Safiyye bint-i Abdülmuttalib (r.anha)

Safiyye bint-i Abdülmuttalib (r.anha)

Asr-ı Saadet’te İslam meşalesini elden düşürmeyen, İslamiyet’in gönülleri fet­het­mesi için canlarıyla mallarıyla mücadele eden, bu hususta beylerinden ço­cuklarından geri kalmayan hanımlar da vardı. İşte, dünya durdukça kalplerde gönüllerde yaşayacak bu sahabilerden birisi de, Peygamberimizin halası Hz. Safiyye idi (r.anha).

Hz. Safiyye, yeğenini küçük yaşından beri bir anne şefkatiyle bağrına bas­mış, ona annesizliğini hissettirmemek için elinden gelen fedakârlıktan geri dur­mamıştı. Yeğenini çok seviyordu. Onun ileride insanlar içerisinde mühim bir mevki kazanacağını tahmin ediyor, merakla ve sabırsızlıkla o günlerin gelmesi­ni bekliyordu.

Aradan yıllar geçti. Sevgili yeğeni peygamberlikle vazifelendirildi. İnsanları İslamiyet’e davet etti. Hz. Safiyye hiç tereddüt göstermedi, iman ederek ilk Müslümanlar halkasına katıldı. Bundan böyle, ona olan maddi manevi deste­ğini daha da artırdı. İslamiyet’in yayılması için canla başla çalıştı.

Fakat kaderin garip bir tecellisidir ki, kardeşi Ebû Leheb, sevgili yeğenine düşmanlık etmekte başı çekiyordu. Başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanlara işkence etmekten, acı çektirmekten menhus bir lezzet alıyordu. Hz. Safiyye bu vicdansızlığa son derece üzülüyor, hiç tahammül edemiyordu.

Bir gün yine Ebû Leheb’in Re­sû­lul­lah’ı incittiğini duydu. Hemen yanına gitti ve sert bir şekilde onu ikaz etti: “Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Ehl-i Kitap âlimleri, Abdülmuttâlib’in soyundan bir peygamber çıkacağını söylüyor­lar. İşte o peygamber, yeğenimiz Muhammed’dir.” dedi.

Fakat Ebû Leheb’in hakkı ve hakikati görebilecek gözü yoktu. Kalbini öfke ve kin kaplamıştı. Kardeşinin bu ikazına, Cahiliye Devri’nde kadının durumunu aksettiren şu cümleyle karşılık verdi:

“Zaten kadınların sözleri, erkeklere ayak bağıdır!”

Ebû Leheb’e laf anlatma­nın mümkün olmadığını anlayan Hz. Safiyye, mahzun bir şekilde oradan ayrıl­dı.

Hz. Safiyye, kardeşini Re­sû­lul­lah’a yardımcı olmaya ikna edememişti, fakat oğlu Zübeyr’in Re­sû­lul­lah’ın bir fedaisi olabilecek şekilde yetişmesi için azami gayret gösteriyordu. Disiplinli bir anneydi. Bazen hafifçe dövdüğü de olurdu. Sebebi sorulduğunda, “Yetişmesi için yapıyorum; çünkü o, ileride orduları ida­re edecek!” derdi. Gerçekten de onun yetiştirdiği Hz. Zübeyr, İslamiyet’in kahra­man bir fedaisi oldu. Peygamberimiz (a.s.m.), “Her peygamberin havarisi, yar­dımcısı vardır; benim de yardımcım Zü­beyr’dir.” buyurarak onu taltif etti. Ayrı­ca onu cennetle müjdeledi. Böylece Hz. Safiy­ye, cennetle müjdelenen 10 sahabiden birinin annesi olma şerefini kazanıyordu.

Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde sevgili halası onu ora­da da yalnız bırakmadı. Oğlu Zübeyr ile (r.a.) birlikte Medine’ye hicret etti. Böy­lece Allah yolunda hicret etme faziletine de mazhar oldu.

Hz. Safiyye, Allah ve Resûl’ü uğrunda hayatını ortaya koymaktan çekinmez­di. İslam tarihinde “Kâfiri öldüren ilk Müslüman kadın” unvanının sahibiydi. Hadise Uhud Savaşı esnasında cereyan etti.

Peygamberimiz Uhud Savaşı’na çıkarken, sağlam olduğundan kadınları, kız­ları ve çocukları Hz. Hassan’ın evine yerleştirmişti. Yaşlı ve sakat olduğu için Hz. Hassan’ı da Uhud Savaşı’na götürmeyip evde bırakmıştı.

Mücahitler Uhud’da cansiperane kılıç sallarken, bunu fırsat bilen bir Yahudi sinsi sinsi kadınların ve çocukların bulunduğu eve yaklaştı. Savunmasız insan­ları şehit edip, sonra da aklı sıra kahramanlık taslayacaktı. Sonrasını Hz. Safiyye’nin kendisinden dinleyelim: “Re­sû­lul­lah ile irtibatımız kesikti. Zaten Re­sû­lul­lah ile sahabiler yardıma ge­le­bilecek durumda değildi. Yahudi’nin evin etrafında dolaşıp durduğunu görünce Hassan’a gittim, durumu haber verdim. Bu Yahudi’yi öldürmesini istedim. Hz. Hassan hem yaşlı, hem de hastaydı. ‘Ey Abdülmuttâlib’in kızı, Allah senden razı olsun! Bilirsin ki ben bunu yapabilecek güçte değilim!’ dedi. Artık vazife ba­na düşüyordu. Yanımızda silah da yoktu. Elime büyük bir odun parçası aldım. Yavaşça aşağıya indim. Adamın sırtına bir darbe indirdim, adam yere serildi; sonra öldürünceye kadar vurdum!”

Böylece büyük bir tehlikeyi önleyen Hz. Safiyye, yüksek bir yere çıkıp savaş alanını seyretmeye başladı. Kalbine bir sızı düşmüştü. Gözü dönmüş müşrikle­rin sevgili yeğenine bir zarar vermelerinden endişe ediyordu. Tam o sırada, “Müslümanların mağlubiyete uğradığı” haberi bir bomba gibi patlayıverdi. Hz. Safiyye daha fazla bekleyemezdi. Birkaç kadınla birlikte Uhud’un yolunu tuttu. Karşılaştığı ilk mücahide Re­sû­lul­lah’ın sıhhatini sordu. Sağ olduğunu, fakat kardeşi Hz. Hamza’nın şehit düştüğünü öğrendi. Mübarek şehidin cesedini gör­mek istiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) onun geldiğini görünce, oğlu Zübeyr’e, “Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin!” buyur­du. Hz. Zübeyr, anne­sini karşıladı ve geri dönmesini istedi. Re­sû­lul­lah’ın böyle istediğini söyledi. Fakat Hz. Safiyye, kardeşinin cesedini görmek istiyordu. Büyük bir teslimiyet ve sabır içerisinde oğluna şöyle dedi:

“Şayet kardeşime yapılanı görmeyeyim diye geri döneceksem, ben onun ke­silip parçalandığını biliyorum. Kardeşim bu felakete Allah yolunda uğradı. Bundan daha büyük bir makam var mı? Biz Allah yolunda bundan daha fazlası­na uğramaya da rıza gösteririz. Sabretmeye kararlıyım. Sabrımın sevabını ise sadece Allah’tan bekliyorum.”

Hz. Zübeyr, dayısının başında fenalaşmasından endişe duyduğu annesinin bu metaneti karşısında bir defa daha hayranlığını ifade etti. Böyle bir annenin oğlu olduğu için de Cenâb-ı Hakk’a şükretti. Sonra Re­sû­lul­lah’a giderek annesinin sözlerini nakletti. Peygamberimiz, sevgili halasının samimiyetine inanıyordu, “O hâlde bırak görsün.” buyurdu. Sonra da elini halasının göğsü üzerine koyup dua etti.

Hz. Safiyye, kardeşinin cesedi başına geldi. Vücudu paramparçaydı. Bazı âzaları kesilmişti. Bu dehşet verici hadise karşısında Hz. Safiyye gayet sakindi, mütevekkildi. Üzerinde hiçbir şikâyet emaresi görülmüyordu. Zaten onun gibi birinin kadere itiraz etmesi düşünülür müydü? Hem artık bunun manen zarar­dan başka hiçbir faydası olur muydu? O hâlde yapabileceği tek şey, Cenâb-ı Hakk’ın onun derecesini biraz daha yükseltmesi için dua ve niyazda bulunmaktı. Şöyle dua etti:

“Allah’ım, hepimiz Senin kullarınız, hepimiz Sana döneceğiz. Kardeşimin varsa, kusurlarını affeyle!”

Onun bu sabır ve metaneti Peygamberimizi çok sevindirmişti. Onun sabrını daha da kuvvetlendirecek şu müjdeyi verdi:

“Bana Cebrâil (a.s.) geldi. Melekler katında Hamza’nın ‘Allah’ın ve Resûlünün arslanıdır.’ diye yazıldığını haber ver­di.”

Bu haber gerçekten de çok sevindiriciydi. Eliyle gözyaşlarını sildi ve oradan ayrıldı.

Hz. Safiyye, Peygamberimizin vefatına kadar onu bir anne şefkatiyle bağrına bastı. Ona öksüzlüğünü hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Fa­kat artık Re­sû­lul­lah’ın fâni dünyadan ayrılıp yüce Rabb’ine kavuşma zamanı gelmişti. Hz. Safiyye, Peygamberimizin baş ucunda duruyor, gözyaşlarını tuta­mıyordu. Bir ara Peygamberimiz, ona ve sevgili kızına şu ikazda bulundu:

“Ey Muhammed’in kızı Fâtıma, ey Re­sû­lul­lah’ın halası Safiyye! Allah katın­da makbul ameller işleyiniz. Bana güvenmeyiniz, çünkü ben sizi Allah’ın aza­bından kurtaramam!”

Peygamberimiz bu sözlerden biraz sonra fâni hayata göz­lerini kapadı.

Hz. Safiyye, metaneti, kahramanlığı yanında şairliği ile de tanınıyordu. Re­sû­lul­lah’ın ardından günümüze kadar yaşayan şöyle bir şiir yazdı:

“Ey Allah’ın Resûl’ü, sen bizim ümit kaynağımız oldun,/ Sen bize karşı iyilik yapardın; cefa eden olmadın./ Sen esirgeyen, yol gösteren ve öğreten olmuş­tun,/ Artık bugün senin üzerine kim ağlayacaksa ağlasın./ Allah’ın Resûl’üne anam, teyzem ve amucam,/ Dayım, sonra kendi nefsim fedadır./ Şayet insanların Rabb’i Peygamberimizi bize bıraksaydı,/ Mesut olurduk. Fakat Allah’ın emri geçerlidir./ Allah tarafından bir tahiyye olarak selam sana olsun./ Senden razı olarak Adn cennetlerine koysun.”

Peygamberimizin vefatından sonra 10 sene daha yaşayan Hz. Safiyye. Hicret’in 20. yılında Hz. Ömer’in hilafeti zamanında vefat etti. Medine’de Baki Kab­ristanı’na defnedildi.

Allah ondan razı olsun! [1]

[1]Tabakât, 3: 101-103; 8: 41; Üsdü’l-Gàbe, 5: 493.
Daha yeni Daha eski