrevî selâmetlerini temin edecek olan hükümleri bildiren ve kendilerini aydınlatmaya çalışan Son Peygamber Hazretlerini göndermiştir ki, bu en büyük bir ilâhî lütuftur. Artık beşeriyet için lâzımdır ki, bu muazzam ilâhî din dairesinde yaşayarak ahlâkî fâzilet ile, içtimai yüce vasıflar nitelenmiş bulunsunlar. Bu pek muazzam ilâhî lütfa karşı nankörlükte bulunarak kulluk vazifesinden kaçınmasınlar.
5. Kendilerine tevrat yükletilmiş, sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin duruma gibidir. Allah’ın âyetlerini tekzîb eden kavmin durumu, ne kadar fenâdır ve Allah, zâlimler olan kavmi doğru yola iletmez.
5. Bu mübârek âyetler, kendilerine yöneltilmiş ve tebliğ edilmiş olan dini hükmleri, haberleri bildikleri hâlde gereği ile amelden kaçınıp tekzîbe cür’et eden Yâhudilerin pek cahilce hâllerini pek fena bir örnek ile bildiriyor. Ve öyle zalimlerin hidâyete eremeyeceklerini ihtar diyor. Allah katında mevki sahipleri olduklarını iddia eden öyle inkârcı, kendini öven kimselerin bir vuslat vesilesi olan ölümü temennî etmeyeceklerini beyan, bu cihetle de onların boş ve zalimce iddialarını red ile teşhîrde bulunuyor.
Fakat öyle ölümden kaçınanların işin sonunda öleceklerini ve Cenab-ı Hak’kın Yüce mahkemesine sevkedileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Kendilerine Tevrat yükletilmiş) O ilâhî kitap ile amel etmekle mükellef bulunmuş (sonra onu) o Tevrat kitabını (yüklenmemiş) onunla amel etmemiş, onun verdiği haberleri tasdik eylememiş, mesela: Hz. İsâ’nın da, Hz. Muhammed’in de -Aleyhimesselâtü Vesselâm-birer Peygamber olarak Allah tarafından gönderileceğini haber veren Tevrat âyetlerini red ve tahrîfe cür’et göstermiş (olanların meseli) çirkin örneği (ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir) ki: O, hayvanların en kalın kafalısı olup sırtına yükletilen büyük büyük ilim kitaplarından hiçbir şey anlayıp fâidelenemez.
işte kendilerine tebliğ edilen âyetlerden, kitaplardan müstefit olamayıp onları inkâr edenler de bu hayvanlara benzemektedirler ve belki de onlardan daha fena bir durumdadırlar. Çünkü bu hayvanlar, zaten anlamaktan mahrûmdurlar. O inkârcı insanlar ise esasen anlamak kabiliyetine sahip oldukları hâlde onu kullanmayıp zayi ettikleri için büyük bir alçaklığı işlemiş bulunmaktadırlar. Evet.. (Allah’ın âyetlerini tekzîb eden) Yüce Peygamber tarafından tebliğ edilen ilâhî kitapların içeriğini değiştirmeğe, inkâra cüret gösteren bir (kavmin durumu, ne kadar fenadır) öyle eşeğe benzetilişleri, kendilerinki ne kadar insanlıktan mahrûm olduklarını göstermektedir.
Bunu anlayacak olsalar, yüzleri kızarmak lâzım gelir. Ne yazık ki, onlarda öyle bir anlayış yoktur. (Ve Allah zâlimler olan kavmi) Kendilerini azaba mâruz bırakmış bir tâifeyi (doğru yola iletmez) ilâhî dine muhalif hareketlerde bulunan, karşılarında parlayan bir hakikat nûrunu söndürmek isteyen, en açık delilleri kabul etmeyen kimseler, elbette ki: Hidâyete nâil olamazlar. Bir hayırlı gâyeye kavuşamazlar, nihâyet kendi rezilce hareketlerinin cezasına çarpılmış olurlar.
6. De ki: Ey Yahudi bulunan kimseler… Eğer siz, Allah için insanlardan ayrı dostlar olduğunuzu iddia ediyor iseniz, imdi ölümü temenni ediniz eğer siz doğru söyleyenler oldu iseniz.
6. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (De ki: Ey Yahudi bulunan) Yahudilik dinine girmiş olan (kimseler!. Eğer siz Allah için) başka (İnsanlardan ayrı) onların üstünde (dostlar olduğunu iddia ediyor iseniz) eğer biz Allah’ın özellikle dostlarıyız, bizden başkaları cennete girmeyecektir. Diye iddiada bulunuyor iseniz (îmdi ölümü temennî ediniz) O Yüce Yaratıcı, sizi bu meşakkat yurdundan kurtarsın, bir saadet yurduna kavuştursun, ebedî bir hayata nâil buyursun (eğer doğrular oldu iseniz) artık ne duruyorsunuz? Ölümünüzü temennî etmeli değil misiniz? Çünkü iddianıza göre o mutlu gelecek size mahsustur.
7. Halbuki, onu ebediyen temennî etmezler, ellerinin takdim ettiği günah sebebi ile. Allah ise zâlimleri hakkı ile bilicidir.
7. Halbuki, o gururlu kimseler (Onu) o ölüp bir an evvel âhirete gitmeyi (ebediyen temennî etmezler) ölünce bir selâmet ve saadete kavuşacaklarını aslâ ummazlar, (ellerinin) Kendi nefislerinin, kendi kötü tercihlerinin (takdim ettiği) küfür ve isyân (sebebi ile) öyle bir ümitten mahrûm bulunurlar. Artık ölümden korkar, onu aslâ temennî etmezler. Hattâ rivâyet olunuyor ki: Eğer bu âyet-i kerîmenin indiği ve bu ilk teklifi zamanında böyle bir temennîde bulunacak olsalar idi, hepsi de birden ölüme mâruz kalarak ceza yurduna sevk edilmiş bulunurlardı.
(Allah ise zâlimleri hakkı ile bilicidir.) Öyle nefislerine zulmeden, küfür ve isyânı işleyerek îman dairesinden çıkan kimselerin bütün hâllerini ve amellerini bilicidir. Onlar, ölümden kaçınsalar da elbette bir gün ölecekler, lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
8. De ki: O ölüm ki, siz ondan firar edersiniz, şüphe yok ki: O size gelip kavuşacaktır. Sonra gaybı da, aşikâreyi de bilene döndürüleceksinizdir. Artık o da size neler yapar olduklarınızı haber verecektir.
8. Evet Ey Yüce Resûl!. O inkârcılara (De ki: O ölüm ki, siz ondan firar edersiniz) o firarın size ne fâidesi vardır? (şüphe yok ki, o) ölüm bir gün (size gelip kavuşacaktır.) sizi hiçbir şey o ölümden kurtaramayacaktır. (Sonra, gaybı da, âşikâreyi de bilene) kısaca, sizin halka karşı Tevrat ve İncîl adına neler gösterdiğinize ve Hz. İsâ ile Son Peygamber Hazretleri’nin Yüce vasıflarını inkâra cür’et eylediğinizi hakkiyle bilen Yüce Zâta (döndürüleceksinizdir.) öldükten sonra tekrar hayata erdirilerek mahşere sevk edileceksinizdir. (Artık) O da O Yüce Yaratıcı Hazretleri de (size) dünyadalarken (neler yapar olduklarınızı haber verecektir) ne kadar küfür ve isyân içinde yaşamış olduğunuzu, dünya varlığı için ne kadar düşkünlük gösterip kulluk vazifenizi terkeylemiş bulunduğunuzu size ihtar ederek hepinizi de hak etmiş olduğunuz cezaya kavuşturacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!..
9. Ey iman etmiş olanlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine gidin ve alış verişi bırakın, bu, eğer bilir kimseler oldu iseniz sizin için çok hayırlıdır.
9. Bu mübârek âyetler, mü’minlerin Cuma ezanı okununca ticaretlerini ve diğer işlerini bırakıp mâbetlere gitmelerini emrediyor. Namazı kıldıktan sonra, dağılıp yine ticaretle veya diğer meşrû şeyler ile meşgul olmalarının cevazını gösteriyor. Hutbeyi dinlemekte mükellef olanların cuma günü hutbe ve namaz tamam olmadan bir ticaret veya bir eğlence maksadıyla mâbetlerden çıkıp gitmelerinin câiz olmadığını ve bolluk ve bereketin Allah-ü Teâlâ’dan niyaz edilmesini emr ve tavsiye buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ey îman etmiş olanlar)Ey cemaat-i Müslimîn!. (cuma günü) Cum’aya mahsus (namaz için çağrıldığı) ezan okunduğu (zaman hemen Allah’ın zikrine) hutbeyi dinlemek, cuma namazını kılmak için mâbetlere (gidin) tam bir hürmet ve sükûnetle yürüyerek o kutsal vazifeyi yapmaya azmedin, gevşeklik, tembellik göstermeyin (ve alış verişi bırakın) dünyevî muameleleri geçici olarak bırakıp manen pek fâideli olan bir dinî vazifeyi yerine getirmeğe çalışın. (Bu) namaz ve niyaz için mâbetlere gidip te ticaret vesaireyi bırakmak, Ey Müslümanlar!. (Eğer bilir kimseler oldu iseniz, sizin için çok hayırlıdır.)
Bu cumaya ait vazifenin kadrini takdîr edebilen bir Müslüman, elbette ki: Bu vazifenin îfasını, her türlü fâni menfaatlere tercih eder, bu sâyede nice sevaplar, uhrevî mükâfatlara aday bulunmuş olur. Bunların yanında dünyevî fâidelerin ne ehemmiyeti olabilir.
10. Sonra namaz kılınmış olunca da artık yeryüzünde dağılın ve Allah’ın lütfundan -nasîb- arayın ve Allah’ı çokça zikredin, tâ ki: Kurtuluşa erebilesiniz.
10. (Sonra namaz kılınmış olunca da artık) Ey Müslümanlar!, (yer yüzünde dağılın) Meşgul olduğunuz ticaret vesâire sahasına yine gidiniz, siz bu hususta serbestsiniz (ve Allah’ın lütfundan) nasibinizi, kısmetinizi (arayın) size rızık veren, mesleklerinizde muvaffakiyetlere kavuşturan, ancak Allâh-ü Teâlâ’dır. Allah başarı nâsip etmedikçe hiçbir kimse çalışma ve gayretinin bir meyvesine kavuşamaz.
Evet.. Müslümanlık, meşrû şekilde ticaretle vesâire ile meşguliyeti mübah kılmış ve teşvikte bulunmuştur. Elverir ki: Dinî vazifeleri terke sebebiyet verilmesin, bütün bütün dünya işler ile meşgul olup da kalpler, zikr ve fikirden mahrûm bırakılmasın. Binaenaleyh ey Müslümanlar!. Uyanık olun (Ve Allah’ı çokça zikredin) yalnız cuma namazını kılmakla yetinmeyin, sâir namazlara da, devam edin, tevhîd ve tesbîh ile kalplerinizi aydınlatmaya çalışın, her hususta muvaffakiyeti Cenab-ı Hak’tan niyâz eyleyin. (tâ ki, kurtuluşa erebilesiniz.) Dünyada da, âhirette de muvaffakiyetlere, başarı ve kurtuluşa nâil olasınız.
11. Ve bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman onun tarafına yönelip seni ayakta bırakmış oldular. De ki: Allah’ın yanındaki, eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır ve Allah, rızk verenlerin en hayırlısıdır.
11. (Ve) Bir kısım mü’minler (bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman onun) o ticaretin (tarafına yönelip) gittiler, Ey Peygamberin iftiharı!. (seni) Hutbe okurken (ayakta bırakmış oldular) cemaatin böyle bir hareketi ise Elbette ki, uygun değildir, Hutbeyi dinleyip namazı kılmadan cemaatin dağılmaları câiz olamaz. Ey Yüce Peygamber!. Onlara (deki: Allah’ın yânındaki) sevap ve mükâfat, feyz ve bereket elbette ki: (eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır.) Çünkü: Bunlardaki hayır geçicidir, çabucak yok olucudur, Allah katındaki hayır ise ebedîdir, mutluluk vesîlesidir.
(Ve Allah, rızk verenlerin hayırlısıdır.) Bütün rızıkları asıl takdîr etmiş olan ve ihsân buyuran ancak o Kerem Sâhibi Yaratıcıdır, bir takım çalışmaya gayretin, mesleklerin birer rızık vesîlesi olması ise bir ilâhî takdîr neticesidir. Yoksa Allâh-ü Teâlâ’dan başka haddi zâtında bir rızık veren mevcut değildir. Binaenaleyh alış verişi geçici olarak terk etmiş olmakla rızktan mahrûmiyet lâzım gelmez, Kerem Sâhibi Yaratıcı Hazretleri yine rızıklandırır. Herhâlde rızık elde etmeyi o Yüce Mâbuttan niyâz etmelidir.
Rivâyete göre bir cuma günü Resûl-i Ekrem Efendimiz, hutbe okurken bir kâfilenin Medine-i Münevvere’ye geldiği işitildi. “Dihyetül’ Kelbî” bir kâfile ile Şam tarafından gelmiş, yiyilecek şeyleri getirmişti. Medine-i Münevvere’de ise bir kıtlık ve pahalılık yüz göstermiş bulunuyordu. Bu kâfilenin geldiğini haber veren bir davul sesini duyan cemaat, hemen Hz. Peygamberin huzurundan çıkarak kâfilenin yanına koşmuşlar, bir şeyler almak istemişler, bu ayrılışlarında dînen bir mahzur bulunmadığını zannetmişlerdi.
Peygamber Mescidinde ise oniki zât kalmış idi ki: Hz. Ebûbekr ile Hz. Ömer ve Hz. Cabir İbn-i Abdullah bu kalan zâtlardan idi. İşte bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş, daha hutbe ve namaz sona ermeden dağılmanın câiz olmadığına işaret buyurulmuştur.
Cuma namazının ilk kılınışı: Peygamberimiz Aleyhisselatü vesselâm Hazretleri Hicret-i Seniyeleri esnâsında Medine-i Münevvere yakınında bulunan “Selîm İbn-i Avf” yurdunda “Ranuna” denilen vâ’di içersinde “Beni Selîm” mescidinde ilk cuma hutbesi okumuş, ilk cuma namazını kıldırmıştır.
Cuma namazını eda etmenin şartları şunlardır:
1. Cuma namazını en üst düzeydeki devlet yöneticisinin veya onun tâyin ettiği zâtın kıldırması.
2. İbn-i Arn’dır, yâni cuma namazı kılınacak bir mabede herhangi bir müslüman erkeğin gidip o namaza katılmaktan engellenmemesi.
3. Cuma namazı vaktinin devamıdır, o vakit çıktıktan sonra artık cuma namazı kılınamaz, öğle namazı da kılınmamış ise yalnız o namaz kaza edilir.
4. Cemaat bulunmalıdır. Şöyle ki: İmamdan başka cemaat adını alabilecek en az üç Müslüman bulunursa o cuma namazı sahîh olur. İki kişi veya kırk kişi bulunmasına kail olan müçtehitlerde vardır.
5. Cum’anın farz olan iki rekatından evvel hutbenin okunmasıdır. Bu hutbenin iki kısma ayrılması ve bu iki hutbenin de uzâtılmaması sünnettir.
6. Cuma namazının bir beldede veya bir belde hükmünde bulunan bir yerde eda edilmesidir. Köylerde de cuma namazının kılınması, izin verilmiş olduğu için sahîhdir ve lâzımdır. Bir yabancı memleketinde de bir mâni yok ise orada ki Müslümanların toplanarak içlerinden münâsip görecekleri bir zât, hutbe okuyarak cuma namazını kıldırabilir.
Cuma namazı ile mükellef olmanın şartları şunlardır:
1. Bülûğ çağına ermiş erkek olmaktır. Kadınlara farz değildir.
2. Hür olup köle bulunmamalıdır.
3. Mukîm olup şer’an Misafir sayılacak bir vaziyette bulunmamalıdır.
4. Sağlıklı bulunup namaza çıktığı takdirde hastalığının artmasından, uzamasından korkulacak bir hâlde bulunmamalıdır.
5. Gözleri ve ayakları selâmette olup âmâ ve kötürüm bulunmamalıdır.
Cuma namazının vakti, rekatları ve sünnetleri:
Cuma namazının vakti tam öğle vaktidir. Cuma namazının farz olan rekatları ikidir, imam bunlarda seslice kıraatte bulunur ve bunları hutbeden sonra kıldırır. Hutbeden evvel ise tek olarak dört rekat namaz kılınır ki, bu, sünnettir. Tam öğle namazının dört rekat sünneti gibi kılınır ki, bu da öğlenin ilk dört rekatı gibi sünnettir. Bunu müteâkip de yine tek olarak dört rekat namaz kılınır ki, buna “zühri Ahîr” adı verilmiştir. Bu da öğlenin dört rekat sünneti gibi kılınır, daha iyi olan budur. bâzı müçtehitlere göre bir beldede birden çok mâbetlerde cuma namazı kılınırsa ilk evvel kılınan sahîh olur. Sonrakiler sahîh olmaz. İşte böyle bir ihtilâftan kurtulmak için; “vaktine yetişip henüz üzerimden sakit olmayan son öğle namazını” kılmaya niyet ederek bu namazı kılar.
Bu bir ihtiyat gereğidir. Cuma namazı sahîh olmuş ise bu dört rekat, kazaya kalmış bir öğle namazı, yerine geçer, kazaya kalmamış ise nâfile namazı olarak sevaba vesîle bulunur. Bu dört rekattan sonra da vaktin sünneti niyetî ile iki rekat daha kılınır ki, bu da tam sabah namazının iki rekat sünneti gibidir.
Cuma gününün önemi, şer’î değeri:
Cuma günü, Müslümanlarca pek mübârek bir gündür. Bir hâdis-i Şerif şu meâldedir: “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, cuma günüdür. Âdem Aleyhisselâm o gün yaratılmıştır, o gün cennete konulmuştur ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de ancak bir cuma gününde kopacaktır.” Özellikle: (Bugün sizin için dininizi tamamladım) meâlindeki âyet-i kerîmesi cuma gününde nâzil olmuş, İslâm dinine ait hükümlerin ve Yüce şeylerin cuma gününden itibaren en mükemmel bir şekilde ortaya çıkmış, bütün dinlerin sonuncusu olan İslâmiyet; Son derece mükemmelliğe ermiş, müslümanların haklarında ilâhî nîmet tecellî ederek İslâm dini, sarsılmaz bir şekilde yerleşmiştir. Nitekim bir hâdis-i şerif de şu meâldedir.
“Şüphe yok ki” cuma günü diğer günlerin ulusu ve fâziletçe en büyüğüdür.” Cuma günü, müslümanlarca bir bayram hükmünde olduğundan bu günde müslümanların her vakitten fazla taharet ve temizliğe riâyet etmeleri gerekir. Bundan dolayıdır ki: Müslümanların cuma günlerinde ya tan yerinin ağarmasından sonra veya cuma namazına yakın yıkanmaları, güzel koku kullanmaları, temiz elbiseler giymeleri bir sünnettir, İslâm’ın edeplerinden sayılmaktadır. Bu mübârek cuma gününde Müslümanlar, birer ilâhî mâbette toplanarak hutbeleri dinler, aydınlanırlar, namazlarını birlikte kılarak Cenab-ı Hak’ka birlikte dua ve niyâzda bulunurlar, aralarında İslâm kardeşliği, içtimai bağlılık, bu vesîle ile tecellî etmiş olur. Bu namazı edadan sonra ya başka ibâdetlerle meşgul olurlar veya dostlarını, yakınlarını ziyarete giderler, veyâhut yine ticaretleri ile vesâir işler ile meşgul olmaya başlarlar.
Hz. Peygamber zamanında cuma ezanı yalnız hatibin minbere çıktığı zaman okunan ezandan ibaret idi, daha sonra cemaat-i müslîmin çoğaldığı için Hz. Osman Radiyallâhü Anh’ın hâlifeliği zamanından itibaren cuma namazından evvel de mâbetlerin dışında namaz vaktinin girdiğini gösteren bir ezan daha okunmaya başlanılmıştır ki: Buna “dış ezanı” denilir. Bunun kabulü ve bunun işitilmesi üzerine mâbetlere gidilmesinin gereği hakkında ümmetin icma vardır.
Velhâsıl: Cuma gibi mübârek vakitlerin kadrini bilmeli, hayatı boş yere zâyi etmemeli, güzel ibaretler ile meşrû hareketler ve muamelelerle meşgul olmaya devam ederek İslâm’ın yüceliklerini göstermelidir. Münâfıklar ve bozgunculardan başkası, bu yüksek vazifeleri elbette ki, takdîr eder, îfasına gayrette bulunur. Başarı Allah’tandır.