Mü'min Suresi Tefsiri

Mümin Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Mümin Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek Sûre, Mekke-i Mükerreme’de “Zümer Sûresi”nden sonra nâzil olmuştur. (58) Âyet-i Kerîmeden meydana gelmektedir. Yalnız “35, 56, ve 57)inci âyetlerin Medine-i Münevvere’de nâzil olduğu da rivâyet olunmuştur. Bu sûrede beyân olunan Fir’avun ailesi arasında bir seçkin, kahraman, mümin zâtın bulunup Fir’avun’u ikaza çalışmış olduğu bildirildiği için bu mücahit zâta bir işâret olmak ve müminlerin değerini yüceltmeye vesîle olmak üzere bu mübârek sûreye böyle “El mü’min Sûresi” adı verilmiştir. Maamafih bir adı da “Elgâfir Sûresi”dir. Diğer bir ismi de “Ettavl Sûresi”dir. Çünkü bu sûrenin üçüncü âyetinde Cenab-ı Hak’kın “gâfir” yâni: Günâhları bağışlayıcı olduğu ve “zittavl” yâni, fazl, lütuf, ihsân ve kudret sâhibi bulunduğunu bildirdiği için bu mübârek sûreye bu isimler de verilmiştir. Bir de bu sûre ile bunu tâkibeden altı sûre-i celîle, “Hâ Mim” harfleriyle başladıkları için bunların yedisine de “Hâ Mim Sûresi” adı verilmiştir. Bu yedi sûre, birbirinin ardından ve Mushaf-ı Şerifteki tertip üzere nâzil olmuştur. Fâziletleri hakkında birçok rivâyetler vardır. Bunlara “Lübabülkur’an = Kur’an’ın seçkin, hâlis sûreleri ve “Dibacülkur’an = Kur’an’ın pek kıymetli atlası ve “Arâisülkur’an” Kur’an’ın çiçekleri adı da verilmiştir. Bu mübârek sûrenin başlıca içeriği şunlardır:

(1): Kur’an-ı Kerimin yüceliği, Cenab-ı Hak’kın birliği ve affedici ve şiddetli azap edici olduğu ve “Ezzümer” sûresinin sonunda müthiş âkıbetleri bildirilen kâfirlere bir kurtuluş çaresi olarak tevbekâr olmalarına işâret buyurulması.

(2): Nûh kavminin ve benzerlerininPeygamberlere karşı tutumları ve nasıl azap gördükleri.

(3): Arşı taşıyan meleklerin özellikleri ve müminler hakkındaki duaları.

(4): Kâfirlerin cehennemdeki durumları ve boş temennîleri.

(5): âlemin Yaratıcısının kutsal varlığı hakkındaki deliller, kâfirlere yönelik ilâhî yasaklar ve tarihî ibretler.

(6): Mûsa Aleyhisselâm’ın Fir’avun’u dine dâveti ve bir mü’min zâtın Fir’avun’a ihtarı.

(7): Fir’avun gibi dinsizlere tâbi olanlar ile olmayanların âkıbetleri.

(8): Resûl-i Ekrem’in sabr ile ve insanları irşâda devam ile yükümlü olması.

(9): Allah Teâlâ’nın kulları hakkındaki çeşitli nîmetleri ve inkârcılara bilâhare vuk’u bulacak pişmanlıklarının bir fâide vermeyeceği.

1. Hâ, Mim.

1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in bağışlayıcı, azabı şiddetli, ilâhlığında ortaktan uzak olan Allah Teâlâ tarafından Peygamber Efendimize ihsân buyurulmuş olduğunu bildiriyor. Kur’an-ı Kerim hakkında ancak kâfir olanların tartışmada bulunacaklarını ve öyle kâfirlerin geçici varlıklarına ehemmiyet verilmemesini beyân buyuruyor. Hz. Nûh’tan itibaren birçok Peygamberlere karşı kendi kavimlerinin muhalefette bulunarak felâketlere uğramış olduklarını, Son Peygamber’e karşı cephe alan dinsizlerin de nihâyet mahv ve yok olacaklarını beyân ile Resûl-i Ekrem’e teselli vermektedir. Şöyle ki: (Hâmîm) Bu mübârek kelime, müteşabihattandır. Bundan maksadın ne olduğunu, Allah’ın ilmine havale ederiz. Bu, Cenab-ı Hak ile arasında bir sırdır. Maamafih bunun Allah’ın bir ismi olduğunu söyleyenler de vardır… Ve şöyle deniliyor ki: “Ha” harfi Allah Teâlâ’nın “hay (diri,), Hamid, (övülmeye lâyık,) Hakîm (hikmet sâhibi,) Hannan (Çokacıyan)” gibi mübârek isimlerinin ilk harflerine ve “Mim” harfi de “Melik (hükümdar), Mucib (duaları kabul edici), Mennan (çok ihsân eden) gibi mukaddes isimlerinin ilk harflerine işâret etmektedir. Bir de deniliyor ki: “Ha Mim” bu sûrenin ismidir. Şöyle de deniliyor ki: Bu sûreye böyle mânası bilinmeyen birer kelime ile başlanılması bunu tâkib edecek âyetlere nazarı dikkati çekmek içindir. Bunlar “ya, elâ” harfleri gibi birer tenbîh, birer uyanma vesîlesi bulunmaktadır.

2. Kitabın indirilmesi, mutlak galip, hakkıyla bilen Allah tarafındandır.

2. Kur’an-ı Kerim gibi bir (Kitabın indirilmesi) Ey Peygamberlerin Sonuncusu!. Sana böyle kutsî bir kitabın ihsân buyurulması, şüphe yok ki, (azîz) mülkünde galip, her şeye kaadir olan ve (alîm) her şeyi tamamen bilip kullarının bütün sözlerini, işlerini ilmen kuşatıcı bulunan (Allah tarafındandır.) O Allah’ın bir vahyidir, levh-i mahfuzdan Cibril-i Emîn vasıtasiyle Son Peygamber’e indirilmiştir. Bütün sûreleri birer mûcizedir, insanlığın yükselmesine bir vesîledir. Artık böyle kutsî bir kitap nasıl inkâr edilebilir?.

3. Günâhı bağışlayan ve tövbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan geniş ihsân sahibi bulunan Allah tarafındandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş Ancak O’nadır.

3. Evet.. O mukaddes kitap (Günâhı örten) dilediği müminleri hakkında insanlık icabı işlemiş oldukları herhangi bir günâhı affeden ve örten (ve tevbeyi kabul eden) küfr ve isyânda bulunmuş olan kullarının bilâhare pişman olup yaptıkları tevbelerini kabul buyuran, küfr ve isyânlarında devam eden dik kafalı kimseler hakkında da (azabı şiddetli olan) ve umum mahlûkatı hakkında (geniş ihsân sâhibi bulunan) fazl ve keremi pek ziyade tecellî edip duran (Allah tarafındandır) o kerem sâhibi mâbud’un kulları için indirilmiş olduğu hakikati beyân eden bir kitaptır.(O’ndan) o Kur’an’ı böyle indirmiş olan Allah Teâlâ’dan (başka ilâh yoktur) ilâhlık ve mâbudluk ancak O’na mahsustur. Ve (dönüş ancak O’nadır) bütün yaratıklar, O’nun mânevî huzuruna sevk edileceklerdir. Dünyadaki amellerine göre mükâfat ve ceza göreceklerdir. Artık bu âkıbeti düşünmeli!. Bu âyet-i kerîme, büyük bir teşvik ve tehdidi içermektedir. İnsanlar, bunun bu yüksek işâretlerine güzelce dikkat ederek ona göre hareketlerini tanzim etmelidirler.

4. Allah’ın âyetleri hakkında kâfir olanlardan başkası mücadelede bulunmaz. Onların şimdilik şehirlerde dolaşıp durmaları seni bir endişeye düşürmesin.

4. (Allah’ın âyetlerinde) Kur’an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın yüceliğini inkâr, evrensel görünümünü söndürmek hususunda (kâfir olanlardan başkası mücadelede) kâfirce bir düşmanlıkta (bulunmaz) ancak onlardır ki, o evrensel nûru inkâra cür’et gösterirler, aleyhinde dedikodu da bulunurlar (onların) öyle ilâhî din düşmanlarının (şimdilik şehirlerde dolaşıp durmaları) büyük servetlere, ticaretlere, maddî kuvvetlere sâhip bulunmaları, ey düşünen mümin kul!. (Seni bir endişeye düşürmesin.) Onların o varlıkları bir imtihan olarak geçicidir. Onlar az sonra küfrlerinin ebedî cezasına kavuşacaklardır. Nitekim bir kısmı daha dünyada iken kavuşmuştur, bir kısmı da ölür ölmez âhirette o cezaya çarpılacaktır. Bu âyeti kerîme, peygamber zamanındaki Şam, Yemen ve diğer taraflardaki İslâmiyet düşmanlarının yakın bir zamanda köklerinin kesileceğine işâret etmektedir, (ve) Onlardan (her kavim, Peygamberlerine kastetmişlerdi) düşmanları az sonra mağlûp ve yok olmuşlardır.

5. Onlardan evvel Nûh kavmi Peygamberlerini yalanlamıştı. Onlardan sonraki guruplar da yalanlamışlardır. Ve her kavim, Peygamberlerine azmetmişlerdi, onuyakalayıversinler diye ve bâtıl ile mücadelede bulunmuşlardı, onunla hakkı gidermek için. Sonra onları yakaladım. Artık cezalandırmam nasıl oldu bir düşünülmelidir!

5. Evet.. (Onlardan evvel) Hz. Peygamber zamanındaki din düşmanlarından önce (Nûh kavmi) de Peygamberlerini (yalanlamıştı) onlar vaktiyle kuvvetli, tek bir topluluk hâlinde bulunuyorlardı, kendilerini irşâda çalışan Hz. Nûh’a karşı düşmanca bir tavır almışlardı (onlardan sonraki guruplar da) Âd ve Semud kavimleri gibi diğer milletler de Peygamberleri yalanlamışlardı. (ve) Onlardan (her kavim, Peygamberlerine kastetmişlerdi) düşmanca bir tavır almışlardı. (O’nu) O kendi Peygamberlerini (yakalayıversinler diye) onlara eziyet vermek, onları mübârek hayatlarından ayırmak için suikastlere cür’et göstermişlerdi. (ve) O câhil kavimler (bâtıl ile mücadelede bulunmuşlardı) aslı esası olmayan, hakikate muhalif bulunan şeylere dayanarak münakaşalara atılmış, o Peygamberlerin akıl ve hikmete uygun olan tebliğlerini dinlememişlerdi. Evet.. Öyle câhilce bir mücadeleye atılmışlardı (onunla hakkı gidermek için) o Peygamberlerin teblîğ ettikleri ilâhî hükümleri aradan kaldırmak maksadiyle öyle câhilce hareketlere cür’et göstermişlerdi. Fakat bu hâlleri devam etmedi. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (sonra onları yakaladım) Onları o küfrleri sebebiyle kahrettiğini, onları zelilce bir hâlde lâyık oldukları azaba kavuşturdum. (artık cezalandırmam nasıl oldu) Onlar nasıl fecî bir sûrette mahv ve yok olup gittiler, onlar dünya tarihinde bir ibret numunesi teşkil ettiler. Artık onların o müthiş âkıbetleri sonraki inkârcılar tarafından düşünülmelidir.

6. İşte öylece Rabbin kelimesi, kâfir olanların üzerine hak olmuştur. Şüphe yok ki, onlar, cehennem ehlidirler.

6. (İşte öylece) Eski ümmetler hakkında gerçekleşmiş olduğu gibi (Rab’bin kelimesi)azap ile hükm ve takdir etmesi, sonraki (kâfir olanların üzerine) de (hak olmuştur) vâcip bulunmuştur. Çünkü sonrakiler de Allah’ın dinine karşı cephe almış, o ilâhî nûru söndürmek istemektedirler. Binaenaleyh bunlar da o eski ümmetler gibi aynı sebeplerden dolayı öyle bir helâke aday bulunmaktadırlar, (şüphe yok ki onlar, cehennem ehlidirler) Onlar da âhirette cehenneme atılacaklardır, lâyık oldukları cezaya kavuşacaklardır. Artık ey Yüce Peygamber!. Sen müteessir olma, onların inkârları, kendilerinin kahrına sebep olacaktır. Allah’ın dini ise onlardan beridir. Bütün kâinat, lisân-ı hâl ve söz ile Kâinatın yaratıcısını birlemeye ve kutsamaya devam etmektedir.

7. Arşı yüklenmiş olanlar ve onun etrafında bulunanlar, Rab’lerini hamd ile tesbîhte bulunurlar ve O’na imân ederler ve imân etmiş olanlar için af dilerler. Yarabbi! Sen herşeyi rahmet ile ilim ile kuşatmışsındır. Artık tövbe etmiş, senin yoluna tâbi olmuş olanları bağışla ve onları cehennem azabından koru diye niyâzda bulunurlar.

7. Bu mübârek âyetler, ilâhî arşın çevresinde bulunan meleklerin Cenab-ı Hak’ka hamd ile ve tesbîh ile ve müminler hakkında bağış talebi ile meşgul olduklarını bildiriyor. O mübârek meleklerin bütün mümin aileleri hakkında ne kadar güzel niyâzlarda bulunduklarını ve Hak Teâlâ’nın himâye buyuracağı kullarının ne kadar büyük bir rahmete kurtuluş ve selâmete kavuşacaklarını müjdeliyor. Artık kâfirlerin inkârına, düşmanlığına bir ehemmiyet verilmemesine işâret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Arşı yüklenmiş olanlar) “Hamele-i Arş” denilen ve meleklerin en yüksek tabakasını teşkil edenler (ve onun) arş-ı alânın (etrafında bulunanlar) yüce arşa âid işleri yönetmekle emrolunan seçkin melekler (Rab’lerini hamd ile tesbîhte bulunurlar) Cenab-ı Hak’kın mukaddes ilâhî vasıflarını hatırlar (ve O’naimân ederler.) Allah Teâlâ’nın birliğini tasdikte, yüce varlığını bütün noksanlardan tenzihte bulunurlar. (ve imân etmiş olanlar için mağfiret dilerler) Müslümanların Allah’ın affına kavuşmalarını Cenab-ı Hak’tan niyâzda bulunur, onların haklarında büyük bir şefkat göstermiş olurlar ve derler ki: (Yarabbi!. Sen her şeyi rahmet ile ve ilm ile kuşatmışsındır.) Senin rahmetin kullarının günâhlarını, kusurlarını affetmeye ve örtmeye fazlasiyle kâfidir ve senin ilmin bütün mahlûkatını kapsayıcıdır, kullarının bütün işlerini, sözlerini kuşatıcı bulunmaktadır. (Artık) Ey Rabbim!. Günâhlardan dolayı (tevbe etmiş, senin yoluna tâbi olmuş) İslâmiyet’in yolunu tâkib ederek bâtıl yolları terkeylemiş (olanlara mağfiret buyur) onları evvelce yapmış oldukları kötülüklerden dolayı bağışla, (ve onları cehennem azabından koru.) O mümin kullarımı koru ve gözet. İşte o kutsal melekler, müminler hakkında böyle bir sevgi ve şefkat gösterir, böyle hayırlı dualarda bulunurlar. Artık o müminlere karşı, dinsizlerin gösterdikleri düşmanlığın ne ehemmiyeti olabilir?. Müminler, öyle yüce zâtların muhabbetlerine, dualarına ulaşmıştırlar. Allah’a hamdolsun.

8. Ey Rabbimiz! Ve onları, kendilerine vaad buyurmuş olduğun Adn Cennetlerine girdir ve onların babalarından ve eşlerinden ve zürriyetlerinden iyi olanları da o cennetlere ulaştır. Şüphe yok ki, mutlak galip, hikmet sahibi olan sensin, sen.

8. Evet.. O mübârek melekler, o müminler hakkında dualarına, niyâzlarına devam ederek derler ki: (Ey Rab’bimiz!. Ve onları) O mümin kullarını (kendilerine) Peygamberleri lisâniyle, semâvî kitaplar vasıtasiyle (vâd buyurmuş olduğun Adn cennetlerine girdir) onları o ebedî, güzel ikâmetgâhlara kavuştur. (ve onların babalarından ve eşlerinden ve zürriyetlerinden iyi olanları da..) Onlardanimân ile ölmüş bulunanları da o cennetlere sok. Tâki, onlar ile de toplanarak o sâyede de pek büyük bir huzura, bir gönül ferahlığına kavuşmuş bulunsunlar. (şüphe yok ki,) Ey Kerem Sâhibi Yaratıcı!, (azîz, hakîm olan) Her şeye galip,her fiili, hikmet gereği olan ancak (sensin sen) Buna inanıyoruz!. Sâid Bin-i Cübeyr Radiyallâhü Teâlâ Anh demiştir ki: Bir zât, cennete girer, der ki: “Yarabbi!. Nerede babam, dedem ve anam?. Ve nerede çocuğum ve çocuğumun çocuğu?. Ve nerede eşlerim?. Denilir ki: Onlar senin amelin gibi amelde bulunmadılar. O da der ki: Yarabbi!. Ben, kendim ve onlar için amelde bulunmuş idim. Artık denilir ki: Onları da cennete girdiriniz. Sonra Sâid Hazretleri, bu âyet-i kerîme’yi okumuştur. “Tefsir-ül Merâğî” Velhâsıl, imân ile âhirete gidenler, er geç cennetlere dahil olacaklardır.

9. Ve onları kötülüklerden koru ve her kimi o gün kötülüklerden korur isen ona muhakkak ki, rahmet etmiş olursun ve işte büyük kurtuluş budur.

9. O mübârek melekler, dualarını daha kapsamlı yaparlar, müminlerin dünyevî ve uhrevî ezalardan korunmalarını niyâz ederler. (Ve) Şöyle duada bulunurlar: (onları) O mümin kullarını (kötülüklerden koru) günâhlardan uzaklaştır, tevbeden evvel yapmış oldukları kötü amellerinin kötü neticelerinden onları muhafaza buyur, onlar ile kendilerini hesaba çekme (ve her kimi o gün) o kıyamet zamanında (kötülüklerden korur isen) onu dünyadaki günâhlarının kötü âkibetine uğratmazda hakkında af ile muamelede bulunur isen (ona muhakkak ki, rahmet etmiş olursun) hakkında pek büyük bir merhametin tecellî etmiş bulunur (ve işte büyük kurtuluş budur) böyle bir ilâhî rahmetin tecellîsine kavuşmaktan ibârettir, artık bu, ebedî bir kurtuluş ve selâmettir. Cenab-ı Hak, bunu cümlemize nâsip buyursun Âmin…

10. Muhakkak o kimseler ki, kâfir olmuşlardır. Onlara nidâ olunacaktır ki: Elbette Allah’ın buğzu sizin kendi nefislerinize olan buğzunuzdan daha büyüktür. Çünkü siz imâna dâvet olunduğunuz zaman küfre devam edip duruyordunuz.

10. Bu mübârek âyetler, kıyamette kâfirlerin nasıl bir azarlama hitabına uğrayacaklarını ve onların cinâyetlerini itiraf edip kaybettiklerini telâfi için dünyaya dönmek temennîsinde bulunacaklarını bildiriyor. Onlara uğradıkları azabın kendi kâfirce, müşrikçe hareketlerinin bir cezası olduğunu ihtar ediyor. Kulları hakkında hükmedecek olan Allah Teâlâ’nın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine işâret eden eserlere tefekkür sâhiplerinin dikkatlerini şöylece çekmektedir, (muhakkak o kimseler ki, kâfir olmuşlardır) Dünyada iken imân etmeyip küfr ve şirk içinde yaşamışlardır. (onlara) Âhirette cehenneme atılacakları zaman melekler tarafından (nidâ olunacaktır ki:) Ey şimdi âhiret âleminde birbirinize karşı mücadelede, lânet okumakta bulunan dinsizler!, (elbette) Sizin hakkınızda imândan kaçınmış olduğunuzdan dolayı (Allah’ın buğzu) yâni: sizin hakkınızda o hikmet sâhibi Yaratıcının gazabı, azabı, şimdi (sizin) bu cehennemde (kendi nefslerinize olan buğzunuzdan daha büyüktür) dünyadaki küfrünüzden ve birbirinizi aldatmış olmanızdan dolayı şimdi ortaya koyduğunuz pişmanlıkların, düşmanlıkların üstünde bir ilâhî azaba uğramış bulunacaksınızdır. (Çünkü siz) Peygamberler tarafından imâna dâvet olunduğunuz zaman (küfre devam edip duruyordunuz) nefslerinizin arzularına ve bir takım dinsizlerin aldatmalarına uymaktan geri durmuyordunuz. Artık bu hak etmiş olduğunuz azap içinde şimdi çırpınıp durunuz. “Makt” kelimesi, buğzun en şiddetli bir çeşidi demektir. Allah’ın buğzundan maksat ise bunun gereği olan gazap ve azap etmektir.

11. Diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün ve bizi iki defa dirilttin. Artık günâhlarımızı itirafta bulunduk, imdi çıkmak için bir yol var mıdır?

11. O kâfirler de kıyamette azaba uğradıklarını görünce (Diyeceklerdir ki: Ey Rab’bimiz!.) Ey bizi dünyada nice nîmetlerle beslemiş olan Yaratıcımız! (bizi iki defa öldürdün ve bizi iki defa dirilttin) yâni: Bizi babalarımızın zürriyetinde ölü mesabesinde bulundurmuş iken sonra dünyaya getirip hayata erdirdin, sonra da bizi dünyada öldürdün, daha sonra da kıyamet gününde yeniden dirilterek hayata kavuşturdun. Yarabbi!. (artık günâhlarımızı itirafta bulunduk) bu kıyamet âlemini inkâr ediyorduk, Allah’ın emirlerine muhalefette bulunuyorduk. Biz şimdi ne kadar inkârcı hareketlerde bulunmuş olduğumuzu anladık (imdi) dünyaya tekrar (çıkmak için bir yol var mıdır?.) Bu âteşten çıkıp tekrar dünyaya varalım, üzerimize düşen vazifeleri yapalım da bu azaptan kurtulmuş olalım. “Bu hâdise, muhakkak sûrette vücuda geleceği için geçmiş zaman kipiyle beyân buyurularak: Dediler ki: Şeklinde ifâde edilmiştir.

12. Onlara cevaben denilecektir ki: Bu, size o sebeptendir ki: Allah, birdir diye beyan olununca siz inkâr ettiniz ve ona ortak koşulacak olursa inanıveriyordunuz. Artık hükm, o pek yüce, pek büyük olan Allah’a aittir.

12. Öyle temennîlerde bulunan kâfirlere cevaben denilecektir ki: (Bu) Âteşte böyle kalmanız (o sebeptendir ki, Allah birdir diye beyân olununca siz inkâr ettiniz) Allah’ın birliğini tasdik etmediniz (ve O’na) o eşsiz Yaratıcıya (ortak koşulacak olursa inanıveriyordunuz) bir müşrik çıkıp da birçok ilâhın varlığını iddia edince siz de onun gibi şirke düşmüş bulunuyordunuz, (artık hükm O pek yüce, pek büyük olan Allah’a âidtir) O Yüce Yaratıcının hükmü kesindir. Artık âhireteintikâl edenlerin bir daha dünyaya dönmeleri takdir edilmiş değildir. Küfr ve şirk üzerine ölenlerin ebedî sûrette cehennemde azap görmeleri hikmet gereğidir.

13. O, O Yüce Yaratıcı dır ki: Size âyetlerini gösteriyor ve sizin için gökten bir rızk indiriyor. Bu âyetleri Hak’ka dönenlerden başkası anıp düşünemez.

13. (Ve O) Yüce Yaratıcı (dir ki,) Ey insanlar!, (size âyetlerini gösteriyor) O’nun birliğine, kudret ve büyüklüğüne işâret eden alâmetler, sizin gözlerinizin önünde parlayıp duruyor. Onları akıllı bir sûrette dikkate almalı değil misiniz?, (ve sizin için gökten bir rızk indiriyor) Yağmurları yağdırıyor, onların vasıtasiyle bütün insanlığın gıdasını teşkil edecek olan çeşit çeşit, rengârenk ürünleri meydana getiriyor. Bunlar, ne kadar birer kudret eseridir, birer ilâhî lütuftur. Bunlar Allah’ın birliği hakkında ne kadar mükemmel birer delil bulunmaktadır. Birçok kimseler ise akıllarını kötüye kullanıyor, gaflet içinde yaşıyor, yanlış telkinlere kulak veriyorlar. Bundan dolâyıdır ki, bu âyetleri Hak’ka (dönenlerden başkası anıp düşünemez.) gaflet içinde yaşarlar, bu âyetler ile, bu yaratılış eserleriyle bunların Yaratıcısının varlığına, birliğine, kudret ve büyüklüğüne delil getirme kabiliyetini zâyi etmiş bulunurlar. Onun içindir ki: Öyle küfr ve şirk içinde yaşar dururlar ve bilâhare onun ebedî cezasına kavuşurlar. Artık tâbîi yeteneğini zâyi etmemiş olan bir insan, öyle kâfirlere hiç tâbi olur mu?.

14. Artık Allah’a dini O’nun için hâlis kılarak ibadet ediniz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.

14. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’ya samimi bir şekilde ibâdet edilmesini emrediyor. Ve o Yüce Yaratıcının diğer bir kısım yüce sıfatlarını bildiriyor. Resûl-i Ekrem’in insanları pek müthiş olan kıyamet günü ile korkutmakla emrolunduğunu gösteriyor ve Hak Teâlâ’nın gizli ve açık her şeyi ilmen kuşatmış olduğunubeyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Güzelce tefekküre, ilâhî âyetleri anlamaya muvaffak olacak olanların madem ki, Hak’ka yönelen zâtlardan ibâret olduğu beyân buyuruluyor (Artık) sizler de ey mümin kullar!. Yalnız (Allah’a) tapınız (dini O’nun için hâlis kılarak ibâdet ediniz) Allah’ın dininden başka din sanılan şeylerin bâtıl olduklarını bilerek tam bir samimiyetle İslâm dininin emirleri doğrultusunda Cenab-ı Hak’ka ibâdet ve itaatte bulununuz, (isterse, kâfirler hoşlanmasınlar) Siz onların sözlerine bir kıymet vermeyiniz, öyle din düşmanlarının lâkırdılarına iltifat etmeyiniz, bırakınız onlar, öyle ilâhî dine olan düşmanlıklarından dolayı kahrolsunlar, siz kendi yüce vazifelerinizi ifâya çalışınız, insanlığın saadeti bu sâyede tecellî eder, düşmanlar da o düşmanlıkları yüzünden elbette ki, bir gün Allah’ın kahrına uğrar giderler.

15. Dereceleri yükselten, arşın sahibi olan Allah Teâlâ, kendi emrinden olan vahyi kullarından dilediğine indirir ki, kavuşulacak gün ile korkutsun.

15. (Dereceleri yükselten) Peygamberin, velilerin, meleklerin mertebelerini yükselten, bir kısım mahlûkatın kabiliyetlerini, bilgilerini, huylarını kat kat arttıran (arşın sâhibi olan) bütün âlemin tabakalarının en muazzamı olan arşın sâhibi ve yöneticisi bulunan (Allah Teâlâ) o hikmet sâhibi mâbud (kendi emrinden dolayı vahyi) mânevî bir ruh mesabesinde olup kabiliyetli kimseler için ebedî bir hayat vesîlesi bulunan semâvî kitapları, âyetleri (kullarından dilediğine indirir) dilediği mümtâz kulunu peygamberlik ve risâletle şereflendirir (ki) o zât (kavuşulacak gün ile) yâni: Ruhların cesetlere ve gökler ile yerlerdeki kimselerin birbirlerine kavuşacakları kıyamet günü ile ümmetlerini (korkutsun) onlara o ceza gününü ihtar ederek kendilerini kulluk şânına lâyık hareketlerde bulunmaya teşvik eylesin.”Yevmüttelak” buluşma günü demektir, bundan maksat, kıyamet günüdür. Çünkü o günde birçok buluşma vuku bulacaktır.

16. Bir gün ki, kabirlerinden dışarı çıkarlar, onlardan hiçbir şey Allah’a karşı gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Tek ve kahhar olan Allah’ındır.

16. (Bir günki) Bir kavuşulacak zaman ki, herkes kabirlerinden vesâir bulundukları yerlerden (dışarı çıkarlar) kendilerini hiçbir şey gizleyemez, bütün hâlleri ortaya çıkmış olur. (onlardan hiçbir şey Allah’a karşı gizli kalmaz) Bütün gizli ve açıkça yaptıkları şeyler, Allah katında bellidir, ona göre haklarında muamele olunacaktır. Artık öyle bir günde Allah tarafından buyurulur ki: Ey Mahlûkat!. Bakınız (bugün mülk kimindir?.) bu kıyamet gününde bütün mahlûkat üzerinde hükmü geçerli olan zât, kimden ibârettir?. Yine Allah tarafından veya bütün mahşer ehli tarafından denilecektir ki: Mülk, mutlak hâkimiyet (tek) ortak ve benzerden uzak ve (kahhâr) her mahlûkuna kudretiyle galib ve hâkim (olan Allah’ındır) işte öyle büyük ve hakikatların tamamen tecellî edeceği bir günü bütün insanların düşünmeleri icâbetmez mi?. “Bârizûn” gizlenmelerine yol bulunmayacak bir şekilde ortaya çıkan kimseler demektir.

17. Bugün her nefis kazanmış olduğu ile cezalandırılacaktır. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz ki, Allah hesabı çabukça görendir.

17. Buyurulacaktır ki: (Bugün) Bu mahşer anında (her nefs) dünyada iken (kazanmış olduğu ile cezalandırılacaktır) herkes hakkında yapmış olduğu hayıra ve şerre göre muamele olunacaktır. İnanan ve iyilik yapan kullar, mükâfatlara nâil olacaklardır. Kâfir ve âsi kullar da lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır, (bugün zulm yoktur) hiçbir kimsenin sevabı azaltılmaz, azabı da artırılmaz. Herkese hak ettiğine göre muameleyapılır. (Şüphe yok ki, Allah hesabı çabukça görendir.) O’na hiçbir şey mâni olamaz. Bütün yaratıkları az bir zamanda muhasebeye tâbi tutmuş, haklarında adâletle hükm vermiş olur. O Yüce Yaratıcının kudreti, ilmi her şeyi kuşatmıştır, Her şeye kâfidir. Bunda kimse şüphe edemez. Artık her insan o günü düşünmeli, ona göre hazırlanmalıdır.

18. Ve onları o yakın gün ile korkut. O vakit ki, yürekler gırtlağa dayanmış olarak korku ile dolmuş bulunur. Zâlimler için ne bir yakın dost vardır, ne de itaat olunacak bir şefaatcı vardır.

18. Cenab-ı Hak, Yüce Peygamberine emr ediyor ki: (Ve) Ey Resûlüm!. Sen (onları) o kavmini (o yakın gün ile korkut) o vukuu yakın olan kıyamet gününü onlara ihtar et, bir mâzeret ileri sürmelerine mahâl kalmasın, ve haklarında ne kadar iyilik sever olduğun tecellî etmiş bulunsun (o vakit ki,) o pek müthiş bir günde ki, (yürekler gırtlağa dayanmış olarak korku ile dolmuş bulunur) herkes o günün dehşetli tesiriyle öyle pek heyecanlı, muztarib bir hâlde bulunmuş olur. Artık o günde (zâlimler için) kendi nefslerine küfr ve şirk ile zulm etmiş kimseler hakkında (ne bir yakın dost vardır) ki, kendisine bir fâidesi dokunsun (ne de itaat olunacak) yâni ne de şefaati kabul edilecek (bir şefaatçi vardır.) ki, o sâyede azaptan kurtulabilsin. Artık o gibi dinsizler, her yardımdan mahrum kalarak cehenneme sevk edilmiş olacaklardır.

§ Azife: Yakın olan şey demektir. Kıyamet de nispeten yakın olduğu için kendisine Azife adı verilmiştir. “Hanâcir” de boğaz, hulkum mânasına olan “hançere”nin çoğuludur. Bu baş ile boyun arasındaki bir et parçasından ibârettir. “Kâzımın” de içlerindeki hüznü, gazap ve düşmanlığı gizleyen, saklayan ve hapseden kimseler demektir. “Hâmim” de fâideli, yakın kimse ve sıcak su mânasınadır.

19. Allah, gözlerin hain bakışını bilir ve kalplerin gizledikleri şeyi de bilir.

19. Evet.. (Allah) Teâlâ bütün kullarının hâllerini bilmektedir. O Hikmet Sâhibi Yaratıcı (gözlerin hain bakışını bilir) gözlerini kötüye kullanıp nâmahremlerine bakanları, kötü bir maksatla etrafa göz atanları bundan dolayı mes’ul tutar, (ve kalblerin gizledikleri şeyi de) Bilir, herkesin kalben ne düşündüğünü, kendisi veya başkaları hakkında hayır mı, şer mi düşünür olduğu Cenab-ı Hak’a tamamen malûmdur. Artık herkes, bu hakikati bilerek ona göre hareketini tanzim etmeli, temiz ve iyilik sever bir kalbe sâhip olmaya çalışmalıdır, gerek kendisi ve gerek başkaları hakkında dine, ahlâka muhalif şeyleri düşünmeğe, işlemeye cür’et etmemelidir. Sonra kendisini onun müthiş mes’uliyetinden kurtaramaz.

§ Hainetül’ayün’dan maksat: Hain gözlerdir ki, bakılması câiz olamayan şeylere gizlice bakar, hırsızlıkta bulunur.

20. Ve Allah, Hak ile hükmeder. O’ndan başka ibadet ettikleri ise bir şey ile hükmedemezler. Şüphe yok ki, hakkıyla işiten, gören ancak Allah’tır.

20. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’nın adâlet ve hakkaniyetle hükmettiğini, kendilerine tapılan putların, bâtıl tanrıların ise hiçbir şey ile hükmetmeye kaadir olmadıklarını beyân ile müşriklerin cehâletlerini teşhir ediyor. Vaktiyle şirke düşmüş, Peygamberlerini inkâr etmiş ve şimdiki müşriklerden daha kuvvetli bulunmuş olan eski kavimlerin günâhları yüzünden başlarına gelen mûsibetlere, felâketlere sonraki müşriklerin dikkatlerini çekmek ve kendilerini tehdit ile uyanmaya dâvet ve ilâhî azabın şiddetini kendilerine ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Allah hak ile hükmeder) Allah’ın emrine riâyet edenler ile etmeyenler hakkında ilâhî adâleti tecellî eder, ilâhî emre uyarak gözlerini, kalblerini gayrı meşrû bakışlardan, düşüncelerden muhafaza edenleri mükâfata erdirir, hilâfına hareket edenlere de azapeder. O müşriklerin (O’ndan) O Hikmet Sâhibi Yaratıcıdan (başka ibâdet ettikleri ise) o putları o bâtıl mâbudları ise (birşey ile hükmedemezler.) çünkü onlar birşey bilemez, bir şeye kaadir olamaz, ehemmiyetsiz şeylerdir, (şüphe yok ki, hakkıyla işiten, gören ancak Allah’tır.) artık öyle her şeye kaadir, her şeyi bilen bir Yüce mâbud var iken ibâdet ve itaati O’na mahsus kılmayıp da öyle ehemmiyetsiz, âciz, fâni şeylere nasıl ibâdet edilebilir?. O müşrikler, öyle hareketlerinin mesuliyetini, müthiş neticesini hiç düşünmezler mi?.

21. Yeryüzünde bir gezip dolaşmadılar mı ki, bakıversinler ki: kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuştur. Onlar, bunlardan kuvvetçe ve yerdeki eserlerce daha şiddetli idiler. Sonra onları günâhları sebebiyle yakaladı ve onlar için Allah’tan bir koruyucu bulunmadı.

21. O son zamanlardaki müşrikler, inkârcılar (Yeryüzünde bir gezip olaşmadılar mı ki:) ticaret için, seyahat için muhtelif beldelere gitmediler mi ki, onlar bir ibret gözüyle (Bakıversinler ki, kendilerinden evvel) yeryüzünde yaşamış (olanların âkıbetleri nasıl olmuştur) Âd ve Semud kavimleri gibi geçmiş milletler, küfrleri yüzünden ne gibi fecî felâketlere uğramışlardır. Bunlar, o eski kavimlerin o müthiş tarihî hâllerini bir düşünmeli değil midirler?, (onlar) o eski milletler (bunlardan) bu asr-ı saadetteki müşriklerden, inkârcılardan (kuvvetçe ve yerdeki eserlerce daha şiddetli idiler) o eski kavimler, daha büyük kuvvetlere, servetlere sâhip idiler, daha muazzam şehirler, kal’alar, köşkler vücuda getirmişlerdi. Hâlâ o eserlerden bir kısmı görülmektedir. Halbuki, aradan bir nice sene geçmiştir, (sonra Allah onları günâhları sebebiyle yakaladı) onları yakalayıp cezalandırdı (ve onlar için Allah’tan bir koruyucu bulunmadı) o kendilerinetaptıkları putları bâtıl mâbutları, kavimleri kendilerine yönelen felâketlerden aslâ koruyamadılar. Artık ey şimdiki müşrikler!. Siz onlardan bir ibret dersi almalı değil misiniz?. Size yönelecek felâketlerden artık sizi kim koruyabilecektir?.

22. Bunun sebebi ise şüphe yok ki, onlara Peygamberleri apaçık âyetler ile gelir olmuşlardı. Onlar ise hemen inkâr etmişlerdi. Artık Allah onları yakaladı. Muhakkak ki: O, çok kuvvetlidir, azabı çok şiddetlidir.

22. (Bunun sebebi ise) O eski kavimlerin öyle Allah’ın kahrına uğramış olmalarına sebebiyet vermiş olan hâl ise (şüphe yok ki, onlara Peygamberleri apaçık âyetler ile gelir olmuşlardı) kendilerinin Allah tarafından gönderilmiş birer yüce Peygamber olduklarına açıkça işâret eden mûcizeler ile veya açık ve parlak olan hikmetli hükümler ile gönderilmişlerdi. (Onlar ise) O müşrik kavimler ise o zâtları (hemen inkâr etmişlerdi) o zâtları tasdik etmemiş, emirlerine itaatte bulunmamışlardı. (Artık, Allah onları yakaladı) onları ilâhî gazabına mâruz bıraktı. (muhakkak ki, O) Yüce Yaratıcı (çok kuvvetlidir) dilediğini vücuda getirmeğe fazlasiyle kaadirdir ve O’nun inkârcılar hakkındaki (cezası çok şiddetlidir) artık sonraki inkârcılar da o eski inkârcıların başlarına gelmiş olan o müthiş felâketleri bir kerre düşünmeli değil midirler?. O müthiş tarihî hâdiselerden bir ibret dersi almalı değil midirler?. Nedir bu kadar gaflet ve cehâlet!.

23. And olsun ki, Mûsa’yı âyetlerimizle ve apaçık bir delîl ile gönderdik.

23. Bu mübârek âyetler de Peygamberlerine karşı muhalif cephe alan kavimlerin helâkine âid bir meşhur kıssayı söz konusu ederek Resûl-i Ekrem’e teselli vermiş oluyor. Tanrılık iddiasında bulunan Fir’avun’un Hz. Mûsa ile diğer müminlere karşı gösterdiği şiddetli düşmanlığı bildiriyor. Mûsa Aleyhisselâm’ın dao düşmanlarına karşı Cenab-ı Hak’ka sığınmış olduğunu beyân ile müminlere şöylece pek yüce bir uyulacak örnek göstermekte bulunmaktadır. (And olsun ki, Mûsa’yı âyetlerimizle) bir nice mûcizeler ile (ve apaçık bir kesin emir ile) bir kat’i delil ile, savunması mümkün olmayan bir hârika ile (gönderdik) ejderha, kesilen âsa ve güneş gibi parlayan Yed-i Beyza bu cümleden bulunuyordu.

24. Firavun’a ve Hâman’a ve Karun’a gönderdik. Dediler ki: o bir sihirbazdır. Bir yalancıdır.

24. Evet.. O Yüce Peygamber, öyle harikulâde bir kuvvet ile (Fir’avun’a) Mısır hükümdarına (ve) onun veziri olan (Hâman’a ve) Mısır’ın ileri gelenlerinden olan (Karun’a gönderdik) onları îmana dâvet etmekle görevli kıldık. O dinsizler ile (dediler ki:) O Mûsa (Bir sihirbazdır) Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğuna dâir olan iddiası, gerçeğe aykırıdır. O lânetli inkârcılar, Mûsa Aleyhisselâm’a karşı koymaktan âciz kaldıkları için böyle bir iftiraya cür’et etmişler insanların ona tâbi olmalarına meydan vermemek için büyük bir cinâyete lüzum göstermişlerdi.

25. Vaktaki, onlara bizim tarafımızdan hak ile geliverdi, dediler ki: Onunla beraber imân edenlerin oğullarını öldürünüz, kadınlarını da diri bırakınız. Kâfirlerin hilesi ise bir sapıklıkta bulunmaktan başka bir şey değildir.

25. (Vaktaki,) Mûsa Aleyhisselâm (onlara) o Fir’avun ile ona tâbi olanlara (bizim tarafımızdan hak ile geliverdi) bir kısım mûcizeler ile, Allah’ın birliğine âid âyetler ile ve reddi mümkün olmayan deliller ile Peygamber gönderilmiş oldu. O inkârcılar (dediler ki: Onunla) Hz. Mûsa ile (beraber îman edenlerin) onu tasdik edip onun emrine tâbi olanların (oğullarını öldürünüz) İsrâiloğulları’nın erkeklerini azaltınız onların kuvvetlenmelerine engel olunuz (kadınlarını da) hizmetlerinizde bulunmak üzere (diribırakınız) onları öldürmeğe lüzum görmeyiniz. Halbuki, o gibi (kâfirlerin) öyle (hilesi ise) bir takım çarelere başvurmaları ise kendilerine bir fâide verecek değildi. O ancak (bir sapıklıkta bulunmaktan başka değildir.) Onları arzularına aslâ kavuşturamaz, Allah’ın takdirine hiçbir şey engel olamaz. Fir’avun, vaktiyle İsrâiloğulları’nın dünyaya gelen erkek çocuklarını öldürtmüştü. Hz. Mûsa dünyaya geldikten sonra öldürme cinâyetine nihâyet verilmişti. Bilâhare Hz. Mûsa Peygamberlikle görevlendirilip Fir’avun’u vesâire tevhid dinine dâvet edince Fir’avun ile ona tâbi olan dinsizler, tekrar böyle bir kâtil hâdisesine lüzum görmüşlerdi.

26. Ve Firavun dedi ki: beni bırakınız Mûsa’yı öldüreyim ve O Rabbine dua ediversin. Şüphe yok ki, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkarım.

26. (Ve Fir’avun) Kendisine tâbi olan reislere hitaben (dedi ki: Beni bırakınız) bana muhalefette bulunmayınız (Mûsa’yı, öldüreyim) onun dininin yayılmasına meydan bırakmış olmayayım. (ve O, Rab’bine dua ediversin) eğer hakikaten Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber ise Allah onu korusun. Mel’un Fir’avun bir alay yoluyla böyle konuşmada bulunmuş, Hz. Mûsa’nın yalan söylediğini, kendisini koruyacak bir mâbudun bulunmadığını söylemek istemişti. Ve kavmine hitaben şöyle demişti: (şüphe yok ki,) Mûsa Aleyhisselâm (sizin dininizi değiştireceğinden) sizi hükümdarınıza ve putlarınıza tapmaktan alıkoyacağından (veya yeryüzünde bir fesat çıkarmasından) bir ihtilâfa, bir ihtilale, bir vuruşmaya meydan vereceğinden (korkarım) öyle dininize ve dünyanıza âid bir değişiklik, bir sıkıntı vücuda gelmemesi için onun öldürülmesi, uygun olacaktır. Fir’avun’a tâbi olan reisler ise Hz. Mûsa’nın öldürülmesini uygun görmemişlerdi. Diyorlardıki: Onu öldürmek, bizim ona karşı ilm ve delil bakımından âciz bir kimsedir, bir sihirbazdan başkası değildir, bununla beraber belki Fir’avun da Hz. Mûsa’yı öldürmeye cür’et edemiyordu. O yüzden başına bir felâket geleceğini kalben seziyordu, kendi aczini korkusunu göstermemek için bu öldürme olayına ileri gelenlerin mâni olduğunu göstermek istiyordu.

27. Mûsa da dedi ki: Şüphe yok hesap gününe îmân etmeyen her kibirli kimseden dolayı ben Rabbime ve Rabbinize sığınırım.

27. Hz. (Mûsa da) o mel’un Fir’avun’un bu maksadından haberdar olunca (dedi ki: Şüphe yok, hesap gününe îman etmeyen) kıyametin vukuuna inanmayan Fir’avun gibi (her kibirli) bencil, kalb katılığına müptelâ olan, hakkı kabulden kaçınan (kimseden dolayı) onun şerrinden, suikasdinden emin olmak duasıyla ey mümînler!. (ben Rab’bime ve Rab’binize) Hepimizin de yaratıcısı, terbiye edicisi, mâbudu olan Allah Teâlâ’ya (sığındım) o Yüce Yaratıcı, beni ve benim gibi ilâhî dine hizmet edenleri elbette ki, muhafaza buyurur. Mûsa Aleyhisselâm’ın bu yüksek beyânları gösteriyor ki: Her mü’min için lâzımdır ki, herhangi bir müşkil durumdan, herhangi bir düşmanın hilesinden, suikastinden emin olabilmesi için dâima Cenab-ı Hak’kın koruma ve himâyesine sığınmalıdır, O’ndan yardım beklemelidir. Hz. Mûsa’nın maksadı, mutlak olarak dinsizler, zâlimler olduğu için Fir’avun’un ismini açıkça söylemeye lüzum görmemiştir.

28. Ve Firavun’un âilesinden olup imânını saklayan bir mü’min kişi dedi ki: Bir erkeği “Rabbim Allah’dır” dediğinden dolayı öldürecek misiniz? Halbuki, size Rabbinizden apaçık mucizeler ile gelmiştir. Ve eğer yalancı ise onun yalanı, kendi aleyhinedir ve eğer doğru ise korkuttuklarının bir kısmı size İsabetedecektir. Şüphe yok ki: Allah, müsrif, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez.

28. Bu mübârek âyetler de Fir’avun’un kavmi arasında bulunup îmanını saklayan bir zâtın Hz. Mûsa’yı pek hikmetli bir şekilde müdafaada bulunmuş, O’nun hayatına kastedenlere ne kadar güzel bir şekilde öğüt vermiş olduğunu bildiriyor. Fir’avun’un da o zâta ne şekilde cevap vermiş olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Fir’avun’un ailesinden) Yâni Onun yânındaki reislerden, eşraftan (olup îmanını saklayan bir mü’min kişi) ki: Bu, bir rivâyete göre Fir’avun’un amcası oğlu imiş, gizlice Hz. Mûsa’ya îman etmiş, idi. bununla beraber Fir’avun’un karısı da îman etmiş idi. Kıptilerden imân eden bu iki zât bulunuyordu. Veyahut bu zât garip bir mümin idi veya İsrâiloğulları’ndan idi. Fir’avun’un teklifini red için filozofça bir tarzda (dedi ki: Bir erkeği “Rab’bim Allah’tır” dediğinden dolayı öldürecek misiniz?.) bu nasıl uygun olabilir?, (halbuki,) O, boş bir iddiada bulunmuyor, bilâkis (size Rab’binizden apaçık mûcizeler ile gelmiştir) bütün bunlar, O’nun doğru sözlü olduğuna şehadet ediyor, (ve eğer) O, faraza (yalancı ise O’nun yalanı kendi aleyhinedir) günâhı O’na âidtir. O’ndan size bir zarar dokunmaz. (ve eğer doğru ise) ki, O’nun doğruluğu, gösterdiği mûcizeler ile ortaya çıkmış bulunuyor (korkuttuklarının bir kısmı) olsun elbette (size isâbet edecektir.) Elbette ki, az çok bir azaba uğrayacaksınızdır. Bu âkıbeti düşünmek icâbetmez mi? Ne için O’nun hayatına kastetmek istenilsin?. Bu zâtın açıklaması, pek hikmetli ve normal bir şekilde olan büyük bir şekilde olan büyük bir sakındırma demektir. Adeta denilmiş oluyor ki: O Peygamberin bildirdiği azapların, felâketlerin hepsi değil, bir kısmı bile size isâbet edecek olsa sizi mahva yine kâfidir, ondan kaçınmak gerekmektedir. Artık ne için böyle bir âkıbeti düşünmüyorsunuz?. (Şüphe yok ki, Allah, müsrif) Haddi aşan,bozgunculukta bulunan ve (yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez.) onun elinde bir takım hârikalar vücuda getirmez. Binaenaleyh eğer Mûsa Aleyhisselâm, hâşâ bir müsrif, bir yalancı olsa idi elbette ki, öyle muazzam mûcizeleri ile desteklenmiş bulunamazdı. Ve faraza müsrif ve yalancı bulunmuş olsa elbette ki, bir gün lâyık olduğu cezaya kavuşacaktır. Artık O’na sizin tecâvüzünüz nasıl uygun olabilir?, ve bu açıklamada şöyle bir taşlama da vardır. Ey Fir’avun!. Ve ey ona tâbi olanlar!. Siz o zâtın hayatına kastetmekle israfta bulunuyorsunuz ve Fir’avun’un Rablığını iddia ise sırf bir yalandır. Artık siz bu fenâ vasıflarınızın korkunç neticesini biraz düşünün.

29. Ey kavmim! Bugün mülk sizin içindir. Yerde yükselmişler bulunuyorsunuz. Fakat eğer bize Allah’ın azabı gelirse bize kim yardım edebilir? Firavun, dedi ki: Ben size uygun gördüğüm kanaatim ne ise ancak onu gösteriyorum ve ben doğru yoldan başkası için size rehberlik edici değilim.

29. O Mümîn zât, nasihatlarına devam ederek dedi ki: (Ey kavmim!. Bu gün mülk sizin içindir) Bu yurtta hâkim mevkiinde bulunuyorsunuz!. (Yerde) Bu Mısır ülkesinde (yükselmişler bulunuyorsunuz) İsrâiloğulları üzerine üstün gelmiş bir hâldesiniz, (fakat eğer bize Allah’ın azabı gelirse) Hz. Mûsa’nın hayatına kastedildiğinden dolayı üzerimize bir müthiş ilâhî ceza gelirse (bize kim yardım edebilir?) elbette ki, bir kimse yardım edemez, hepimiz de mahvolur gideriz. Bu mü’mîn zât, pek hikmetli bir tarzda nasihat vermiş, size bir azap gelirse demeyip bize teveccüh ederse diyerek kendisini müstesnâ tutmamıştır. Kendi hakkında bir varlık, bir istisna gösterme töhmetinden kendisini korumuştur. Bu sûretle de kendisinin iyilik sever olduğunu göstererek muhataplarının kalblerini hoş etmeye çalışmıştır. Ve bu beyân tarzı ile sözlerinin tesirini, kıymetini arttırmıştır. İşte vaizler içinbu bir numune teşkil etmektedir. Bu muhterem mü’mîne cevaben (Fir’avun dedi ki: Ben size uygun gördüğüm reyim ne ise ancak onu gösteriyorum.) ileri sürdüğüm görüşü diğer görüşlerden daha doğru görüyorum da onun için onu size bildiriyorum. (Ve ben doğru yoldan başkası için size rehberlik etmekte değilim) Yâni: Öldürülmelerini istediğini kimselerin öldürülmeleri menfaatinize uygun olacağı içindir ki, ben öyle bir teklifte bulunmuş oluyorum. O tâkibedilecek yol, bu benim göstermiş olduğum yoldan başkası değildir. Mel’un Fir’avun, korkular, tereddütler içinde bulunduğu hâlde böyle bir yiğitlik göstermek kurnazlığında bulunmuştur.

30. İmân eden zât da dedi ki: Ey kavmim! Şüphe yok ki, ben sizin üzerinize Ahzâb gününün benzerinden korkuyorum.

30. Bu mübârek âyetler de Fir’avun’un kanaatindeki ısrarına karşı o mü’min zâtın kavmine daha başka bir üslup ile nasihatte bulunmuş olduğunu bildiriyor. Bir takım eski kavimlerin küfrleri yüzünden nasıl helâk olup gitmiş olduklarını bir ibret örneği olarak ihtar eylemiş olduğunu nakl ediyor. Kıyamet gününün dehşetinden korkmakta olduğunu ve o gün hiç bir kimseyi Allah’ın azabından kurtarmaya bir kimsenin kaadir olamayacağını o zâtın bildirmiş bulunduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Mûsa Aleyhisselâm’ın peygamberliğine (İmân eden zât da dedi ki: Ey kavmim!.) eğer size Fir’avun’un sözlerine kıymet verir de Hz. Mûsa’yı yalanlar, O’na saldırıda bulunur iseniz (Şüphe yok ki, ben sizin üzerinize Ahzab gününün benzerinden korkuyorum.) sizin başınızda öyle bir felâketin gelmesi düşünülebilir.

§ Ahzâb: Cemaatler, guruplar demektir. Burada Peygamberlerine karşı muhalefette bulunarak fırkalara ayrılmış olan kavimler mânasınadır.

31. Nûh ve Âd ve Semud kavminin ve onlardan sonrakilerin durumu gibi toplulukların başlarına gelenlerden korkuyorum ve Allah kulları için bir zulüm dileyecek değildir.

31. Evet sizin başınıza da (Nûh) kavminin (ve Âd) kavminin (ve Semud kavminin) öyle kuvvetli milletlerin (ve onlardan sonrakilerin) Lût kavmi gibi inkârcı gurupların (adeti mislinden…) korkuyorum. O kavimlerden her biri, küfr ve isyânı yüzünden birer müthiş azaba uğramış mahvolup gitmişti. Şimdi size de böyle küfrünüzde devam eder, Hz. Mûsa’ya suikastte bulunursanız, sizin de öyle bir helâke uğramanızdan pek korkulur. Öyle inkârcıların azaplara uğramaları bir ilâhî sünnet gereğidir. Artık siz de öyle müthiş bir âkıbeti bir düşününüz, (ve Allah kulları için bir zulm dileyecek değildir.) Kullarına günâhları olmaksızın azap etmez, onlardan zâlim, kâfir olanları da cezasız bırakmaz. Yüce Yaratıcı’nın bütün kavimler hakkındaki ilâhî fiilleri birer adâlet gereği olup birer hikmete dayanmış bulunmaktadır.

§. De’b: Âdet demektir, bir şeyi bir ciddiyetle diğer bir şeye ulaştırmak mânasında da kullanılmaktadır.

32. Ve ey kavmim! Ben sizin üzerinize o bağrışıp çağrışma gününden korkuyorum.

32. (Ve ey kavmim!. Ben sizin üzerinize) Kıyamet gününden (o bağrışıp çağrışma gününden) insanların birbirlerine nidâ ederek yardımdan bulunacakları zamandan veya eyvah, yazıklar olsun diyerek büsbütün helâk olmalarını temennî edecekleri müthiş bir hengameden (korkuyorum.) sizler de Peygamberinize muhalefette ısrar ederseniz, sizin de başınıza öyle bir felâketin gelmesi kararlaştırılmıştır. Bu ne kadar müthiş bir felâkettir!. Bunu siz hiç düşünmez misiniz?.

§. Tenad: Kelimesi, birbirine seslenmek mânasınadır. Toplamak mânasındakullanılmaktadır. Cennet ehli ile Cehennem ehli birbirine nidâ edecekleri için kıyamet gününe “yevmi Tenad” denilmiştir.

33. O arkanıza dönüp gideceğiniz gün sizin için Allah’tan bir koruyacak yoktur ve her kimi Allah saptırırsa artık onun için doğru bir yola iletecek de yoktur.

33. Evet.. Ey kavmim!. Biliniz ki: (O arkanıza dönüp gideceğiniz gün) Yâni: Kıyamette durak yerinden âteşe sevk edileceğiniz zaman veya âteşten kaçıp kurtulmak isteyeceğiniz an (sizin için Allah’tan) O’nun elem verici azabından (bir koruyacak yoktur.) sizi hiçbir kimse himâye edemeyecektir, siz âteşten çıkıp kaçacak olsanız bile yine derhal âteşe iâde edileceksinizdir. (ve her kimi Allah sapıtırsa) herhangi bir kulunu o kulun kötü irâdesinden dolayı hidâyetten mahrum bırakırsa (onun için) o kul için (doğru bir yola iletecek) bir kimse (yoktur) öyle bir şahsı hiçbir kimse hidâyete ulaştıramaz. Binaenaleyh bir hidâyet ve kurtuluş yolunu tâkibe muvaffak olmak isteyen her insan için gerekir ki, aklım, kabiliyetini güzelce kullansın, ilâhî tebliğlere itaat ederek nefsinin boş, zararlı eğilmlerine mağlûp olmasın, dinsizlikleri yüzünden felâketlere uğramış olan kavimlerin tarihî durumlarından bir ibret dersi alsın ve Cenab-ı Hak’tan muvaffakiyetler niyâz etsin.

34. And olsun ki, evvelce Yûsuf size açık deliller ile gelmişti, o vakit O’nun size getirdiği O’nun size getirdiği şeylerden dolayı şüphe içinde durmaktan ayrılmamıştınız. Ne zamanki, vefat etti, dediniz ki, Allah ondan sonra elbette bir Peygamber göndermeyecektir. İşte Allah haddi aşan, şek içinde bulunan kimseyi böyle şaşırtır.

34. Bu mübârek âyetler de Hz. Mûsa’ya îman etmiş olan zâtın kavmini kınayarak onların evvelce de peygamberleri olan Hz. Yusuf hakkında şek ve şüphe içinde bulunmuş olduklarını ihtar ve sapıklığa düşenlerinhidâyete eremeyeceklerine dâir bir misâl irâd etmiş olduğunu bildiriyor ve bir kesin delile dayanmaksızın dinî hususlarda yapılan mücadelelerin ne kadar kınanmış olduğunu şöylece beyân buyurmaktadır. (And olsun ki,) Ey Kıpt gurubu !. (evvelce) Mûsa Aleyhisselâm’dan önce (Yusuf) Aleyhisselâm da (size) sizin gibi yanlış inançlarda bulunan atalarınıza (açıkça deliller ile) açık mûcizeler ile, kanıtlar ile (gelmişti) fakat siz (o vakit O’nun size getirdiği şeylerden) Allah’ın dini adına teblîğ ettiği hükümlerden, Allah’ın birliğine âid beyânlardan (dolayı şüphe içinde durmaktan ayrılmamıştınız) yâni: Ecdâdınızın o şek ve şüpheleri bugün sizin aranızda da devam edip durmaktadır, (vaktaki,) Hz. Yusuf (vefat etti, dediniz ki: Allah O’ndan sonra elbette bir Peygamber göndermeyecektir.) yâni: Onlar Hz. Yusuf’un peygamberliğinden dolayı şek ve şüphe içinde bulundukları gibi başkalarının Peygamber gönderilmeyeceğine de kesin şekilde hükm etmekte bulunmuşlardı. Onların âdetleri; böyle câhilce kanaatlerde, hükümlerden de bulunmaktan ibâret idi. (işte Allah, haddi aşan) O kıptîler gibi şirke düşen ve (şüphe içinde bulunan) bir nice deliller ile sâbit hakikatleri inkâr edip vehme kapılan, bir takım dinsizleri taklit eden (kimseleri böyle şaşırtır.) böyle yanlış düşüncelere müptelâ kılar, artık gözleri önünde parlayan bir nice hakikatları göremez olurlar.

35. Onlar ki, kendilerine gelmiş hiçbir delîl olmaksızın Allah’ın âyetlerinde mücadelede bulunurlar. Allah katında ve îmân edenlerin yanında büyük bir gazap vesilesi olmuştur. İşte Allah, her kibirli ve zorbanın kalbini öyle mühürler.

35. (Onlar ki,) Öyle müsrif, şüphe içinde yaşayıp duran kimseler ki, (kendilerine gelmiş olan bir delil olmaksızın) hiçbir aklî ve naklî delil bulunmaksızın yalnızca bir vehm vekendini beğenmişlik eseri olarak (Allah’ın âyetlerinde mücadelede bulunurlar.) düşmanca, inkârcı lâkırdılara cür’et gösterirler. Onların o câhilce, edepsizce münakaşaları, konuşmaları (Allah katında ve îman edenlerin yanında büyük bir gazab vesîlesi olmuştur.) onların, o vaziyetleri, haddizâtında pek nefret verici ve Allah’ın azabına yol açıcıdır, hakikî mümînlerin nefretlerini, düşmanlıklarını coşturmaya vesîledir. (işte Allah) O şek ve inkâr içinde yaşayan kimseler gibi (her kibirli) kendisini gören (zorba) gaddar, tevhit dinini kabulden kaçınan ve kendi bâtıl fikrini başkalarına aşılamaya çalışan ve zâlim (olanın kalbini öyle mühürler) artık hakikatları görmeğe ve Allah’ın dini ile varlığını aydınlatmaya muvaffak olamaz. Kendisinden öyle inkârcı, aşırı hareketler ortaya çıkar, durur. Binaenaleyh bir insan, kendi haddini bilmelidir, bilgi ve irfân yoluyla öğrenmediği bir mesele hakkında kendi kendine mütalâalarda bulunmaya cür’et etmemelidir, bir takım yanlış yorumlara kalkışmamalıdır, hikmetini anlamadığı ilâhî bir hükm hakkında inkârcı bir tavır almak alçaklığını işlememelidir. Çünkü dînen sâbit olan hükümlerden, meseleler, hikmet ve menfaatin tâ kendisidir, isterse bir takım kimseler, onların zevkine varamasınlar.

36. Ve Firavun dedi ki: Ey Hâman! Benim için bir yüksek köşk yap, Belki, ben yollara ulaşırım.

36. Bu mübârek âyetler de Fir’avun’un ne kadar inkârcı ve inatçı olduğunu gösteriyor. Hz. Mûsa’nın peygamberliğini inkâr ve onunla alay etmek için havalara yükselip Mûsa Aleyhisselâm’ın mâbudunu görmek istediğini vezirine söylemiş olduğunu bildiriyor ve Fir’avun’un ne kadar sapık ve hüsrâna uğramış olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Fir’avun) o mü’min zâtın ihtarını ve nasihatlarını dinledikten sonra (dedi ki: Ey Hâman!.) Ey vezirim!, (benim için bir yüksekköşk yap) bir rasathane vücuda getir, oradan çıkıp seyredeyim (belki ben yollara ulaşırım) göklerin kapılarına yaklaşırım.

37. Göklerin yollarına ererim de Mûsa’nın Allah’ını görürüm ve şüphe yok ki, ben O’nu bir yalancı sanıyorum. Ve işte Firavun için kötü âmeli öylece süslendirilmiş oldu ve yoldan saptırıldı ve Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.

37. Evet.. Belki o rasathane vasıtasiyle (Göklerin yollarına) ererim, oradan Mûsa’nın ilâhını eğer var ise görmüş bulunurum (ben O’nu) Hz. Mûsa’yı (bir yalancı sanıyorum) O’nun için semâlarda bir ilâh olup da O’nu Peygamber göndermiş olduğuna inanmıyorum, (ve işte Fir’avun için kötü ameli öyle süslendirilmiş oldu) Şeytan öyle şaşkınlığa düşürmüştü, mâkul olmayan iddialarda bulunuyordu, (ve) Doğru (yoldan saptırıldı) Hz. Mûsa gibi yüce bir Peygamberin sözlerine itimat etmeyerek öyle yanlış yolları tâkib etmek istedi (ve Fir’avun’un hilesi) Mûsa Aleyhisselâm’ın peygamberliğini inkâr ve ibtâl hususundaki baş vurmak istediği çareler (tamamen boşa çıktı) o husustaki çalışmaları boşa gitmiş, kendisinin helâkine bir sebep teşkil etmiş bulundu. Fir’avun’un öyle bir emrde, arzuda bulunması, şöyle üç sûretle tasavvur olunabilir:

1. Fir’avun, haddizâtında ahmak bir şahıs olduğu için yüksek bir makamdan gökleri, yıldızları gözetlemekle semâda bir Tanrının bulunup bulunmamasını anlamak istemiştir. Bu ise büyük bir aptallık eseridir. Zâten kendisinin tanrılık iddiasında bulunması da böyle bir ahmaklıktan, Kâinatın Yaratıcısı’nı inkârdan başka bir şey değildir.

2. Fir’avun kurnaz, kendi menfaatine düşkün bir şahıs idi. Kâinatın Haalık’ını kendisinin göremeyeceğini takdir ederdi. Yalnız bir alay ve küçümseme maksadiyle böyle bir tekliftebulunmuş, Mûsa Aleyhisselâm’ın peygamberliğini inkâr etmek istemişti.

3. Fir’avun, kendisinin âciz bir şahıs olduğunu elbette ki, bilirdi. Fakat kavminin cehâletinden ve dünya varlığına tapındıklarından istifâde ederek Rablık iddiasında bulunmuştu ve onların ahmaklıklarından faydalanarak böyle bir teşebbüste bulunmak istemişti. Kavmi ise o kadar ahmak, o kadar dünyaya düşkün idi ki, Fir’avun’un âciz, fâni bir mahlûk olduğunu anlamıyorlardı, ona tapınıyorlardı. Onun bir tanrı olduğuna inanıyorlardı, onun da ölüme mahkûm, fâni bir mahlûk olduğunu hiç düşünemiyorlardı. İşte öyle câhil bir güruha karşı o şeytan fikirli Fir’avun, tanrılık iddiasında bulunuyor, âdeta onlar ile eğleniyordu. İşte o hâl, öyle bir muhitteki cehâletin bir çirkin neticesinden başka değildir.

38. İmân eden zât ise dedi ki: Ey kavmim bana tâbi olunuz, sizi doğru yola götüreyim.

38. Bu mübârek âyetler de o îman eden zâtın, sapıklıkta devam eden kavmini tekrar irşâda çalıştığını gösteriyor, onların çabucak geçen dünya varlığına kapılarak âhiret hayatını unutmalarını ihtar etmiş olduğunu bildiriyor. Güzel amellerin kat kat mükâfatlara sebep olacağını bildirmiş ve kendilerini Allah’ın yoluna dâvet etmiş olduğunu açıklıyor. Kendisinin ne kadar iyilik sever olup., kavmini bir kurtuluş yoluna dâvet etmekte olduğunu, kavminin ise onu hak dâvetinden mahrum bir şeye dâvet ve âteşe sevk etmek istediklerini beyân ederek nihâyet kavmini ilâhî azabıyla korkutmak ve kendi işlerini Cenab-ı Hak’ka havale etmiş olduğunu nakleylemektedir. Şöyle ki: Mûsa Aleyhisselâm’ı tasdik edip (İmân eden zât ise) nasihatlarına devam ederek (dedi ki: Ey kavmim!. Bana tâbi olunuz) sözlerimi kabul ediniz (sizi doğru yola götüreyim.) gireni, maksuduna kavuşturacak olan bir yola rehberlik edeyim.

§. Reşâd; Cehâlete, azgınlığa, sapıklığa muhalif olan şey. Kuvvetli akıl sâhibi olmak mânasınadır.

39. Ey kavmim! Bu dünya hayatı geçici bir eğlenceden ibârettir ve ahiret ise şüphe yok ki, o bir ebedî karargâhtır.

39. (Ey kavmim!. Bu dünya hayatı bir geçimlikten ibârettir) Kendisinden geçici bir zaman için istifâde edilir, yok olmaya yüz tutar ve sâhibinin vefatiyle dinden çıkar, (ve âhiret ise şüphe yok ki, o, bir ebedî karargâhtır.) O’nun yokluğu söz konusu değildir, ondan başka bir âleme intikâl de düşünülmüş değildir. Binaenaleyh asıl o âhiret hayatını güzelce temine çalışmalıdır.

40. Herkim bir kötülük yaparsa mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve her kim erkek olsun kadın olsun imân sahibi olduğu hâlde bir sâlih amelde bulunursa işte onlar cennete giriverirler, orada hesapsız derecede rızıklanırlar.

40. (Her kim) Bu dünyada iken (bir kötülük yaparsa) âhirette (mislinden başkasiyle cezalandırılmaz) herkes kötü ameline eşit bir şekilde ceza görür (ve her kim erkek olsun kadın olsun îman sâhibi olduğu hâlde bir sâlih amelde bulunursa işte onlar) öyle dünyada iken güzel amelde bulunmuş olan mümîn zâtlar (cennete giriverirler) cennetin nîmetlerinden istifâde eder dururlar (orada hesapsız derece rızıklanırlar) güzel amellerinin kat kat sevabına ulaşmış bulunurlar. Artık o nîmetleri ilelebed devam eder. Artık böyle bir selâmet ve saadete kavuşmak için daha dünyada iken güzel amellerde bulunmak icâbetmez mi?.

41. Ve ey kavmim! Benim için ne var ki, ben sizi kurtuluşa dâvet ediyorum ve siz beni âteşe dâvet ediyorsunuz?

41. (Ve ey kavmim!.) Bana haber veriniz, bakayım (benim için ne var ki,) ne gibi bir hâlde dolâyıdır ki, (ben sizi kurtuluşa dâvetediyorum) Allah’a îman ediniz ki, Allah’ın azabından kurtulasınız diye size nasihat veriyorum (ve siz) ise (beni âteşe dâvet ediyorsunuz) beni cehenneme atılmama sebep olacak bir yola, dinsizlik yoluna sevk etmek istiyorsunuz. Bu ne kadar enteresan bir durum!. İyiliğe karşı böyle kötülükle mukabelede bulunulması nasıl uygun görülebilir.

42. Beni dâvet ediyorsunuz ki, Allah’ı inkâr edeyim ve benim için kendisine bir bilgi olmayan şeyi O’na ortak koşayım. Ben ise sizi o Azîz, çok bağışlayana dâvet ediyorum.

42. Evet.. Ey kavmim!. Siz (Beni dâvet ediyorsunuz ki, Allah’ı inkâr edeyim) O’nun dinine muhalif harekette bulunayım (ve benim için kendisine bir bilgi olmayan şeyi) yâni: Rablığına, mâbutluğuna dâir hiçbir delil bulunmayan herhangi bir putu, fâni bir yaratığı (O’na) o eşsiz Yaratıcıya (ortak koşayım) öyle câhilce bir itikatta bulunayım. Bu nasıl uygun olabilir?, (ben ise sizi Azîz) Her şeye galip, kaadir olan (Gaffar’a) dilediği kullarının günâhlarını affetmeye ve bağışlamaya güç yetiren ve bütün ilâhlık sıfatlarıyla vasıflanmış bir varlığa (dâvet ediyorum.) bir kere insaf ediniz de aramızdaki farkı anlamaya çalışınız. Öyle benim iyiliğime karşı fenâlıkla mukabelede bulunmak alçaklığını göstermeyiniz.

43. Muhakkak ki, siz beni mutlaka öyle bir şeye dâvet ediyorsunuz ki, O’nun için ne dünyada ve ne ahirette bir dâvet hakkı yoktur. Ve şüphe yok ki, bizim, dönüp gidişimiz Allah’adır. Ve şüphesiz ki, aşarı gidenler, onlar âteş ehlinin kendileridir.

43. Ey kavmim!. (Muhakkak ki, siz beni öyle bir şeye dâvet ediyorsunuz ki,) öyle putlar kabilinden olan herhangi bir şeye ibâdet etmemi teklifte bulunuyorsunuz ki, (onun için ne dünyada ve ne de âhirette bir dâvet hakkı yoktur.) O, dâvete güç yetirici değildir. Vehaddizâtında dâvet hakkına sâhip de değildir. Ve O, bir kimsenin duasına, ibâdetine vakıf olup kabul edecek bir mahiyete bulunmamaktadır. Onun ne dünyada ve ne de âhirette bir kimseye bir fâide veya bir zarar vermeğe kabiliyeti, selâhiyeti de yoktur. Artık öyle âciz, fâni şeylere nasıl ibâdet edilebilir, onlar Cenab-ı Hak’ka nasıl ortak olabilirler, (ve) Ey kavmim!, (şüphe yok ki, bizim dönüp gidişimiz Allah’adır) Öldükten sonra tekrar hayata kavuşacak, Cenab-ı Hak’kın yüce mahkemesine sevk edileceğizdir. Bütün insanlık, o zaman kendisinin dünyadaki itikadına amellerine göre ya mükâfat veya ceza görecektir, (ve şüphesiz ki, aşırı gidenler) şirke düşmüş bulunanlar, haksız yere kan akıtanlar, haddi aşanlar var ya, (onlar cehennem ehlidirler.) Onlar cehenneme atılacaklar, âteşlere tutunup kalacaklardır.

44. Artık benim size ne dediğimi yakından anlayacaksınızdır ve ben işimi Allah’a ısmarlıyorum. Şüphe yok ki, O, kullarını görücüdür.

44. (Artık) Ey kavmim!, (benim size ne dediğimi) Sözlerimin ne kadar doğru olduğunu, nasihatlarımın ne kadar güzel niyete bağlı bulunduğunu (yakında anlayacaksınız) âhirete gidince bunu anlayarak pişmanlık göstereceksiniz. Ne yazık ki, artık pişmanlık bir fâide vermeyecektir. O kavmi tefekküre sevk için ne büyük bir tehdit ve kandırma!, (ve ben işimi Allah’a ısmarlıyorum) o kerîm mâbuduma tevekkülde bulunuyorum O’ndan yardım bekliyorum, (şüphe yok ki) o Yüce Yaratıcı (kullarını görücûdür) onların bütün hâllerini bilendir. Onları kabiliyetlerine göre mükâfata ve cezaya kavuşturur. Yüce zâtına sığınanları muhafaza buyurur.

“İlâhî sensin ancak kâinatı eyleyen icâd”

“Senin zât-ı azîm’inden eder mahlûkun istimadad.”

“Ahmed Cemil”

45. Nihâyet Allah O’nu yaptıkları hilelerin kötülüklerinden korudu. Firavun’un kavmini ise kötü azap kuşattı.

45. Bu mübârek âyetler de o dua eden mü’mîn zâtın Allah’ın korumasına kavuştuğunu, Fir’avun’a tâbi olanların da lâyık oldukları şiddetli bir azaba kavuştuklarını bildiriyor. Ve o kâfirlerin cehenneme atılınca birbirleriyle münakaşalarda bulunacaklarını ve geçici de olsa azaltılmasını isteyecekleri cehennem azabının aslâ azaltılmayacağını ve kendilerinin hesaba çekileceklerini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Nihâyet Allah O’nu) O mü’min zâtı, o kâfirlerin dünyada (yaptıkları hilelerin kötülüklerinden korudu) onu Mûsa Aleyhisselâm ile beraber kurtuluş alanına kavuşturdu. İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunuyor ki, o zât, îmanını açıklayınca Fir’avun onu öldürmek istemiş, o da kaçarak kurtulmuştu. (Fir’avun’un kavmini ise) O mel’un ile beraber ona tâbi olanları ise (azabın fenâlığı kuşattı) dünyada sulara gark oldular, âhirette ise cehennem âteşleri içinde ebediyen kalacaklardır.

46. Âteş ki, O’nun üzerine sabahleyin ve akşamleyin arz olunurlar ve kıyamet kopacağı günde Firavun’un âilesini azabın en şiddetlisine girdiriniz denilir.

46. Evet.. O dinsizleri kuşatan azap, bir (Âteş) dir (ki, onun üzerine sabahleyin ve akşamleyin arz olunurlar) onların ruhları öldükleri günden itibaren kıyamete kadar öyle vakit vakit âteşlere atılırlar. Yâni kabirlerinde bu şekilde azap görürler, (ve kıyamet kaim olacağı günde) cehennemin bekçilerine emrolunur ki: (Fir’avun’un ailesini) yâni: Fir’avun’u da ona tâbi olanları da (azabın en şiddetlisine girdiriniz) onları cehennem âteşleri içinde bırakınız, yanıp dursunlar. Bu âyet-i kerîme, kabir azabının vuk’u bulacağına, bir delil mahiyetinde bulunmaktadır.

47. An o vakti ki, âteş içinde birbirleriyle çekişirler. O vakit zayıf olanlar, büyüklük taslâyanlara derler ki: Şüphe yok, biz size tâbi olmuş idik, şimdi siz bizi bir miktar âteşten kurtarabilir misiniz?

47. Ey Yüce Peygamber!. (An o vakti ki:) Bir ibret vesîlesi olmak üzere kavmine naklet o zamanı ki: (âteş içinde birbirleriyle çekişip dururlar) Birbirlerini hesaba çekmek isterler (o vakit zayıf olanlar) dünyada iken reislerine bağlanmış bulunanlar (büyüklük taslayanlara) kendilerini dünyada iken büyük görüp önderlik etmiş olanlara (derler ki: Şüphe yok, biz size tâbi olmuş idik) sizin sözünüze uymuş, sizin izinizi tâkib etmiş idik (şimdi siz bizi bir miktar âteşten kurtarabilir misiniz?.) bize yönelen azabın bir miktarını siz yüklenerek bizim yükümüzü hafifletebilir misiniz?. Biz bu azaba sizin yüzünüzden uğramış olduk, bütün sizin aldatmalarınıza kapıldık, şimdi bize biraz yardım etmeli değil misiniz!. Heyhât..

48. O büyüklük taslayanlar da derler ki: Şüphe yok, bizler hepimiz bunun Bu azabın içindeyiz. Muhakkak ki, Allah kulları arasında hükmetmiştir.

48. (Büyüklük taslayanlar da) O önderlik yapan ve elleri altında bulunmuş olanları sapıttıran dinsizler de (derler ki: Şüphe yok, bizler hepimiz) sizinle beraber (bunun) bu şiddetli azabın (içindeyiz) eğer elimizden gelse kendimizi kurtarmaya çalışırız. Ne yazık ki, buna imkân yok. (muhakkak ki, Allah kulları arasında hükmetmiştir.) Bu husustaki ilâhî hükmü redde ve ilâhî hikmete muhalefete kimsenin kudreti ve selâhiyeti yoktur. Bizler de, sizler de bu azabı hak etmiş olduk, şimdi bir kimse başkasının günâhını yüklenemez, onunla sorumlu tutulamaz.

49. Ve âteşte olanlar, cehennemin bekçilerine derler ki: Rabbinize dua edin, bizden birgün azabı hafifletsin.

49. (Ve âteşte olanlar) Birbirlerinden bir fâide göremeyeceklerini anlayınca hepsi de (cehennemin bekçilerine) cehennem bekçileri denilen memurlara (derki: Rab’binize dua edin) bizim için istirhamda bulunun (bizden bir gün) olsun bu cehennemin (azabını hafifletsin.) uğradığımız bu şiddetli azap, geçici de olsa biraz azalmış bulunsun.

50. Derler ki: Size Peygamberleriniz, açık açık mucizeler ile gelivermekte değil mi idiler? Derler ki: Evet… Bekçiler de derler ki: O hâlde siz yalvarınız. Kâfirlerin duaları ise boş yere olmaktan başka bir şey değildir.

50. O cehennem memurları da (Derler ki: Size) dünyada iken (Peygamberleriniz açık açık mûcizeler ile gelivermekte değil mi idiler?.) size Allah’ın birliğini bildirmemiş, üzerlerinize düşen kulluk vazifelerini teblîğ etmiş bulunmuyorlar mı idi?. Ne için onlara tâbi olmadınız ne için bir takım şeytan tâbiatlı kimselere uydunuz da böyle bir cezayı hak etmiş oldunuz?. O cehennemdeki kâfirler de inkâra imkân bulunmadığı için (derler ki: Evet…) Bize peygamberler geldi, ilâhî hükümleri teblîğ ettiler. Fakat biz onları inkâr etmek câhilliğinde bulunduk. O cehennem bekçileri de (derler ki: O hâlde) kendi cehâletinizi, alçaklığınızı itiraf etmiş bulunuyorsunuz. Artık (siz yalvarınız) boş yere temennîlerde bulununuz. Biz öyle Allah’ı inkâr etmiş, Peygamberlerini yalanlamış kimseler hakkında dua etmeğe selâhiyetli değiliz. Zâten (kâfirlerin duaları ise boş yere olmaktan başka bir şey değildir) o duaları kendilerine hiç bir fâide vermez, artık dua zamanı geçmiştir. Dünya, âhiretin bir tarlasıdır, bir insan bu dünyada ne ekerse, âhirette onu biçer, onu düşünür. Küfrün neticesi ise öyle bir ebedî azaptan başka birşey değildir. Cenab-ı Hak, bunu bütün Peygamberleri vasıtasiyle kullarına bildirmiştir. Artık bu müthiş âkıbeti düşünüp de daha fırsat elde iken, durumudüzeltmek icâbetmez mi?. Neden küfr ve fesat üzere yaşanarak insanlık için pek kötü bir örnek olunsun? Binaenaleyh öyle dinsizlerin ebedi bir şekilde azap görmeleri, Allah’ın hikmeti gereğidir. Ve insanlık için bir uyanma vesîlesidir. Ve kâfirlerin küfrlerinde israr edip durmalarına dâir olan kat’î ve daimî kararlarının karşılığı bir cezadır.

51. Şüphe yok ki, biz elbette Peygamberlerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde yardım ederiz.

51. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın Peygamberlerini ve diğer mü’minleri dünyada da, âhirette de zaferlere, nîmetlere kavuşturacağını müjdeliyor. Zâlimlerin ise âhirette mâzeretleri kabul edilmeyip lânete mâruz kalacaklarını bildiriyor. Peygamberler ile diğer müminlerin Allah’ın yardımına kavuşacaklarına bir misâl olmak üzere Hz. Mûsa ile O’na îman edenlerin nasıl bir hidâyete, bir hidâyet rehberi olan kitaba kavuşmuş olduklarını gösteriyor. Hz. Peygambere de sabr etmesini tavsiye ederek O’nun hakkında da vâ’dedilen ilâhî yardımın tecellî edeceğini müjdelemekte o mübârek Peygamberleri tesbîh ve hamd etmeye dâvet buyuruyor. Cenab-ı Hak’kın âyetlerine karşı mücadelede bulunan inkârcıların ise zarar ve ziyanda kalacaklarını, o gibi zararlı kimselerin şerrinden emin olmak için Hak Teâlâ Hazreti Mûsa’yı ve O’na îman eden zât-ı; Fir’avun’un ve onun kavminin tuzağından suikastlerinden korumuştu. Bu ilâhî nîmetine şöylece işâret buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) yâni Yüce zatını (elbette Resûllerimize ve imân edenlere) o Peygamberleri tasdik, onların teblîğ ettikleri ilâhî dini kabul etmiş bulunanlara (dünya hayatında) yardım ederiz onları pek parlak, kuvvetli deliller ile destekleriz, onları muvaffakiyetlere erdiririz, onların düşmanlarından intikam alırız, (ve şâhitlerin)Yâni: Kıyamet gününde meleklerin, Peygamberlerin ve bir kısım mü’minlerin insanlar üzerine şahadet için (şâhitlik edecekleri günde) yâni kıyamet gününde de (yardım ederiz.) onları düşmanları üzerine her şekilde galip kılarız. O düşmanlardan intikam alırız. Evet.. Cenab-ı Hak, Peygamberlerini ve samîmi mü’minleri her yönüyle zafere erdirmiştir. Meselâ: Nûh Aleyhisselâm’ı ve O’na îman edenleri kurtuluşa erdirmiş, O’nu inkâr edenleri de Tûfan felâketine uğratmıştır. Dâvûd ve Süleyman Aleyhisselâm’ı da mülk ve saltanata eriştirmiş, düşmanlarını da kahr eylemiştir. Mûsa Aleyhisselâm ile O’na îman edenleri de selâmete erdirmiş, Fir’avun ile ona tâbi olanları da sular içinde mahv-ü perişan kılmıştır. Yahya Aleyhisselâm’ı ebedî saadete eriştirmiş O’nu şehit ettikleri için yetmiş bir kâfiri öldürülmeye mâruz bırakmıştır, o zâtın intikamı alınmıştır. Bizim Yüce Peygamberimiz de büyük zaferlere ulaşmış, Mekke-i Mükerreme’yi fethetmiş, dini İslâm’ı ufuklara yaymaya muvaffak olmuştur. O’na suikast eden kâfirler de Allah’ın kahrına uğramışlardı. Bu mübârek Peygamberlerin ve diğer müminlerin uhrevî mükâfatları ise elbette ki, her türlü düşüncenin üstündedir.

§. Eşhâd: Şâhid mânasına olan şehit lâfzının çoğuludur. Kıyamette bir çok şâhitlikler vuku bulacağı için o güne “Yevm-ül-eşhâd” denilmiştir.

52. O gün ki, zâlimlere mâzeretleri fâide vermez ve onlar için lânet vardır. Ve onlar için yurdun kötüsü vardır.

52. (O gün ki,) O kıyamet zamanı ki, (zâlimlere) zulme dalmış, hakkı bırakıp bâtılı tercih etmiş, küfr ve şirke düşmüş kimselere (mâzeretleri fâide vermez.) yâni: Onların makbul bir özrü olamaz. Onların itirazları, bâtıl bir mahiyette olacağı için elbette ki, kabulelâyık bulunamaz (ve onlar için lânet vardır) onlar o gün Allah’ın rahmetinden kovulmuşlardır, her hayırdan mahrum bırakılmışlardır, (ve onlar için yurdun kötüsü vardır.) Onların daimî ikâmetgâhları cehennemdir, öyle müthiş, bir âteş merkezidir.

53. And olsun ki, Mûsa’ya hidâyet sebebini verdik ve İsrail oğullarına kitabı miras kıldık.

53. (And olsun ki, Mûsa’ya) O Yüce Peygambere (hidâyet sebebini verdik) O’nu dünyada mûcizelere, sahifelere, şeriatlara nâil kıldık (ve İsrâiloğulları’na kitabı miras kıldık.) Hz. Mûsa’ya indirilmiş olan Tevrat, onların aralarında nesilden nesile intikâl edip durdu.

54. O kitab sağduyu akıl sahipleri için bir hidâyet ve bir öğüt olmuştur.

54. Evet.. O kitap (sağduyu sâhipleri için bir hidâyet ve bir öğüt olmuştur.) yâni: Saf bir kalbe, vehm ve taklit şüphesinden uzak bir akla sâhip olan her kimse, o kitaptan istifâde ederek Allah’ın birliğini tasdik eder, selâmet yolunu tâkibe muvaffak olur.

55. Artık sabret. Şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır ve kusurun için bağışlanmak iste ve akşam ve sabah Rabbine hamd ile tesbîhte bulun.

55. (Artık) Ey Mahlûkatın en şereflisi!. Sen de kavmini ezâ ve cefâsına (sabret) Fir’avun’un ezasına Mûsa’nın sabr ettiği gibi. (şüphe yok ki, Allah’ın vâ’di haktır) Peygamberlerini zaferlere eriştireceğine âid olan ilâhî beyânı, herhâlde gerçekleşecektir. İslâm dinini yüceltecek din düşmanlarını da imha buyuracaktır, (ve kusurun için bağışlanma iste) Yâni: Terkedilmesi uygun olan bir şeyi insanlık icabı yapmış olduğundan dolayı veyahut senin hakkında ümmetinden çıkan bâzı günâhlardan dolayı Cenab-ı Hak’kın af ve bağışını rica et veyahut bir günâha girmemek maksadıyle bir kulluk vazifesi olmak üzere istiğfarda bulunarak ümmetine bu şekildeuyulması gereken bir örnek ol. (ve akşam ve sabah Rab’bine hamd ile tesbîhte bulun) yâni: Beş vakit namaza devam ederek Kerem Sâhibi Yaratıcı’na hamd ve şükre devam et.

56. Şüphe yok: O kimseler ki, kendilerine gelmiş kesin bir delîl olmaksızın Allah’ın âyetlerinde mücadelede bulunurlar, onların kalplerinde kendilerinin yetişemeyecekler bir böbürlenmeden başka bir şey yoktur. Sen hemen Allah’a sığın, şüphe yok ki, hakkıyla işitici, görücü olan O’dur O.

56. Ve Ey Yüce Peygamber!. (Şüphe yok o kimseler ki) Sana karşı düşmanca bir tavır alırlar (kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın) bir delile dayanmaksızın sırf kendi boş düşüncelerinden dolayı (Allah’ın âyetlerinde mücadelede bulunurlar) Kur’an-ı Kerîm’i inkâra, Peygamberin mûcizelerini yalanlamaya cür’et gösterirler (onların gönüllerinde kendilerinin yetişemeyecekleri bir böbürlenmeden başka bir şey yoktur) onlar, sırf kibirlerinden dolayı Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ederler, bu hususta mücadelede bulunurlar. Onlar, o böbürlenmeleriyle Hz. Muhammed’in nübüvvet ve risâletini bertaraf etmek arzusundadırlar. Fakat onlar bu arzularına aslâ nâil olamayacaklardır. Allah Teâlâ, onları zelîl kılmıştır, (sen) Ey Son Peygamber!, (hemen Allah’a sığın) seni o koruyacaktır. Senin hakkındaki ilâhî lütuf, pek büyüktür, (şüphe yok ki, hakkıyla işitici) Bütün halkın sözlerini tamamen işitip bilen zât ve onların bütün yaptıklarını (görücû olan) zât, ancak (O’dur) O Yüce Yaratıcı’dır. Evet.. (O) dür. O’na karşı hiçbir şey gizli kalamaz. Deniliyor ki: Resûl-i Ekrem’e karşı mücadelede bulunanlar. Yahudî gurubu idi. Diyorlardı ki: Tevrat’ta zikredilen sâhibiniiz sen değilsin. Belki, bizim sâhibiniiz, Mesih İbn-i Dâvûd’tur. Yâni: Deccal’dır ki, âhır zamanda meydana çıkacak, onun saltanatı deniz ve karayaulaşacak, onunla beraber nehirler akacak, O, Allah’ın mûcizelerinden bir mûcizedir. Artık mülk, bize dönecektir. Cenab-ı Hak ise onların bu temennîlerine “Kibr” ismi vermiş ve onların bu temennîlerine eremeyeceklerini bu âyet-i celîlesiyle beyân buyurmuştur. Tefsir-i Ebûsuûd.

57. Elbette ki, göklerin ve yerin yaradılışı, insanların yaradılışından daha büyüktür. Velâkin insanların birçoğu bilmezler.

57. Bu mübârek âyetler, kıyamet hayatını imkânsız görenleri red ve o kıyametin mümkün olduğunu en kuvvetli bir delil ile doğruluyor. Hak ile bâtılın, mümin ile kâfirin eşit olmayacaklarını bir misâl ile izah buyuruyor. Kıyametin herhâlde meydana geleceğini haber veriyor, insanların Cenab-ı Hak’ka duada, ibâdette bulunmakla mükellef olduklarını beyân buyuruyor. Bu duadan kaçınanların aşağılanarak cehenneme gireceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Bir takım insanlar, âhiret hayatını nasıl inkâr edebilirler?. (Elbette ki, göklerin ve yerin yaradılışı) O muazzam, çeşitli, o muhteşem âlemlerin yoktan vücuda getirilmiş olması, o âlemlerin ancak mahdut ve nispeten kolay bir şubesini teşkil eden (insanların yaradılışından daha büyüktûr.) Artık o kadar büyük âlemleri yaratmış olan bir Yüce Yaratıcı’dan, insanları öldürdükten sonra tekrar yaratamaz mı?. Bunu hangi bir mütefekkir insan inkâr edebilir?. O hayatın vuk’u bulacağı ise Allah tarafından kat’î sûrette beyân buyurulmuştur. (velâkin) Ne kadar hayret edilecek bir ruh hâlidir ki, (insanların bir çoğu) bu hakikatı (bilmezler) birçok inkârcılar vardır. Onlar, hayvanlar kabilindendirler, bu husustaki delilleri dikkate almazlar, kıyamet hayatını vesâire inkâr eder dururlar.

58. Kör olan ile görücü olan ayrı olmaz. Ve iman eden ve sâlih amellerde bulunan kimseler ile kötülük yapan da eşit değildir. Nekadar az düşünüyorsunuz?

58. Evet.. O inkârcılar, o gâfiller mânen kördürler, en açık hakikatları, göremezler. Artık öyle (Kör olan) bir şahıs (ile) o hakikatları, delilleri (görücû olan) herhangi bir basiret sâhibi (eşit olmaz) o kalb gözleri kör olanlar, Allah Teâlâ’yı ve O’nun her şeye kaadir olduğunu inkâr ederler. Bilâkis kalb gözleri açık olan hakikî aydın zâtlar ise Cenab-ı Hak’kı tasdik, O’nun kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu takdir ve itiraf eder dururlar. (Ve îman eden ve sâlih sâlih amellerde bulunan kimseler ile) Öyle kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışan, Cenab-ı Hak’ka itaat eden muhterem kullar ile (kötülük yapan) Allah’ın emrine muhalefet ederek günâhları işleyen şahıs (da) eşit değildir. Evet.. Âlim ile câhil eşit olmadığı gibi ibâdet eden takvâ ehli bir zât ile, günâhkâr bir kimse de elbette ki, denk olamaz. İbâdet eden bir zât, Allah katında makbuldür, güzel bir istikbâle adaydır, günâhkâr bir şahıs ise insanlık şerefinden mahrumdur, korkunç bir âkıbete mâruzdur, Allah’ın azabını hak etmiştir. Ey insanlar!. (ne kadar az düşünüyorsunuz?) eğer bütün insanlar, kudretini, yaratılış eserlerini nazarı dikkate alsalar gözleri önünde parlayıp duran o kadar delillere rağmen içlerinden bir çokları öyle inkâra düşmez, küfr ve şirk dalgaları arasında mahv olup gitmezler.

59. Muhakkak ki, o saat elbette gelicidir, onda bir şüphe yoktur. Ve lâkin insanların çoğu iman etmezler.

59. (Muhakkak ki, o saat) O kıyamet günü, insanlığın yeniden hayata erip mahşere sevk edilecekleri zaman (elbette gelicidir) onun vukuu muhakkaktır (onda bir şüphe yoktur.) Bütün Peygamberler, bütün semâvî kitaplar onu haber vermiştir. (Velâkin insanların çoğu îman etmezler.) O kıyametin vuk’u bulacağını tasdik etmezler. Onların düşünceleri sınırlıdır,ileri görüşlü değildir, yanlış fikirlerinde ısrar eder dururlar, sonra da hiç tahmin etmedikleri korkunç âkıbetlere kavuşurlar.

60. Ve Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua ediniz, sizin için icabet edeyim. Şüphe yok, o kimseler ki, benim ibadetimden kibirlenirler, onlar yakında aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.

60. (Ve) Ey insanlar!, bir kere Kerem Sâhibi mâbudunuzun kulları hakkında rahmetini, lütfunu düşününüz. Sizi selâmete ve saadete erdirmek için (Rab’biniz buyurdu ki: Bana dua ediniz) bana yalvarınız, bana ibâdet ve itaatte bulununuz (sizin için icâbet edeyim) dualarınızı, ibâdetlerinizi kabul ederek sizi mükâfatlara nâil buyurayım. (Şüphe yok, o kimseler ki, benim ibâdetimden kibirlenirler) Cenab-ı Hak için kulluk secdesine kapanmazlar, kibirli bir hâlde yaşayarak kulluk vazifelerini yerine getirmeye tenezzül göstermezler, ibâdet eden ve takvâ sâhibi zâtlar ile alay etmeye cür’et göstermek alçaklığında bulunurlar (onlar yakında) ölür ölmez (Aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.) işte kibrin, kulluk vazifelerinden kaçınmanın müthiş neticesi!. Ne büyük bir ilâhî tehdit!. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın korumasına lütuf ve ihsânına kavuşmak isteyen her kul için lâzımdır ki, duada, ibâdette bulunsun, Cenab-ı Hak’ka kulluğu kendisi için en büyük bir şeref kabul etsin. Aksi takdirde “Sagirînden, ve dahirîn”den yâni: Hakîr, aşağılanmış kimselerden olmuş olur.

§ Dua; Cenab-ı Hak’ka yalvarmak, O’ndan af ve bağış taleb etmek en büyük bir vazifedir. Hz. Aişe validemizden şöyle rivâyet olunuyor: Resûl-i Ekrem Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurmuştur ki: Dua, affedilmeyi istemekten ibârettir. Ebû Hüreyre Radiyallâhü Anh de Peygamber Efendimizden şöyle rivâyet etmiştir. Her kim Allah’a dua etmezse Allah ona gazap eder. Muaz İbn-i Cebel RadiyallâhüAnh, Peygamber Efendimizden şöyle rivâyet etmiştir: Kaderden sakınmak bir fâide vermez velâkin dua, nâzil olandan da, nâzil olmayandan da fâide verir, artık siz duaya devam ediniz. İbn-i Abbas Radiyallâhü Anh’dan rivâyet olunan bir hadis-i şerif de şu meâldedir: İbâdetin en fâziletlisi duadır. Kur’an-ı Kerim de dua lâfzı çok kere ibâdet mânasında kullanılmıştır. Bir dua, kabul edilmesi için bir menfaat ve hikmete bağlı bulunmalıdır. Bu bir şarttır bununla beraber bir duanın kabul edilmesi için dua eden güzel bir itikada, güzel amellere sâhip olmalıdır. Kâfirlerin duaları ise kendilerine bir fâide vermez.

61. Allah O zattır ki, sizin için geceyi karanlık kıldı, içinde istirahat edesiniz diye ve gündüzü de gösterici kıldı. Şüphe yok ki, Allah insanlar üzerine elbette lütuf sahibidir. Velâkin insanların çoğu şükretmezler.

61. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’nın yaratıcılığına, mâbutluğuna şâhitlik eden geceler ile gündüzlerin birbirini tâkib etmesindeki hikmet ve faydayı bildiriyor. Cenab-ı Hak’dan başka yaratıcılığa, tanrılığa, ebedi hayata sâhip bir zâtın bulunmadığını beyân buyuruyor. O Kerem Sâhibi Yaratıcının yeri ve göğü ne için yaratmış olduğunu ve insanları nasıl bir güzel sûrete eriştirmiş ve tertemiz şeyler ile rızıklandırmış bulunduğunu insanlığa hatırlatıyor. Bu kadar kudret eserine ve nîmete rağmen birçok insanların nankörlükte bulunduklarını ve öteden beri bu ilâhî âyetleri inkâr ederek hakkı kabulden yüz çevirmekte olduklarını kınamak için haber veriyor. Ve bütün âlemlerin Rab’bi olan o eşsiz Yaratıcı’ya hamd ve şükürde ve samimi ibâdette bulunmanın lüzumunu emr ve telkin buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah) bütün mükemmel sıfat ile vasıflanmış olan Kerem Sâhibi mâbud (o zâttır ki,) O Yüce Yaratıcıdır ki, ey insanlar!, (sizin için geceyi) Karanlık(kıldı) serin yaptı, bir uyku zamanı kılmış oldu (içinde istirahat edesiniz diye) vücuda getirdi (ve gündüzü de gösterici kıldı) onu ışıklı bir hâlde bulundurdu. Tâki, o, bir say ve gayret zamanı olsun, ticaretle sanatlarla, olgunluk kazanmakla meşguliyete elverişli bulunsun, (şüphe yok ki, Allah insanlar üzerine elbette lütuf sâhibidir) Kullarını böyle muhtelif zamanlara, çeşitli nîmetlere nâil buyurmaktadır. O’nun lütuf ve keremi, sonsuzdur. (velâkin insanların çoğu şükretmezler) o nâil oldukları nîmetlerin değerini takdir etmezler, onları kendilerine ihsân buyuran Yüce Yaratıcı’ya karşı şükür vazifesini yerine getirmeye çalışmazlar, bir kısmı bütün nankörlükte bulunarak küfr ve şirk içinde yaşar durur.

62. İşte O’dur, Rabbiniz olan Allah ki, her şeyin yaratıcısıdır, O’ndan başka ilâh yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz?

62. (İşte O’dur) İnsanlığı çeşitli nîmetleri ihsân eden zât, o (Rab’biniz olan Allah) dır (ki,) O (her şeyin yaratıcısıdır) bütün âlemleri, bütün nîmetleri yoktan var eden, ancak O’dur… (O’ndan başka ilâh yoktur) Tanrılık ve mâbutluk ancak O’na mahsustur (o hâlde nasıl döndürülüyorsunuz?.) O’na ibâdet ve itaati terk ederek başkalarına tapınmaya, itaat göstermeğe nasıl cür’et ediyorsunuz?. Bu ne kadar cehâlet, ne kadar nankörlük!.

63. İşte Allah’ın âyetlerini inkâr eder olanlar, öylece döndürülür.

63. (İşte Allah’ın âyetlerini inkâr eder olanlar) Allah’ın birliğine yüce kudretine şâhitlik eden delilleri bir takım yaratılış eserlerini takdir edemeyen câhiller (öylece) Hz. Peygamber zamanındaki bir takım inkârcı, tefekkürden mahrum şahıslar gibi hidâyet yolundan (döndürülür) bir delile dayanmaksızın bir takım bâtıl, fâni şeylere tapınır dururlar.

64. Allah o zâttır ki, sizin için yeri birikâmetgâh, göğü de bir bina kıldı ve sizi tasvir buyurdu, sonra sûretlerinizi güzelleştirdi ve sizi temiz şeylerle rızıklandırdı. İşte Rabbiniz olan Allah O’dur. İmdi âlemlerin Rabbi olan Allah, ne kadar mukaddestir.

64. (Allah O zâttır ki) Ey insanlar!, (sizin için yeri bir ikâmetgâh) kılmıştır, O’nun üzerinde yaşarsınız, geçiminizi temin edersizin. Onun her tarafında gezer durursunuz, (göğü de bir binâ kıldı) Bir süslü kubbe durumunda bulundurdu, onu güneş ile, ay ile, yıldızlar ile nûrlar içinde bıraktı, o vasıta ile geceler, gündüzler meydana gelmektedir, insanlığın hayati ihtiyaçları temin edilmektedir, (ve) ey insanlar!. O Hikmet Sâhibi Yaratıcı (sizi tasvir buyurdu) sizi pek mükemmel bir tarzda, bir nizam ve intizam içinde yarattı, sizi pek güzel uzuvlara, mükemmel kuvvetlere nâil kıldı (sonra sûretlerinizi güzelleştirdi) sizi gelişip büyümeye ulaştırdı, olgunluklar kazanmaya kabiliyetli bulundurdu, sizi en güzel şekil ve huylara erişmekte yaratıklar arasında seçkin bir hâle getirdi (ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı) sizi çeşitli ürünlerden, lezzetli yiyeceklerden, berrak berrak sulardan istifâde ettirdi. (işte Rab’biniz) Nîmetin Sâhibi olan (Allah O’dur) sizleri öyle var eden, nîmetlere kavuşturan Kerem Sâhibi Yaratıcıdır, (imdi) Bir kere düşününüz!, (âlemlerin Rab’bi olan) O (Allah) o Yüce Yaratıcı (ne kadar mukaddestir.) ne kadar mübârektir, ne kadar yücedir, ne kadar mükemmel sıfatlarla vasıflanmıştır, bütün noksan sıfatlardan uzaktır bütün ilâhlık vasıflarına sâhip olan, yalnız o Yüce Mâbuttur. Artık O’ndan başkasına Yaratıcılık, mâbutluk vasıfları nasıl isnad edilebilir?.

65. Ebedî hayat sahibi olan O’dur. O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Artık O’nun için dinde ihlas sahipleri olarak O’na duada bulunun. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsusdur.

65. Evet. (Ebedî hayat sâhibi olan O’dur) OYüce Yaratıcı, ezelîdir, ebedîdir, bütün âlemleri yaratan, bütün mahlûkatı besleyen ve kısacası insanları o kadar nîmetlere nâil buyuran ancak O Kadim Yaratıcısıdır (O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur) O’ndan başka mâbutluk, yaratıcılık vasfına hiçbir kimse sâhip değildir. (artık O’nun için dinde ihlâs sâhipleri olarak) yalnız (O’na) o eşsiz yaratıcıdan (duada) ibâdette (bulunun) açık ve gizli şirkten başkalarına tapınmak alçaklığından son derece sakının (hamd) zikri cemîl, bütün evsâfı aliye ile ittisaf (âlemlerin Rab’bi olan Allah’a mahsusudur.) bütün kulların vazifesi, o Yüce Yaratıcı’ya hamd ve övgüde bulunmaktır. O’na kulluk vazifesi mübâhî olmaktır, İbn-i Abbas Radiyallâhü Anh’dan mervidir ki: Her kim “La ilâhe illâllâh” derse onun arkasında hemen “Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn” desin.

66. De ki: Ben sizin Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibadet etmekten men edildim, o vakit ki, bana Rabbimden apaçık deliller geldi ve emrolundum ki, âlemlerin Rab”ine teslim olayım.

66. Bu mübârek âyetler de âlemlerin Rab’binden başkasını ibâdetten Resûl-i Ekrem’in men edilmiş olduğunu bildiriyor. O Yüce Yaratıcı’nın insanları çeşitli yaratılış mertebelerine kavuşturduğunu ve bu yaradılıştaki hikmetin gayesini haber veriyor. Ve O Hikmet Sâhibi Yaratıcı’nın bu kâinat üzerindeki pek büyük kudret ve tasarrufunu tasvir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. Sen müşriklere, o câhillere (de ki: Ben sizin Allah’tan başka yalvardıklarınıza) kendilerine dua edip tapınmakta bulunduğunuz putlara, heykellere (ibâdet etmekten men edildim) öyle âciz, fâni şeylerden bir fâide beklenilemeyeceğinden haberdar oldum (o vakit ki bana Rabbimden açık deliller geldi) Allah Teâlâ’nın birliğine, ortak ve eşten uzak olduğuna dâir Kur’an-ı Kerim’in âyetleri nüzul etti, naklî ve aklî deliller peş peşe gelip durdu,(ve emrolundum ki, âlemlerin Rab’bi için teslim olayım.) Bütün mahlûkatın Yaratıcısı, terbiyecisi olan Allah Teâlâ’nın emirlerine, yasaklarına boyun eğeyim, tam bir samimiyetle O’nun dinine sarılayım.

67. O, O Hikmet Sahibi Yaratıcıdır ki: Sizi topraktan, sonra bir nutfeden, sonra da bir kan pıhtısından yarattı. Sonra sizi çocuk olarak çıkarır, sonra kuvvetinizin tekâmülü çağına erişesiniz sonra ihtiyarlayasınız diye sizi yaşatır sizden bazınız daha evvel öldürülür ve muayyen olan zamana erişesiniz ve belki, düşünürsünüz diye böyle yapar.

67. (O) Yüce zâtından başkasına ibâdet etmekten men edilmiş olduğum ezeli mâbud (O) Hikmet Sâhibi Yaratıcı (dır ki:) ey insanlar!, (sizi) Başlangıçta pederiniz Hz. Âdem itibariyle (topraktan) yarattı (sonra) sizi, insanlık silsilesini (bir nutfeden) meni denilen bir su parçasından validelerin rahimlerinde (yarattı) büyütüp geliştirdi (sonra sizi) o rahimlerden (çocuk olarak) yer yüzüne (çıkardı) hayat alanına getirdi (sonra kuvvetinizin tekamülü çağına) erişesiniz. Aklınızın, fikrinizin kuvvet bulacağı bir müddete, meselâ: Otuz yaşından kırk yaşına ulaşasınız diye sizi yaşatır (sonra ihtiyarlayasınız) yaşlılık çağına kavuşasınız (diye) sizi yaşatır (ve sizden bâzınız, daha evvel öldürülür) bir nice kimselerin de daha olgunluk çağına, ihtiyarlık çağına gelmeden hikmet gereği ruhları alınarak kendileri ölüme mahkûm edilmiş olur. (ve muayyen olan zamana) ölüm vaktine veya kıyamet gününe (erişesiniz, ve belki düşünesiniz) bu muhtelif hayat safhâlarını, bunlardaki hikmetleri, maslahatları düşünerek bununla Allah’ın birliğine ve kudretine delil bulunasınız diye Cenab-ı Hak böyle yapar, Yüce kudretini, eşsiz tasarruflarını kullarına göstermiş olur.

68. O, O hikmet sahibi Yaratıcıdır ki: Diriltir ve öldürür velhasıl: O bir şeyi dileyince O’na ancak ol der, O da hemen oluverir.

68. Evet.. (O) Kâinatın Yaratıcısı (O) Kerem Sâhibi mâbud (dur ki,) dilediğini (diriltir) hayata eriştirir (ve) dilediğini (öldürür) hayattan mahrum bırakır (velhâsıl: O) hikmet ve kudret sâhibi olan Yüce Yaratıcı (bir şeyi irâde edince) bir şeyin varlığını veya yokluğunu takdir buyurmuş olunca (ona) o şeye (ancak ol der) yâni: Onun öyle olmasını hemen dileyince (o da hemen oluverir) durmaksızın, ilâhî irâde doğrultusunda meydana gelir. Böyle Kün = ol buyurulması, ilâhî kudretin tesirinin kudretini, kâinat üzerindeki yüce nüfuzunu bir temsilden ibârettir. Yoksa ayrıcı “ol” denilmesine lüzum yoktur. İşte insanların hayatları, ölümleri ve kıyamet günün vuku da bu cümledendir. Bunlar, ilâhî irâde ile ilgilidir. Ne zaman meydana gelmeleri takdir edilmiş ise o zaman hemen meydana gelirler. İlâhî kudret bu kâinatta böyle tesirli bulunmaktadır.

69. Bakmadın mı O kimselere ki, Allah’ın âyetleri hakkında mücadelede bulunurlar. Nasıl döndürülüyorlar?

69. Bu mübârek âyetler de ilâhî âyetlere karşı mücadelede bulunanların hayret verici durumlarını teşhir ediyor. Onların pek müthiş olan uhrevî vaziyetlerini ihtar buyuruyor. Onların azarlanmak ve kınanmak için nasıl bir suale mâruz kalacaklarını gösteriyor. Onların bâtıl şeylere tapınmış olduklarını anlayarak kendi cinâyetlerini inkâra kalkışacaklarını bildiriyor. Artık onların dünyada iken müşrikçe bir tarzda yapmış oldukları hareketlerinden dolayı ebedî sûrette müthiş cehenneme atılacaklarını ilân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. (Bakmadın mı) ne kadar hayret vericidir (o kimselere ki) o inkârcılara ki, onlar, haksız yere kendi bâtıl kanaatlerine tâbi olarak (Allah’ın âyetlerinde) Kur’an-ı Kerim gibi vesâir semâvî kitaplar, eserler gibi hakikatleri, yücelikleri pek açık şeyler hakkında (mücadelede bulunurlar) onların opek yüksek, parlak mahiyetlerini inkâra cür’et gösterirler. Nü tuhaf durum!. Onlar (nasıl) ne şekilde o mukaddes âyetleri tasdikten (döndürülüyorlar?.) Onlar ne kadar karanlık bir ruh hâli içinde yaşıyorlar?. Halbuki, birnice deliller, o âyetlerin sıhhatine, yüceliğine şâhitlik edip durmaktadır, hiç bir sağduyu sâhibi, onları tasdikten kaçınmaz.

70. O kimseler ki, kitabı ve kendisiyle Peygamberimizi göndermiş olduğumuz şeyi yalanladılar, artık yakında bileceklerdir.

70. (Artık o kimseler ki,) Kur’an-ı Kerim gibi bir ilâhî (kitabı ve kendisiyle Peygamberlerimizi göndermiş olduğumuz) herhangi bir (şeyi) bir semâvî sahifeyi, her hangi bir dinî meseleyi, herhangi bir peygamberî mûcizeyi (yalanladılar) onun gerçek olduğuna inanmadılar (artık) onlar (yakında bileceklerdir.) o inkârları yüzünden ne kadar azaplara uğramış olacaklarını anlayacaklardır.

71. O zaman ki, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olarak şiddetle sürükleneceklerdir.

71. Evet.. Bileceklerdir, o verilen haberin doğruluğunu anlayacaklardır (o zaman ki:) Boyunlarında (demir halkalar ve zincirler olarak şiddetle sürükleneceklerdir?) cehenneme sevkolunacaklardır.

§ Yüshabûn; Şiddetle, zorla geçilecekler. Cereyana tâbi tutulacaklar demektir.

72. Sıcak su içinde, sonra âteş içinde bırakılıp yanacaklardır.

72. Evet.. Onlar (Sıcak su içinde) yâni: Cehennemin yakıcı suları içinde (sonra âteş içinde bırakılıp yanacaklardır) tandır içinde odunların yâni vermeleri gibi onlar da cehennemin içinde yanıp duracaklardır.

§ Yüscerun; Yuhrekun; yâni, âteş içinde kalıp tutuşup yanacaklardır.

73. Sonra onlara denilecektir ki: Nerede sizin O ortak koştuklarınız şeyler?

73. (Sonra onlara) O cehenneme atılan kâfirlere kınamak için, başlarına kalkmak için (denilecektir ki: Nerede sizin o ortak koştuklarınız şeyler?.) dünyada iken Cenab-ı Hak’ka ortak tanıdığınız putlarınız nerede kaldılar?. Şimdi sizi gelip kurtarsalar ya!. Ne diye siz öyle âciz, fâni şeylere tapındınız?. Böyle bir kınama ve azarlamanın vukuu, kat’î olduğu için bu hâdise, mazi sigasiyle: “Kile = dendi” diye beyân olunmuştur.

74. Allah’ı bırakıp ta, diyeceklerdir ki: Bizden kayboldular. Zâten biz evvelce bir şeye ibadet etmiş olmadık. İşte Allah, kâfirleri böylece sapıklığa düşürür.

74. Evet.. (Allah’ı bırakıp da) O Yüce Yaratıcı’dan başka, onun âciz, fâni birer mahlûku olan putlara, Fir’avunlar gibi kâfir insanlara tapıyor idiniz, şimdi onların ne olduklarını anladınız mı? Onlar da (diyeceklerdir ki:) o kendilerine dünyada iken taptıklarınız şimdi bu âhiret âleminde (bizden kayboldular) zâyi olup gittiler, onlardan umduğumuza erişemedik (belki biz evvelce bir şeye ibâdet etmiş olmadık) yâni: Şimdi anlıyoruz ki, kendisinden bir fâide beklenilen bir şeye ibâdet etmemişiz, öyle fâidesiz şeyleri boş yere kendimize mâbud edinmişiz, bu bize şimdi malûm oldu. Yâhut onlar son derece bir korku içinde kalacakları için o putlara ibâdette bulunmuş olduklarını inkâr edeceklerdir. Bu inkâr, o putlar ile yüzleştirilmeden evvel vuku bulmuş olacaktır, (işte Allah kâfirleri böylece sapıklığa düşürür.) hangi asırda yaşamış olurlarsa olsunlar nihâyet kâfirlerden her biri, böyle müthiş bir âkıbete mâruz kalacaktır.

75. Sizin bu cezanız, yerde haksız yere pek fazla sevinir olmanızdan ve çok güvenir bulunmanızdan dolayıdır.

75. Sonra kıyamette o kâfirlere denilecektir ki: (Sizin bu cezanız) Bu uğradığınız şiddetli azapsizin (yerde haksız yere pek fazla sevinir) küfrü ve isyânları bir zevk ve rahatlık içinde işler (olmanızdan ve çok güvenir) kendi inançlarınızın doğruluğuna aldanmış onunla övünür (bulunmanızdan dolâyıdır.)

§. Tefrehun: Fazlasiyle sürura, sevince dalmış bulunursunuz, demektir.

§ Temrehun: Genişçe bir kibir, pek şiddetli bir sevinç içinde bulunursuzun mânasınadır.

76. Cehennemin kapılarından orada ebedî kalıcılar olmak üzere giriniz. Artık kibirli olanların ikâmetgâhı ne fenâ!

76. O inkârcılara denilecektir ki: Sizin için (Cehennemin) yedi kısma ayrılmış olan (kapılarından orada) cehennemde (ebedi kalıcılar olmak üzere giriniz) sizlere lâyık olan yer bu cehennemdir, (artık kibirlenenlerin) dünyada iken hakkı kabul etmeyenlerin, Allah’ın birliğini tasdikten, Peygamberlerine itaatten ayrılıp câhilce bir gurura düşmüş bulunanların (ikâmetgâhı ne fenâ!.) işte ey inkârcılar!. Sizin ikâmetgâhınız, bu pek fenâ olan cehennemdir. İşte küfrün ebedî cezası, böyle pek müthiştir. Artık bu pek korkunç âkıbeti, daha dünyada iken düşünmelidir.

77. Artık sabret. Allah’ın vaadi şüphe yok ki, haktır. Onlara olan vaadimizin bâzısını sana göstereceğiz veya senin ruhunu alacağız, nihâyet bize döndürüleceklerdir.

77. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’e kavminin yalanlamasına, eziyetine karşı sabretmesini emr ve O’nun vâ’dedilen zafere erişeceğini müjdeliyor. Peygamberlerden bir kısmının kıssalarına işâret buyuruyor. Her Peygamberin ancak Allah’ın izni ile mûcizelerini göstermeye muvaffak olduğunu ve takdir edilen vakit gelince inkârcıların yok olacağını haber veriyor. Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine delil olan çeşitli nakl ve gıda vasıtalarına dikkatleri çekmekte ve dâima gösterilmekte olan kudret eserlerini inkâraimkân bulunmadığını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Muhammed!. (Artık sabret) O bir takım kimselerin mücadelelerine, inkârlarına ehemmiyet verip üzülme. Çünkü (Allah’ın vâ’di, şüphe yok ki: Hak’tır) seni iki âlemde de zafere eriştireceğine dâir olan ilâhî vâ’d, herhâlde meydana gelecektir, (onlara) O inkârcılara âid (olan vâ’dimizin bâzısını elbette sana göstereceğiz.) onlar, öldürülecekler, esir edilecekler ve mağlûp olacaklardır (veya senin ruhunu alacağız) onların tamamen mağlûbiyete, helâke mâruz kalmalarından evvel, sen dünya hayatını terk etmiş bulunacaksın. Fakat onlar yine lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Evet.. Onlar (nihâyet bize döndürüleceklerdir.) kıyamet gününde ilâhî mahkemeye sevk edileceklerdir. Dünyadaki amellerine göre cezaya, şiddetli bir intikama tâbi tutulacaklardır. Artık, onlar o günü düşünsünler.

78. Andolsun ki, senden evvel de Peygamberler gönderdik. Onlardan bir kısmının kıssasını sana bildirmiştik ve onlardan sana kıssasını bildirmediklerimiz de vardır ve bir Peygamber için Allah’ın izni olmadıkça bir mucize getirmek mümkün olamaz. Allah’ın emri gelince de hak ile hükmolunmuş olur ve bâtılı tercih etmiş olanlar ise O zaman hüsrâna uğramıştır.

78. (And olsun ki) Ey mahlûkatın şereflisi!. (senden evvel de Peygamberler gönderdik) İmam-ı Ahmed’den rivâyet olunduğu üzere bu zâtların adetleri yüz yirmi dört bindir. Bunlardan Resûl olanlar, üçyüz on beş zâttır. Bir rivâyete göre seksen bin Peygamber İsrâil oğullarından kırk binde diğer insanlardan gönderilmiştir, (onlardan) O Peygamberlerden (bir kısmının kıssasını sana bildirmiştik) Kur’an-ı Kerim’de bu zâtlardan yirmi beşine dâir bilgi verilmiştir, (ve onlardan sana kıssasını bildirmediklerimiz de vardır) Bütün bu Peygamberler, Allah’ın dinini yaymaya çalışmış,bir çokları kavimlerinin inkârlarına uğramış nice eziyetlere katlanmışlardır. Artık Ey Muhammed!. Sen de onlar gibi eziyetlere uğruyorsun, fakat sabret!. Bunun neticesi büyük bir mükâfattır, (ve bir Peygamber için Allah’ın izni olmadıkça bir mûcize göstermek) Bir hârika ortaya koymak mümkün (olamaz) Çünkü mûcize ve diğer âyetler birer hikmet ve menfaate dayanmaktadır. Bu ise Allah’ın ilmine ve takdirine havale edilmiştir, hikmetin gereğine göre mûcizeler ve sâire meydana gelir (Allah’ın emri gelince de) inkârcılar hakkındaki ilâhî azabın vakti gelince de (hak ile hükm olunmuş olur) ilâhî adâlet tecellî eder, Peygamber ile onlara îman edenler kurtuluşa ererler, (ve bâtılı tercih etmiş olanlar ise o zaman hüsrâna uğramıştır.) Peygamberlere isyân edip küfr ve şirke düşmüş olanlar da lâyık oldukları azaba tutulmuş bulunurlar.

79. Allah, o kutsal varlık dır ki: Sizin için dört ayaklı hayvanları yarattı. Onlardan bir kısmına binesizin ve onlardan yiyesizin diye onları meydana getirdi.

79. (Allah o) Yüce varlık (dir ki, sizin için dört ayaklı hayvanları yarattı) ve develer gibi pek fâideli şeyleri vücuda getirdi (onlardan bir kısmına binesiniz) onların vasıtasiyle yollarınızı tâkib edesiniz (ve onlardan yiyesiniz diye) onları öyle yaratmış oldu. Onlar ne büyük birer nîmettir. İnsanlar bu nîmetlerin şükrünü yerine getirmeye çalışmalı değil midirler?.

80. Ve sizin için onlarda menfaatler vardır ve onların üzerinde göğüslerinizdeki bir arzuya erişmeniz ve onları üstünde ve gemilerin üstünde taşınırsınız.

80. (Ve sizin için onlarda) O hayvanlarda başka başka (menfaatler vardır) onların sütlerinden, derilerinden de istifâde edersiniz (ve onların üzerinde göğüslerinizdeki bir arzuya erişmeniz için) herhangi bir arzunuzu,iktisadî menfaatlerinizi temin için yolları tâkib edip durursunuz. Evet.. (ve onların üstünde ve gemilerin üstünde taşınıyorsunuz) öyle çeşitli nakl vasıtalarından istifâde ediyorsunuz. Bunlar ne kadar büyük bir ilâhî ihsândır. İşte bugünkü tayyareler, trenler vesâire de bu cümledendir.

81. Ve size âyetlerini gösterir. Artık Allah’ın hangi âyetlerini inkâr edersiniz?

81. (Ve) O. Kerem Sâhibi Yaratıcı ey insanlar!, (size) Vakit vakit (âyetlerini gösterir) muazzam kudretine, sonsuz rahmetine âid eserleri vücuda getirir, bunları keşfe insanları muvaffak kılar, bunları her zaman görür durursunuz, işte vakit vakit keşfedilen, istifâde sahasına çıkarılan çeşitli nakl vasıtaları, haberleşme âletleri, trenler vesâire (artık) ey insanlar!. (Allah’ın hangi âyetlerini inkâr edersiniz?.) Bütün insanlığı kuşatmış olan bu âlemdeki her zerre bir kudret eseridir, her eser bir ilâhî lütuftur. Bu açık, parlak nîmetlerin inkârı mümkün müdür?. Bu kadar güzel, çeşitli fâideleri olan eserlere kavuştuğunuz hâlde bunları size ihsân buyuran Kerem Sâhibi Yaratıcı’ya kullukta, şükür vazifenizi yerine getirmeniz icâbetmez mi? Hiç nankörlüğün cezasını düşünmez misiniz?.

82. Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, bir bakıversinler, kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuştur. Onlardan daha fazla idiler ve kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri itibariyle daha şiddetli idiler. Fakat onlara kazandıkları şeyler aslâ fayda vermedi.

82. Bu mübârek âyetler de asr-ı saadetteki münkirleri tehdit için onlardan daha varlıklı olan eski inkârcı kavimlerin pek elem verici tarihî hâllerini ihtar ediyor. O eski kavimler ki, Peygamberinin gösterdikleri mûcizeleri inkâr etmiş, kendilerinin câhilce zanlarına bir kıymet vererek onunla övünmüş, bilâhare başlarına Allah’ın âdeti gereği olan ilâhî azap gelincekendi dinsizliklerini anlayarak tevbekâr olmak istemişlerse de artık o tevbenin kendilerine bir fayda vermediğini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: O ilâhî âyetlere karşı mücadelede bulunan Kureyş müşrikleri, (yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, bir bakıversinler) ibret alsınlar, halbuki, onlar Şam ve Yemen gibi beldelere dâima gidip gelmekte, eski kavimlerin harab olmuş yurtlarını görmektedirler. O yurtlara bir ibret nazarıyla bakmalı değil midirler?, (kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuştur) O eski kavimler, ne şiddetli felâketlere uğramışlardır. O eski kavimler ki (onlardan) o sonraki müşriklerden nüfusça, malca (daha fazla idiler) büyük bir varlığa sâhip bulunuyorlardı, (ve kuvvetçe ve yer yüzünde eserler itibariyle daha şiddetli idiler) daha büyük ordulara mâlik bulunuyorlardı ve pek muhteşem, muhkem binaları, kal’aları, köşkleri var idi (fakat onlara kazandıkları şeyler fâide verici olmadı) onlara yüz gösteren azabı, felâketi bertaraf edemedi, hepsi de mahv ve perişan olup gittiler.

83. Vaktaki, onlara Peygamberleri açık mucizeler ile geldi, kendi yanlarındaki bilgiye güvendiler ve onları kendisiyle alay ettikleri şey, şiddetle kuşatıverdi.

83. Evet.. (Ne zamanki, onlara) o inkârcı kavimlere (Peygamberleri açık mûcizeler ile geldi) kendilerinin Allah tarafından gönderilmiş birer Yüce Peygamber olduklarını açık deliller ile isbat ettiler, o inkârcılar ise (kendi yanlarındaki bilgiye güvendiler) kendi zanlarınca bir ilm kabilinden olan birtakım hurâfelere, şüphelere dayanarak o Peygamberleri inkâra devam eylediler. Meselâ: Bizi zamandan başkası helâk etmez, dediler, toz toprak kesilmiş olan kemikleri kim diriltebilir diyerek kendi bâtıl kanaatlerini kuvvetlendirmeye çalışmak istediler, o mübârek Peygamberler ile alay etme alçaklığını gösterdiler.Diğer bir yoruma göre de o Peygamberler, kendi yanlarındaki ilm kabilinden olan şeyler ile ferahlandılar. Onlar, ilâhî vahye mazhar olmuş, kendilerinin güzel bir âkıbete erişeceklerini bilmiş, kendilerini inkâr edenlerin de nihâyet helâke uğrayarak nasıl azap göreceklerini öğrenmiş, bu bilgileriyle kalben ferahlık içinde yaşamışlardı. (ve onları) O inkârcıları ise (kendisiyle alay ettikleri şey) O Peygamberlerin haber vermiş oldukları Allah’ın vâ’di, âni azabı (şiddetle kuşattı.) her taraflarını sardı. Artık kendi cehâletlerini, ahmaklıklarını ancak o zaman anlamış oldular.

84. Ne zamanki, bizim azabımızı gördüler, dediler ki: Allah’a O’nun birliğine iman ettik ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr eyledik.

84. Evet.. O inkârcılar (Ne zaman ki, bizim azabımızı gördüler) kendilerine gelen pek şiddetli bir ilâhî kahrı müşahede ettiler (dediler ki: Allah’a, O’nun birliğine îman ettik) artık O’na başkasını ortak koşmayınız (ve O’na ortak koştuğunuz şeyleri) o bâtıl mâbudları şimdi (inkâr eyledik) onların ilâhlığa sâhip olmadıklarını şimdi anladığımız için onları terk ediverdik. Ne yazık ki,!. Artık bu îmanları kabul edilir değildir.

85. Artık onlara bizim azabımızı gördükleri zaman iman etmeleri bir fâide vermiş olmadı. Bu Allah’ın kulları hakkında süregelen adetidir. İşte kâfirler orada helâke uğramış oldu.

85. Allah Teâlâ’da buyuruyor ki: (Artık onlara bizim azabımızı gördükleri zaman îman etmeleri bir fâide vermiş olmadı) çünkü, böyle bir îman cebridir, gayba âid, irâdeye dayalı, dinî bir delile bağlı değildir, (bu) Böyle azabı müşahede ânındaki îmanın kabul edilmemesi (Allah’ın kulları hakkında süregelen âdetidir.) öyle birçok delillere, açık kanıtlara rağmen Allah’ın birliğini tasdik etmeyip bir takım âciz, fâni şeylere tapmakta bulunmuş kavimlerin başlarına ilâhî azabın yöneldiğini gördükleri zamanındaki îmanları, tevbeleri makbuldeğildir. Bu husustaki Allah’ın âdeti, böyle tecelli etmiştir, (işte kâfirler orada) Öyle başlarına azabın geldiği yerde ve o azabın yöneldiği zamanda hemen (helâke uğramış oldu.) Artık pişmanlıkları kendilerine bir fâide vermiş olmadı. Çünkü îman için muayyen olan zaman, artık geçmiş bulunuyordu. Binaenaleyh her mükellef insan için lâzımdır ki, daha fırsat elde iken uyanmış olsun, kusurlarından dolayı tevbe etsin, Allah’ın lütfuna sığınarak ilâhî din dairesinde yaşamaya çalışsın. Böyle bir muvaffakiyete erişmeyi dâima kerim mâbudumuzdan niyâz ederiz.
Daha yeni Daha eski