Sad Suresi Tefsiri

Sad Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Sad Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre, Mekke-i Mükerreme’de Kamer Suresi’nden sonra nâzil olmuştur. Seksen sekiz âyeti kerimeyi kapsar, Saffaf Suresinin tamamlayıcısı gibi bir şekilde indirilmiştir. Çünki bu surede Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâm’ın kıssaları da bildirilmiştir. “Sâd” harfiyle başladığı için kendisine “Sâd” sûresi adı verilmiştir. Bir adı da “Dâvud Suresi”dir. Bu yüce sûre’nin başlıca içeriği de şunlardır:

(1): Müşriklerin pek bâtıl inançlarını açıklayıp reddetmek, kendilerini kınayıp susturmak.

(2): Nuh, Salih, Hud, Şüayb, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, İbrahim, İshâk, Yâkub, İsmail, İlyesa, Zülkifl ve Adem Aleyhimüsselâm’ın kıssalarına işaret etmek.

(3): Hak yolunda yüce peygamberlerin çekmiş oldukları eziyetleri ve nihayetinde galibiyete, ilâhi zafere kavuşmuş olduklarını beyan ile Son Peygamber’e teselli vermek, O’nu da Allah’ın zaferine kavuşmakla müjdelemek.

(4): Müşriklerin, inkârcıların aslı kıyamette de ne kadar müthiş azaplara uğrayacaklarını hatırlatmak.

(5): Adem Aleyhisselâm’a karşı meleklerin secde ile mükellef bulunmuş olduklarını, şeytanın ise böbürlenerek bu secdeden kaçınmış olduğunu ve bu yüzden ne fena bir sapıklığa düşmüş bulunduğunu beyan etmek.

(6): Kur’an-ı Kerim’in nasıl umumi bir ilâhi öğüt olduğuna dikkatleri çekmek ve inkârcıların bilahara nasıl müthiş bir vaziyette kalacaklarını ihtar etmek.

1. Sâd, şeref ve şan sahibi olan Kur’an hakkı için. İş o kâfirlerin dedikleri gibi değildir.

1. Bu mübârek âyetler, Allah’ın birliğini inkâr eden müşrikleri reddediyor ve cahilliklerini ortaya koyuyor. Onların ne kadar kibirli bir vaziyet almış olduklarını teşhir buyuruyor. Onların putlara tapmaya devam edilmesini istediklerini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve O’na Kur’an-ı Kerim’in inişini imkânsız gördüklerini haber veriyor. O müşriklerin böyle cahilce iddialara cür’et etmeleri, onların henüz lâyık oldukları azaba kavuşmamış olduklarından neş’et ettiğine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sâd) Bu lafz; benzerleri gibi müteşabihattandır. Bununla ne kasdedildiğini Allah’ın ilmine havale ederiz. Maamafih deniliyor ki: Bu lafz, bu mübârek surenin ismidir, okunacak âyetlere nazar-ı dikkati çekmektedir. “İşte böyle harflerden müteşekkil olduğu halde Kur’an-ı Kerim’in âyetleri birer mucizedir, nazire mümkün değildir” denilmek istenilmiş gibi oluyor. Bir de deniliyor ki: Bu lâfz, ilk harfleri Sâd olan “Sabur”, “Samed” gibi Allah’ın isimlerine işareti gerektirmektedir. Veyahut Resûl-i Ekrem’in sıdkına işarettir. Bir yemin mahiyetindedir. Evet.. Buyuruluyor ki: (şeref ve şân sahibi olan Kur’an hakkı için) Hz. Muhammed Aleyhisselâm, doğru sözlü bir Peygamberdir. Diğer bir yoruma göre de üzerine yemin edilen şey, şu mealdedir. Hakikatleri beyan eden Kur’an’a yemin olsun ki: İş o kâfirlerin dedikleri gibi değildir, Allah Teâlâ birdir, ortak ve benzerden uzaktır. Hz. Muhammed’in bu husustaki beyanatı da hakikatın ta kendisidir. O Yüce Resûl, doğruluk ve sadakatle hakkıyla vasıflanmıştır. Şüphesiz inanıyoruz.

§ Zikr; Lâfzı, şeref, yücelik, şân, öğüt ve beyan manalarını ifade eder. Kur’an-ı Kerim de, bu yüksek vasıflara sahip olduğu için kendisine “zikr” adı da verilmiştir.

2. Belki o kâfir olanlar, bir gurur ve bir muhalefet içindedirler.

2. (Belki o kâfir olanlar) Kendi cahilce yollarına devam etmek istiyorlar. Onlar (bir gurur) bir böbürlenmek (bir muhalefet) bir düşmanlık (içindedirler) kendilerine büyük bir kıymet veriyorlar, Yüce Peygambere karşı muhalefete cür’et gösteriyorlar, o yüzden böyle küfr içinde yaşıyorlar, başlarına gelecek ilâhi azabı hiç düşünmüyorlar.

§ İzzet; Galebe, kahr manasınadır, burada kibirlenme, şiddetli bir bencillik ve hakka uymaktan kaçınmak manasında kullanılmıştır.

§ Şikak; da ayrılık, Allah’ın dininden ve Resûl-i Ekrem’den uzaklaşmak, bertaraf bulunmak demektir.

3. Onlardan evvel nice kavimleri helâk ettik, çağırışmaya başladılar. Artık kurtuluş vakti değildi.

3. (Onlardan) O Kureyş müşriklerinden (evvel nice kavimleri) küfr ve şirke düşmüş, Peygamberlerini tasdik etmemiş oldukları için (helâk ettik) çeşit çeşit felâketlere uğrattık, başlarına öyle felâketler gelince onlar (çağırışmaya) bağırıp çağırmaya, imdat istemeye (başladılar) Heyhat!. (artık kurtuluş vakti değildi) O pişmanlıkları kendilerine bir faide vermiş olamadı. Çünki, öyle kimselerin kendilerine henüz ilâhi azap gelmeden inançlarını amellerini düzeltmeleri icabeder.

§ Menâs, Firar, kaçıp kurtulmak demektir.

4. Ve kendilerine içlerinden bir uyancının gelmesinden dolayı hayrete düştüler ve o kâfirler dedi ki: Bu, bir yalancı sihirbazdır.

4. (ve) O kâfirler (kendilerine içlerinden bir korkutucunun gelmesinden) kendileri gibi insan nev’inden bir insanın gelip de kendilerini ihahi azaptan korkutanak îmana dâvet etmesinden dolayı (hayrete düştüler) o davetin faidesini takdir edemediler, o gelen zâtın ne kadar yüce vasıflar ile vasıflanmış olduğunu anlayamadılar. (ve, o kâfirler dediki: Bu) Bizi dine davet eden zât (bir yalancı sibirbazdır.) gösterdiği harikalar sihir kabilindendir, O, hakikaten Peygamber değildir, Allah adına gerçek dışı beyanlarda bulunuyor.

5. İlâhları bir ilâh mı kılmış? Şüphe yok bu, elbette pek fazla tuhaf birşey.

5. O kâfirler, kendilerini Yüce Peygamber’e yalan isnadına sevkeden şüphelerini şöyle bildiriyorlardı. (ilâhları bir ilâh mı kılmış) O Peygamberlik iddiasında bulunan, bu kadar putların mâbut olduklarını inkâr ediyor da mabûdunun bir ilaha mahsus olduğunu mu iddia ediyor!. (Şüphe yok ki, bu,) iddia (elbette pek fazla tubaf birşey) nasıl olur da bir ilâhtan başka tanrı bulunmamış olsun?. O kâfirler, öteden beri atalarının öyle birçok putlara tapınıp durduklarını görmüş oldukları için o putların ilahlığa sahip olmadığına dair olan peygamber sözünü tuhaf ve garip görmüşlerdi.

§ Ucâb; Kendisinden çok fazla hayret edilecek şey, ve pek acayip veya kendini beğenmiş kimse demektir.

6. Onlardan ileri gelenler, yürüyünüz ve ilâhlarınızın üzerine sabrediniz, şüphe yok ki, istenilen şey budur. Diye çıkıp gittiler.

6. (Onlardan ileri gelenler) Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden bir gurup, Resûl-i Ekrem’in kendilerini tevhid dinine davetine karşı mâkul bir cevap bulamadıkları için kendileri gibi müşriklere hitaben dediler ki: (yürüyünuz) Haydi O’nun yanından çıkıp gidiniz (ve ilâhlarınızın üzerine sabr ediniz) putlarınızın aleyhindeki sözlere bakmayınız, onlara tapınmaya devam eyleyiniz (şüphe yok ki, istenilen şey budur) yani: Muhammed -Aleyhisselâm- tevhid inancını yaymak istiyor, onun kasdettiği bundan ibarettir. Siz O’nun bu arzusuna bakmayınız, putlarınıza tapmaktan geri durmayınız, o kendi iradesini terk edecekdeğildir. (diye) O gurup meclisten (çıkıp gittiler) Hz. Peygamberin mübârek teklifini kabul etmediler. “Rivayet olunuyor ki: Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri Ebu Talib’in evinde toplanmışlar, Hz. Peygamberin putlar aleyhinde bulunmamasını arzu ediyorlardı. O mecliste bulunan Resûl-i Ekrem de onların arzularını red etmiş ve buyurmuş ki: Ben sizden bir kelime diliyorum, onu kabul ederseniz size Arablar da, Arap olmayanlar da tâbi olur, hürmet eder. O taife de demişler ki: Ne iyi, o kelime nedir?. Resûl-i Ekrem de o kelime “Lailahe illaliah”dır diye buyurmuş. Bunun üzerine o gurup hemen toplanıp dağılmışlar, bu kutsî teklifi takdir edip kabul etmemişler.

7. Biz bunu son dinde de işitmedik. Bu bir uydurmadan başka bir şey değil.

7. O takdirden mahrum gurup diyorlardı ki: (Biz bunu) Böyle yalnız bir Allah’ın varlığını, O’nun vasıflarını (son dinde de işitmedik) Hıristiyan milleti de teslise üç ilaha inanıyor. Arab müşrikleri arasında hıristiyanlık, dinlerin sonuncusu sanıldığı için onu hassaten misal göstermek istemişlerdi. Diyorlardı ki: (bu) Hz. Muhammed’in bize teklif ettiği tevhid dinî (bir uydurmadan başka birşey değil.) bu, bir iftiradan, bir yalandan ibarettir, bunun bir hakikati yoktur.

§ İhtilak; Yalan ve iftira demektir.

8. O Kur’an, bizim aramızda O’nun üzerine mi indirilmiştir? dediler Hayır.. O inkarcılar benim vahy’imden tereddütler içindedirler. Hayır.. Azabımızı henüz tatmadılar.

8. O inkârcılar, kendi iddialarını takviye için ne diyorlardı ki: (O Kur’an, bizim aramızda O’nun üzerine mi indirilmiştir?.) Halbuki, biz insanların reisleriyiz, eşrafından bulunuyoruz. Eğer öyle bir ilâhi kitap olsa idi, bizim üzerimize inmesi lazım gelirdi. O cahiller, kendi maddî mevkilerine, servetlerine güvenerekböyle kibirli tarzda bir iddiada bulunmuşlardı. Allah Teâlâ da onları red için buyuruyor ki: (hayır) O inkârcılar (benim vahyimden) inzâl ettiğim semavi kitaptan (tereddütler içindedirler) eğer onlar güzelce düşünseler, o tereddütleri gider. (hayır.. Onlar azabımı henüz tatmadılar.) Eğer o inkârlarından dolayı lâyık oldukları ilâhi azap onların başına gelmiş olsa idi, elbette o şüpheleri, tereddütleri gidecek, ne kadar cahilce bir gurur ile küfr içinde yaşamış olduklarını anlayacaklardır. Fakat artık, kanaatlarını değiştirerek Resûl-i Ekrem’in beyanlarını tasdik etmeleri kendilerine faideli olmazdı, elbette ki, ümitsizlik halindeki îman makbul değildir.

9. Yoksa onların yanında mıdır, herşeye galip, çokca bağışlayıcı olan Rabbin rahmet hazineleri?

9. Bu mübârek ayetler de peygamberliğin Muhammed Aleyhisselâm’a ihsan buyurulmasını imkânsız gören inkârcıların ne kadar selahiyetleri dışında münasebetsizce söz söylediklerini ortaya koyuyor. Allah Teâlâ’nın dilediği kulunu peygamberlik şerefine kavuşturacağını, O’na kimsenin mani olamayacağını bildiriyor. Peygamberlerini yalanlayan kavimlerin pek fecî felâketlere uğramış olduklarına işaret buyuruyor ve alay etme yoluyla bir an evvel azaba kavuşmalarını isteyen inkârcıların nihayet korkunç bir ses ile helak olup azaba tutulacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Yoksa onların) O inkârcıların (yanında mıdır?.) onların selahiyetleri dahilinde midir (Herşeye galip) bulunan ve (çokça bağışlayıcı olan) dilediği kullarını af ve mağfiret buyuran (Rab’bin hazineleri?.) ki, o inkârcılar, o hazinelerde diledikleri şekilde tasarrufta bulunsunlar, dilediklerine ondan bal bol, versinler ve dilemediklerini de ondan mahrum bıraksınlar, risalet ve peygamberlik makamlarına da dilediklerini getirebilsinler?.

10. Yoksa göklerin ve yerin ve aralarındakilerin mülkü, onlar için midir?, öyle ise sebepler içinde yükseliversinler.

10. (Yoksa göklerin ve yerin ve) Bu ikisinin (aralarındakilerin mülkü onlar için midir?.) onlar böyle bir iddiada bulunabilirler mi?. Eğer faraza öyle ise (Sebepler içinde yükseliversinler.) yükselme vasıtalarile, yollariyle göklere kadar çıkarak arş üzerinde hükme başlasınlar, Rabbanî işler ve ilâhi takdirlen hakkında atıp tutsunlar, bu ne mümkün!. Bütün kâinat, bir Yüce Yaratıcının hâkimiyeti altında bulunmaktadır. O dilediği kullarını risalete, peygamberliğe vesair yüce nimetlere kavuşturur. Buna kim müdahale edebilir?.

11. Onlar burada muhtelif guruplardan hezimete uğramış bir ordudur.

11. Allah Teâlâ o inkârcıların nihayet zarar ve ziyanda kalacaklarını şöylece beyan buyuruyor: (Onlar) O Kureyş topluluğundan olan müşrikler (burada) Mekke-i Mükerreme beldesinde (muhtelif guruplardan) Peygamberlerine karşı muhalefete cür’et etmiş olan eski kavimler kabilinden (hezimete uğramış bir ordudur.) bu şimdiki muhalifler de, öyle yenilmeye mahkum bir guruptan ibaret bulunmaktadırlar. İşte bu haberde Kur’an-ı Kerim’in bir açık mucize olduğuna bir delildir. Çünki bu ayeti celîle, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştu. Oradaki müşrikler ise büyük bir varlık sahibi bulunuyorlardı. Fakat az sonra Bedr ve Hendek gazvelerinde olduğu gibi asıl Mekke-i Mükerreme’nin fethi neticesinde de öyle büyük bir yenilgiye uğramışlardır. Resûl-i Ekrem’in başarısı ve galibiyeti ise gün gibi parlamaya başlamıştır.

12. Onlardan evvel Nûh kavmî ve Ad ve demir kazıklar sahibi olan Firavun Peygamberleri yalanlamıştı.

12. Evet.. Son Peygamberi yalanlayanlar,nihayet öyle bir hezimete uğramışlardır. Nitekim (Onlardan) O Yüce Peygamberi yalanlayan müşriklerden (evvel Nuh kavmi) Nuh Aleyhisselâm’ı yalanlamışlardı. (ve Âd) Kavmi Hûd Aleyhisselâm’ı inkâr eylemişlerdi. (ve demir kazıklar sabibi olan) Yani: Demir dirnekler üzerine kurulmuş bir ikametgâha malik bulunan (Firavn) da Peygamberleri (yalanlamıştı.) İşte Peygamberlerini yalanlayanların hepsi de nihayet en şiddetli felâketlere, azaplara uğramışlardır.

§ Evtâd; Çakılmış kazıklar demektir. Kuvvetli ve sabit bir hâkimiyetten saltanattan kinâye bulunmaktadır. Firavn dilediği kimseleri ağaçlara mıhlayarak cezalandırdığı için kendisine “Evtâd sahibi” denilmiştir.

13. Ve Semûd ve Lût kavmi ve Eyke ahalisi de yalanlamışlardı işte bunlar, o guruplardır.

13. (Ve Semûd) Kavmi de Sâlih Aleyhisselâm’ı dinlememişti (ve Lût kavmi) Lût Aleyhisselâm’a muhalefette bulunmuştu (ve Eyke ahalisi de) Şüayb Aleyhisselâm’a karşı cephe almıştı, bunların hepsi de Peygamberlerini yalanlamıştı. (işte bunlar) Bu adları bildirilen kavimler (o guruplardır.) o Peygamberlerini inkâra cür’et etmiş, dinsiz kavimler cümlesindendirler. Artık asr-ı saadetteki inkârcı kimseler de o eski kavimler kabilinden bulunmaktadırlar.

14. Başka değil, hepsi de Peygamberleri yalanladılar da artık azabım, hak oldu.

14. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Başka değil) O guruplardan (hepsi de Peygamberlerini yalanladılar) zaten bir Peygamberi yalanlamak, bütün Peygamberleri yalanlama hükmündedir. (artık azabım hak oldu) Onların hepsi de, azaba lâyık oldular, başlarına lâyık oldukları azap gelmiş oldu. Nitekim diğer bir kısım sûrelerde o mübârek Peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerinin başlarına gelen felâketler gösterilmiş bulunmaktadır.

15. Bunlar da ancak bir an gecikmesi olmayan korkunç bir sesten başkasını beklemiyorlar.

15. Artık o kadar kuvvetli kavimler, küfrleri yüzünden helâke uğramış olunca Son Peygamber’i inkâr eden guruplar, bir gün büyük bir azaba uğramayacaklar mı? Elbette ki, uğrayacaklardır. Şöyle ki: (Bunlarda ancak, bir an gecikmesi olmayacak) yani: pek âni bir surette vuk’u bulacak (korkunç bir sesten başkasını beklemiyorlar.) bunlar şimdilik yaşıyorlar, hikmet gereği köklerini kazıyacak bir azaba uğramıyorlar. Fakat takdir edilen vakit gelince, yani: İlk yahut ikinci sûra üfürme vuk’u bulunca hepsi de lâyık oldukları vezalara kavuşacaklardır, o günü bekleyip dursunlar!

§ Fevâk; deve veya koyun gibi hayvanı sağarken bir memesini bir kere sağmakla ikinci kere sağmak arasında geçen zaman demektir. Az bir zamandan, fazla beklememekten kinâyedir.

16. Ve dediler ki: Ey Rabbimiz! Bizim için amel defterimizi hesap gününden evvel çabukça ver.

16. (Ve) O Peygamber zamanındaki müşrikler, bir alay yoluyla (dediler ki: Ey Rab’bimiz!. Bizim için amel defterimizi) daha biz dünyada iken (hesap gününden evvel çabucak ver.) bizim ahirette azaba uğrayacağımız iddia ediliyor, şayet öyle bir azap var ise hemen başımıza getir, onu ahirete bırakma. Yahut: Görelim ki, bizim için güzel ameller mi, yoksa çirkin ameller mi yazılmış, bakalım, anlayalım!.

§ Kıt; kitap, delil, yazı, nâsip, hisse mânâsınadır. Çoğulu, kutût’tur.

17. Dediklerine karşı sabr et ve kulumuz kuvvet sahibi Dâvud’u hatırla, şüphe yok ki, O, çok Hak’ka yönelen bir zât idi.

17. Bu mübârek âyetler de Peygamber Efendimize kavminin hoş olmayan lâkırdılarınakarşı sabr etmesini tavsiye buyuruyor. Hz. Dâvud’un da fevkalade nimetlere, meziyetlere kavuşmakla beraber bazı üzüntülere bir imtihan için müptela olmuş olduğunu beyan ile Fahr-i Kâinat Hazretlerine teselli vermiş olmaktadır. Şöyle ki: Ey Resûl-i Ekrem!. Senin hakkında Kureyş müşriklerinin (Dediklerine karşı sabr et) bu senin hakkında bir ilâhi imtihandır bir mükâfat vesilesidir. (ve kulumuz kuvvet sahibi) ibadet ve itaat hususunda büyük bir sebât ve kuvvete sahip bulunan (Dâvud’u hatırla) Onun kıssasını göz önüne al, O’nun da ne kadar kuvvet ve hikmet sahibi iken birçok üzüntülere mâruz kalmış ve Allah korkusu ile titreyerek peygamberlik görevini ne kadar güzelce yerine getirmeye çalışmış olduğunu uyulması gereken bir örnek olarak düşün. (şüphe yok ki, O) Hz. Dâvud, (çok) Hak’ka (dönen) Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan (bir zât idi) geceleri kalkar namaz kılardı, daima bir gün oruç tutar bir gün de iftar ederdi. İmam-ı Buhari’nin tarihinde yazılı olduğu üzere Peygamber Efendimiz, Hz. Dâvud zikredildikçe buyurmuş ki: O, insanların en çok ibadet edeni idi. Allah’ın selâmı üzerine olsun.

18. Muhakkak ki, dağları emrine verdik, O’nunla beraber akşamleyin ve kuşluk vakti tesbîh ederlerdi.

18. Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: (Muhakkak ki, dağları emrine verdik) O kadar kuvvete, kudrete, yüceliğe sahip olan ve görünüşte his ve hareketten mahrum gibi görülen dağları, Allah’ın emrine itaatkâr ve boyun eğici kılmış olduk. (O’nunla beraber) Dâvud Aleyhisselâm’a arkadaş olarak (akşamıeyin ve kuşluk vakti) beraberce (tesbih ederlerdi.) dağların Hz. Dâvud ile beraber tesbihte bulunmaları, O’nun için bir mucizedir. Hikmet sahibi Yaratıcı o yüce dağlarda kendilerine mahsus bir hayat, bir akıl ve bir kudret ve bir konuşma yaratmıştı da, o zaman Hz. Dâvud ile beraber onlar da tesbihe,Allah’ın zatını kutsamaya devam ediyorlardı. Allah’ın kudreti karşısında dağların bu tesbihi imkânsız görülemez, bunu te’vile hâcet yok. Eğer dağların bu tesbihinden maksat, onların o büyük yaratılışları, vaziyetleri bakımından lisan-ı hal ile bir tesbihten ibaret olacak olsa, artık o tesbihi öyle iki vakte tahsis, ve Hz. Dâvud ile beraber göstermek uygun olmayabilir. Çünkü onlar bu itibar ile her vakit tesbih ve tehlilde bulunmaktadırlar. Maamafih şöyle de deniliyor ki: Dâvud Aleyhisselâm’ın sesi pek güzel idi, böyle bir ses ile tevhid ve tesbihte bulunurdu, bu sesi dağlara aksediyordu, onlar da bu sedâyı aksettirerek sanki O’nunla beraber tesbihte bulunmuş oluyorlardı. Fakat Kur’an-ı Kerim’in açık beyanını kesin ihtiyaç olmadıkça böyle yoruma lüzum yoktur.

§ Aşiy; güneşin batışından yatsı vaktine kadar olan zamandır. Bir görüşe göre de güneşin dönmesinden batışına kadar olan müddettir.

§ İşrak; da ışık vermek ve aydınlatmak demektir. Bundan maksat ise, güneşin doğup her tarafa ışığının yayılmaya başladığı zamandır. Hz. Dâvud’un tesbihi bu iki zamana tahsis edilmiş ise, bu zamanlarda ibadet veya itaatin pek makbul olduğuna işaret vardır.

19. Kuşları da toplanmış olarak Ona tâbi kıldık hepsi de O’na yönelmiştir.

19. (Kuşları da toplanmış olarak..) Hz. Dâvud’a tâbi kıldık, onlar da O’nunla beraber tesbihte bulunurlardı. (hepsi de) Dağlar da, kuşları da, (O’na) Dâvud Aleyhisselâm’a (yönelmişlerdi.) O’nun emrine tâbi olarak O’nunla beraber tesbihe devam ederlerdi. Evet.. Hepsi de Allah’ın emrine itaatkâr, beraberce zikr ve tesbihe devam ediyorlardı.

20. Ve O’nun mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O’na hikmet ve davaları, çözme kabiliyeti vermiş idik.

20. Hak Teâlâ Hazretleri şöyle de buyuruyor:(Ve O’nun) Dâvud Aleyhisselâm’ın (mülkünü) devlet ve saltanatını heybet ile, zafer ile, pek fazla bir ordu ile (kuvvetlendirmiştik) düşmanlarına karşı pek üstün bir vaziyette bulunuyordu. (ve O’na) O mübârek Peygamber’e (hikmet) yani: Peygamberlik, eşyanın hakikatlarına vukuf, hak ile bâtılın arasını ayırma gücü (ve davaları çözme yeteneği) davaları güzelce halletme ve çözme kabiliyeti (vermiş idik.) O Yüce Peygamber, öyle yüksek olgunluklarla, faziletlerle vasıflanmış bulunuyordu.

21. Ve sana o davacıların haberi geldi mi? O vakit ki, mâbedin duvarına tırmanıp çıkmışlardı.

21. (Ve) Ey Son Peygamber!. (Sana) Hz. Dâvud’un zamanına ait olan (o davacıların haberi geldi mi?.) o garip tarihi olayı biliyor musun?. Yani: Sen de o olaydan haberdar olmalısın, o pek ibret verici bir olay idi. (O vakit ki,) O davacılar, Hz. Dâvud’a mahsus (ibadetgaha) alışılmamış bir şekilde (tırmanıp çıkmışlardı.) O Yüce Peygamberin ibadetle meşgul olduğu bir zaman, garip bir tarzda huzuruna girmiş, muhakeme zamanı olmadığı halde O’na kendi hallerini arza başlamışlardı.

§ Tesevvür; sur’un, kale duvarının üzerinden aşıp gelmek manasınadır.

§ Mihrap, dan maksat da “Ğurfe” kendisinde ibadet olunan bir mahaldir.

22. O vakit ki, Dâvud’un karşısına girmişlerdi de, onlardan korkuya düşmüştü. Dediler ki: Korkma, iki davacı ki, bazımız bazısı üzerine tecavüz etmiş oldu. Artık sen aramızda hak ile hükmet, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına sevk et.

22. Evet.. (O vakit ki,) O davacılar öyle ansızın (Dâvud’un karşısına girmişlerdi de) Hz. Dâvud (onlardan korkuya düşmüştü) çünkü onlar izinsiz yukarıdan aşağıya birden bire inmiş bulunuyorlardı. O mübârek Peygamberinibadet ve istirahat vaktini ihlâl etmişlerdi. O gelen zâtlar (dediler ki:) Ey Dâvud Aleyhissetam bizden (Korkma) biz (iki davacı) bulunuyoruz (ki, bazımız bazısı üzerine tecavüz etmiş oldu) bu tecavüzün hükmü nedir?. (artık sen aramızda hak ile hükmet) Vereceğin hükmde (haksızlık etme.) hak’tan ayrılıp uzaklaşma, (ve bizi doğru yolun ortasına sevket) adaletin gereği ne ise onu bize bildir, sonra o şekilde hükmet, bir tarafı tercih etme..

§ Feza’; Korku, feryat, nefret, keder, insana ârız olan heyecan.

§ Teşeddüd; Hak’tan uzaklaşmak, haksızlık ve zulmde bulunmak, yalanı tercih etmek demektir.

23. Muhakkak ki, şu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu vardır. Benim için ise bir dişi koyun var. Öyle iken “onu bana bırak” dedi ve beni konuşmada mağlûp etti.

23. Hz. Dâvud’un huzuruna giren iki şahıstan biri şöyle dedi: (Muhakkak ki, şu benim kardeşimdir) Yani: Din, meslek veya iyilikseverlik itibariyle aramızda bir kardeşlik vardır, bir bağ mevcuttur. (O’nun doksan dokuz dişi koyunu vardır) yani: O, kadar kadına sahiptir. (benim için ise bir dişi koyun var) Ben yalnız bir kadına sahibim (öyle iken) bu kardeşim (onu) o bir koyunu da (bana bırak dedi) yani: Ondan alâkanı kes de onu bana bırak diye teklifte bulundu (ve beni konuşmada mağlup etti) o daha güzel konuşan ve daha ziyade mücadeleye, münakaşaya güç yetiren biri olduğu için bana galip geldi, ona karşı, kendi hakkımı müdafaaya kâdir olamadım, sen bu hususta ne buyurursun, ey yüce hükümdar!..

§ Na’ce; dişi koyun demektir, fakat Arap lisanında bu, çok kere kadından kinaye bulunur.

§ İkfâl; kefil etmek, kabul ettirmek, veripbaşkasından alâkasını kesmek gibi bir manada kullanılmaktadır.

§ İzz; galip olmak, yağmur fazlaca yağmak manasını ifade eder.

24. Dâvud Aleyhisselâm dedi ki: Elbette senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulüm etmiş oldu. Ve muhakkak ki, mal ortaklarından birçokları mutlaka bazıları bazısı üzerine tecavüz etmektedir. Ancak, imân edenler ve sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ. Onlar da ne kadar az! Ve Dâvud sandı ki: Muhakkak biz onu bir imtihana tâbi tutmuş olduk. Hemen Rabbinden af dileğinde bulundu ve rukû edici olarak yere kapandı ve Hak’ka yöneldi.

24. Bu mübârek âyetler de Dâvud Aleyhisselâm’ın kendisine müracaat eden davacılara karşı olan açıklamalarını bildiriyor ve o davacıların öyle ansızın gelmelerini kendi hakkında ilâhî bir imtihan kabul ederek hemen af dileyip kulluk secdesine kapanmış olduğunu beyan buyuruyor. Ve Hak Teâlâ Hazretlerinin o Yüce Peygamberine hilâfet ihsan buyurduğunu ve O’nun nefsin arzularına tâbi olmaktan men ederek hakkaniyet dairesinde hükm ile mükellef kıldığını beyan ve nefsin arzusuna tâbi olanların hak yolundan ayrılmış, büyük bir azaba mâruz kalmış olacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Dâvud Aleyhisselâm, öyle ansızın huzuruna giren şahısların ifadelerini aldı ve kendi beyanatını yemin ile kuvvetlendirerek (Dedi ki: Elbette) andolsun ki, (senin koyununu kendi koyunlarına) alıp ilave etmek (istemesiyle) o ortağın (sana zulm etmiş oldu) onun o arzusu, bir insafsızlık eserinden başka birşey değildir (ve muhakkak ki, mal ortaklarından birçokları) şirket hukukuna lâyıkiyle riayette bulunmuyorlar (mutlaka bazıları bazısı üzerine tecavüz etmektedir) aralarında çoğu defa çekişmeler, mücadeleler meydana geliyor. Halbuki, herkes kendi arkadaşının, kendi ortağının hakkınariayet etmedir, insaniyet bunu icabeder. (ancak imân edenler) Allah’ın dinî ile vasıflanmış olanlar (ve sâlih sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ) onlar, dinî bir terbiyeye sahip, güzel ahlâk ile donatılmış bulundukları için herkesin hukukuna riayet ederler, kendi menfaatleri için başkalarının zararına sebebiyet vermezler. Fakat maalesef (onlar da ne kadar az!.) pek hayret edilir ki, öyle yüksek bir insani terbiyeye sahip olanlar, cemiyetler arasında nisbeten pek az bulunmaktadır. (Ve Dâvud) aleyhisselâm, o davacıların çıkıp gitmelerini müteakip, onların maksatlarını ve davalarında samimi olup olmadıklarını biraz düşününce onların vaziyetlerinden şüpheye düştü, sandı ki: (muhakkak biz O’nu) Hz. Dâvud’u (bir imtihana) bir denemeye tâbi tutmuş olduk.) öyle adete aykırı bir hâdisenin, öyle meçhul kimselerin huzurma ansızın girmelerinin ani bir imtihan olduğunu sanıverdi. (Hemen Rab’binden af dileğinde bulundu) Yarabbi!. Eğer bu hususta bir kusurum bulundu ise beni af et diye rica ve niyâza başladı. (ve rükü edici olarak yere kapandı) Yani: Kulluk secdesine vardı. Allah’ın himayesine sığınmak istedi. (Ve) Hak’ka (yöneldi) Şayet kendisinden en küçük bir günah çıkmış ise ondan dolayı tövbekâr olarak Allah’ın affına sığındı. Bu âyeti kerime, İmam-ı Azam’a göre bir secde ayetidir.

25. Artık bunun için O’nu bağışladık ve şüphe yok ki, onun için bizim katımızda elbette yüksek bir makamı ve bir âkıbet güzelliği vardır.

25. Cenab-ı Hak da o Yüce Peygamber’inin o pek samimi niyâzını kabul buyurmuş olduğunu şöylece beyân buyuruyor. (Artık bunun için) O Yüce Peygamber’in bu niyâzından dolayı (O’nu) o Dâvud Aleyhisselâm’ı (bağışladik) o zannından veya zelle kabilinden olan bir muamelesinden dolayı O’nu mes’ul tutmadık. (ve şüphe yok ki, O’nun için) Hz. Dâvud’amahsus (bizim katımızda) yanımızda (elbette bir yakınlık vardır) o mânevi bir yakınlığa, ebedî bir saadete adaydır ve onun için (bir âkibet güzelliği) de (vardır.) O’nun için cennette yüce makamlara ulaşmak da takdir edilmiştir.

26. Ey Dâvud! Şüphe yok ki, biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar arasında hak ile hükmet ve hevâya tâbi olma, sonra seni Allah’ın yolundan şaşırtır. Muhakkak o kimseler ki, Allah yolundan saparlar, onlar için hesap gününü unutmuş oldukları için şiddetli bir azap vardır.

26. Dâvud Aleyhisselâm kusurlardan beri ve Allah katında pek büyük bir fazilete sahip olduğunu şu ilâhi hitab da kesin bir şahittir. (Ey Dâvud!. Şüphe yok ki, biz seni yeryüzünde halife kıldık) Sana mülk ve saltanat ihsân buyurduk, senin ahali arasındaki hükmlerin geçerlidir, sana itaat etmeleri lazımdır. (artık) Sen de (insalar arasında hak ile hükmet) sana Allah tarafından bildirilmiş olan dünya ve ahirete ait hükmlere riayet eyle, içtimai kurtuluş onunla mümkündür. (ve hevaya tâbi olma.) Gerek hükümet etme hususunda ve gerek diğer dinî ve dünyevî işlerde nefsin hevasına uyma (Sonra) öyle nefsin hevasına uymak (seni Allah yolundan şaşırtır.) sapıklığa düşürür, yüceltme rehberi olan hükümlere riayetten seni mahrum bırakır, bütün dünyevî ve uhrevî istekler bozulmuş olur. Bunun mes’uliyeti ise elbette ki, Allah katında pek büyüktür. Evet.. (Muhakkak o kimseler ki, Allah yolundan saparlar) Hak’kı bırakarak bâtıla sarılırlar (Onlar için hesap gününü unutmuş oldukları için) kıyamet gününün mes’uliyetini düşünmeyip gafilce yaşadıklarından dolayı (bir şiddetli azap vardır.) Binaenaleyh istikbaldeki bu müthiş mes’uliyet düşünülmelidir. Elbette insanlığın yaradılışı boş yere değildir, hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır, hayatın gayesini dikkate almayanlar, elbette ki, uhrevîmes’uliyetten kurtulmayacaklardır. Yüce Peygamberler, masum ve Allah’ın emnine her yönüyle riayetkar oldukları için onlara yönelen bu gibi ilâhi beyanlar onların asıl ümmetlerine yöneliktir, onların uyanmalarına vesile olmak hikmetine dayanmaktadır. “Bu ayetlerın Dâvud Aleyhisselâma işaret ettiği kıssa hakkında muhtelif rivâyetler vardır ki, onların hiç de doğru rivâyetler olmadığını Fahri Razî gibi araştırmacı müfessirler açıklamışlardır. Kısacası denilmiştir ki: Dâvud Aleyhisselâm’ın birçok eşleri var idi. Buna rağmen “Uryâ” adında bir kumandanının eşine de aşık olmuş o kumandanı birkaç defa savaşlara göndermiş, onun öldürülmesinin ardından o eşiyle evlenmiş, o öldürülmeden dolayı mahzun olmamıştır. Bunun üzerine iki melek insan suretinde görünerek Hz. Dâvud’un huzuruna gelmişler, O’nun yaptığı muamelenin ahlâka uygun olmadığına işarette bulunmuşlardır. Bu iki meleğin Cebrâil ile Mikâil Aleyhimesselâm’dan ibâret olduğu da kaydedilmektedir. Halbuki, bu rivâyet boştur, bir asıla dayanmamaktadır. Dâvud Aleyhisselâm’dan böyle bir muamelenin çıkışı pek uzaktır. Böyle bir muamele vuk’u bulmuş olsa öyle iki meleğin gelmesine ne hâcet var?. Cenab-ı Hak, o Peygamberini ilâhi vahiyle irşad ve ikâz etmiş olurdu. Hatta, İmam-ı Ali Radiallâhü Anh buyurmuştur ki, Dâvud Aleyhisselâm hakkında kim öyle bir isnatta bulunursa kendisine yüzaltmış kırbaç vururum, Peygamberler hakkındaki iftiranın cezası budur. Maamafih Hz. Dâvud’un huzuruna gelenlerin ikiden fazla olduğunu Kur’an-ı Kerim’deki beyanlar göstermektedir. Çünki: “Dehalû” içeri giriverdiler, “Münhüm = onlardan, Kalü = dediler” kelimeleri çoğul sigalarıdır, gelenlerin ikiden ziyade olduğunu gösteriyor.

§ Hasm; tâbini ise bir cins isim olduğundanbire de, birden fazlaya da kullanılır. Binaenaleyh “Hasmâni” “iki hısım” denilmesi, o gelenlerin herhalde iki şahıstan ibâret olduğunu göstermiş olmaz. Bu hâdise hakkında en muvafık görülen rivâyet şöyledir: Her hükümdarın olduğu gibi Hz. Dâvud’un da düşmanları var idi. Onlardan bir gurup o mübârek zat’ın hayatına kastetmek için pencere gibi bir yerden huzuruna girmişlerdi. Fakat Hz. Dâvud’un şahsiyetindeki heybetten veya yanında bazı zâtların bulunmuş olmalarından dolay sui’kasta cür’et edememişler, öyle gerçek dışı bir dava ileri sürmüşlerdi. Dâvud Aleyhisselâm da, onları ifâdelerine nazaran bir tarafın zulmkar bulunmuş olduğunu söylemiş, onlar gittikten sonra haklarında kötü bir zanda bulunmuş, onlardan intikam almak istemiş, maamafih onların iddialarında samimi olmaları ihtimalini de nazara almış olduğu için o zannından dolayı af dilemeye lüzum görmüştür. Hz. Dâvud’un bu muamelesi, büyük zatların en cüz’i bir kusurlarından dolayı bile af dilemeye lüzum görmekte olduklarını göstermekte bulunmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

27. Ve göğü ve yeri ve bunların arasında olanları boş yere yaratmadık. Bu, küfre düşenlerin zannıdır. Artık küfre düşmüş olanlara ateşten, büyük bir helâk vardır.

27. Bu mübârek âyetler de bir mükâfat ve ceza âleminin varlığına bir delil olmak üzere bu kâinatın boş yere yaratılmamış olduğunu bildiriyor. Böyle bir zanda bulunan sapıtmış kimselerin ne kadar azap göreceklerini ihtar ediyor. Mü’minler ile kâfirlerin, takva sahibi olanlar ile isyan içinde bulunanların eşit olamayacaklarını ve Kur’an-ı Kerim’in ne gibi bir hikmet ve fayda için indirilmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Bir haşr ve neşr, bir ahiret âlemi vardır. Bütün gözlere çarpan kudret eserlteri O’na birer delildir. İşte Cenab-ı Hak O’na işaret için buyuruyor ki: (Vegöğü ve yeri ve bunların arasında olanları) Sonsuz küreleri, mahlûkları (boy yere yaratmadık) bu görülen kudret eserleri, elbette ki, birer muazzam gâyeye yöneliktir. Bu hakikat gözlere çarpıp durmaktadır. Artık şüphe yok ki, insanların varlığı da bir gayeye, bir hikmete dayanmaktadır. (bu) çeşitli varlıkların boş yere yaratılmış olması (küfre düşenlerin zannıdır) Cenab-ı Hak’kın varlığını, O’nun görünen ve görünmeyen âlemdeki sonsuz kudret eserlerini takdir edemeyen inkârcıların kuruntularından ibârettir. Yoksa bütün gözlere çarpan kudret eserleri, bir hikmet sahibi Yaratıcının varlığına ve O’nun hiçbir şeyi boş yere yaratmamış olduğuna güzelce şahitlik etmektedir. (artık küfre düşmüş olanlara) öyle boş yere yaratılmış olduklarını iddia eden inkârcılara (âteşten) ibâret pek (büyük bir helâk vardır) onlar cehennem âteşine atılacaklardır. Dünyada iken inkâr etmiş oldukları o ebedî cezaya uğratılmış olacaklardır. İşte küfrün ebedî cezası!.

28. Yoksa imân edenleri ve sâlih sâlih amellerde bulunanları yeryüzünde fesada çalışıp duranlar gibi mi kılacağız? Veya korunanları günahkârlar gibi mi sayacağız?

28. Kâinatın Yaratıcısının bütün yaratılış eserleri gösteriyor ki: O’nun her yarattığı şey bir gâyeye yöneliktir. Binaenaleyh insanların yaradılışları da, bir kısım vazifeler ile mükellef bulunmaları da birer hikmete dayanmaktadır. Bu hikmeti, bu yaratılış gâyesini bilip takdir edenler ile etmeyenler elbette ki, aynı olamaz, herkes kendi inancına, kendi amellerine göre ya mükâfata, veya cezaya kavuşacaktır. İşte bu hakikatı beyan etmek için de buyuruluyor ki: (Yoksa biz imân edenleri ve sâlih sâlih amellerde bulunanları) Mümin, itaatkar kulları (yeryüzünde fesâda çalışıp duranlar) kendileri îmansız itaatsiz oldukları gibi başkalarını ola öyle yapmaya çalışanlar (gibi mi kılacağız?) elbette ki, kılmayız, ilâhi adalet ve hikmet,yaratılışın gayesi buna terstir. Binaenaleyh o ahiret âleminde elbette ki, îman ve takva sahibi olan zâtlar, nimetlere, saadetlere kavuşacaklardır. İnkârcılar ve isyankârlar da lâyık oldukları cezalara çarpılacaklardır. Bu nasıl inkâr edilebilir?. Hiç bu kadar sonsuz eserleri, muntazam âlemleri yaratmış olan bir Yüce Yaratıcı, öyle birbirine zıt iki zümreyi aynı âkibete erdirir mi?. Elbette ki, erdirmez. Artık muhakkak ki, bir ahiret âlemi vardır, orada herkes dünyada hal ve davranışlarına göre mükâfat veya cezaya kavuşacaktır. İşte Cenab-ı Hak’kın kitabı da bu hakikati bize bildirmiş bulunuyor.

29. Bu bir kitaptır ki, O’nu sana indirdik, mübârektir. Âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsınlar diye.

29. Evet.. (Bu) Kur’an-ı Kerim (bir kitaptır ki, O’nu) O hakikatı beyan eden kitabı, Ey Peygamberlerin sonuncusu (sana indirdik) Levh-i mahfuzdan Cibril-i Emin vasıtasiyle sana göndermiş olduk. O kitap, şüphe yok ki, (mübârektir) hayr ve menfaati pek çoktur, bütün insanlığı aydınlatmaya ve dünyevî, uhrevî birnice hallerden haberdar etmeğe bir vesiledir. O mübârek kitap, böyle lütfen indirilmiştir. İnsanlar, O’nun (âyetlerini düşünsünler) O’nun lâtif mânâlarını, işaret buyurduğu enteresan sırları tefekkür etsinler (ve akıl sahipleri ibret alsınlar) O’ndan bir öğüt alıp hayatlarını güzelce tanzim eylesinler. Dünyaya da ahirete de meşru surette çalışsınlar, gafletten uyanıp temiz bir inanç ile yaşasınlar (diye) işte Kur’an-ı Kerim’in bizlere ihsan buyurulmuş olması, bu gibi büyük gayelere, hikmetlere dayanmaktadır. O’nun haber verdiği kıssalardan birer ibret dersi almaya çalışılmalıdır. O ilâhi kitabı gaflette okumamalıdır, O’nun yüce açıklamalarını anlamaya gayret etmelidir. O’nun gösterdiği yolu tâkibetmelidir ki, insan dünyevî ve uhrevî selâmet ve saadete kavuşabilsin

“Nûr-i imân ile vicdanını tenvir etsin”

“Nail olmak dileyen bir ebedî kurtuluşa”

30. Ve Davud’a Süleyman’ı verdik. Ne güzel kul, şüphe yok ki, O daima Hak’ka yönelir idi.

30. Bu mübârek âyetler de Süleyman Aleyhisselâm’ın muhterem pederi için ilâhî bir bağış olduğunu ve o mübârek peygamberin cihat vasıtalarına ne kadar ehemmiyet verdiğini ve kendisinin daima Hak’ka yönelik bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kerem sahibi Yaratıcı, Dâvud Aleyhisselâm’a olan diğer bir lûtfunu beyan için buyuruyor ki: (Ve Dâvud’a Süleyman’ı verdik) O’nu Süleyman adındaki pek mümtaz, pek ziyade mükemmelliklere sahip olan bir oğula kavuşturduk. (ne güzel kul) O Süleyman veya Dâvud (şüphe yok ki, O) Hak’ka (yönelici idi) daima Cenab-ı Hak’ka yönelir, tevhid ve tesbihte bulunurdu.

31. O vakit ki, O’na sür’atle yürüyüp duran safkan koşu atları, öğleden sonra gösterilmişti.

31. An (O vakit ki, O’na) Süleyman Aleyhisselâm’a (sür’atle koşup duran safkan koşu atları öğleden sonra) güneşin dönme vaktinden batışına kadar (gösterilmişti) o, cihad vasıtalarının hâllerini dikkate almış, selâhiyetlerinin derecesini anlamak istemişti.

§ Sâfinat; kâinat, yani ayakta duranlar demektir. Üçer ayaklarının üzerine durup dördüncü ayaklarının uçlarını yere basan atlara da deniliyor ki, bu övülen bir vaziyet imiş.

§ Ciyâd; sür’atle ve çalımla yürüyüp koşan atlar demektir.

32. Dedi ki: Ben Rabbim’in zikrinden dolayı hayrı severcesine o atları seviverdim. Nihayet güneş veya atlar hicap ile gizlenmiş oldu.

32. Süleyman Aleyhisselâm (Dedi ki: Ben Rab’bimin zikrinden dolayı) Yani: Tevrat gibiilâhî kitaplarda övülmüş olduklarından dolayı (hayrı severcesine) o atları (seviverdim) onlara kalben muhabbet besledim. Çünkü onlar, birer cihad vasıtasıdır. (nihayet) Güneş veya o atlar (hicap ile gizlenmiş oldu) Yani: Hz. Süleyman, onlara bakıp dururken onlar, yürüyerek gözden gaip oldular. Veya gecenin karanlığı ile ve toz toprak gibi şeylerin perde olmalariyle o atlar görünmez bir hale geldiler.

33. Dedi ki: Onları bana iade ediniz. Hemen bacaklarını ve boyunlarını silip okşadı.

33. Hz. Süleyman, hizmetçilerine emrederek (Dedş ki: Onları) o görünmez bir hale gelen atları; artık (bana iade ediniz) getiriniz, yerlerine yerleştiriniz, onların ne kadar mükemmel nakil vasıtaları olduğu anlaşılmış oldu. O atlar tekrar huzura iade edilince Hz. Süleyman, onların (hemen bacaklarını ve boyunlarını silip okşadı) kendi nazarında o atların ne kadar kıymetli ve muhafazaya lâyık olduklarını bu iltifatiyle de göstermiş oldu. Süleyman Aleyhisselâm’ın o cihat vasıtaları hakkındaki bu muamelesi, onlara riayetin, güzelce bakmanın lüzumuna işaret etmektedir. Çünki onlar ile düşmanlara karşı cephe alınır, onlar ile düşman kuvvetleri bertaraf edilir ve onlardan daha birçok faideler temin edilir.

Nitekim bir hadis-i şerifte: Atların cephelerinde -kendilerinde- kıyamete kadar hayr bağlanmıştır, onlardan istifade olunur. Bu mübârek âyetler başka bir vechile de tefsir edilmiştir. Şöyle ki: Süleyman Aleyhisselâm o atları fazlaca müşahede altına aldığı için güneş batmış, ikindi namazını kılamamıştı. Bundan üzüntü duyduğu için o atları getirtmiş,onlarını boyunlarını, bacaklarını kestirmiş, etleri onlarca helâl olduğu için fakirlere dağıtılmıştır. Diğer bir görüşe göre de güneşin tekrar iadesini meleklerden istemiş, güneş bir harika olarak iade edilince Hz. Süleyman ikindi namazını kılmış ve atları bir sadaka olmak üzere kesip dağıtmıştır. Fakat bu rivayetler, zayıf görülmektedir. En doğrusunu Allah bilir.

34. And olsun ki, Süleyman’ı biz imtihan ettik ve tahtının üzerin bir ceset olarak bıraktık. Sonra tekrar tahtına dönüverdi.

34. Bu mübârek âyetler de Süleyman Aleyhisselâm’in hayat tarihine ve kavuştuğu pek muazzam bir hükümet ve saltanata ve kendisinin Allah katındaki yüce mevkiine dair şöylece beyanatta bulunmaktadır. (And olsun ki, biz Süleyman’ı imtihan ettik.) O’nu hikmet gereği bir ağır hastalığa mübtelâ kıldık. (ve tahtının üzerine bir ceset olarak bıraktık) O hastalığın tesirinden dolayı sanki hayattan mahrum kalmış gibi bir halde bulunur olmuştu. (sonra tekrar) şifa bulup tahtına (dönüverdi) yine tam bir sıhhatle memleketinin işlerini idareye başladı. Bu hususa dair tefsirlerde fazlaca rivâyetler vardır. Fakat hiçbirinin doğruluğuna hükmedilemez. Ve bir kısmının tamamen uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberler mâsumdurlar, onların değerlerinin yüceliğine aykırı şeyleri onlara isnât etmek, dinin adabına muhalif ve hürmete zıttır. O gibi rivâyetlere kıymet verilmemesi icabeder.

35. Dedi ki: Yarabbi! Beni bağışla ve bana bir mülk ver ki, benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şüphe yok ki, sensin çok bağışlayan sensin.

35. Süleyman Aleyhisselâm, sıhhat bulup tekrar hükmetmeye başlayınca, Cenab-ı Hak’ka niyâzda bulunarak (Dedi ki: Yarabbi!. Beni bağışla) çünki insanlık icabı bir hatasözkonusudur. Ve en iyi olanı terk ihtimali mevcuttur. Nitekim: “Hayır sahiplerinin iyilikleri, Allah dostlarının günahları durumundadır.” denilmiştir. Yani: Allah dostu olan peygamberlerin ibadet ve taatları fevkalâde bir samimiyet ve manevî bir zevk ile olduğu için buna cüz’i bir muhalefet bile o büyük zatlarca bir kusur gibi görülerek ondan dolayı Allah’ın affına sığınırlar, yoksa onların bağış talebinde bulunmaları kendilerinin bir günah işlemelerinden dolayı değildir. (ve) Hz. Süleyman şöyle de bir niyâzda bulundu ki: Yarabbi!. (bana bir mülk bağışla ki, benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın.) yani: Bana harikulâde bir kabiliyet ver, peygamberliğe sahip olduğumu gösterir bir mucize ihsan buyur ki: Peygamberliğe sahip olmayan kimselere öyle harikulâde bir nimet, bir şeref ve şân ihsan buyurulmamış olsun, bu ayrıcalıkla benim peygamberliğim kuvvetlenerek hâkimiyeti güçlü bir şekilde icra edeyim Allah’ın dinini yaymaya muvaffakiyyetim fazlasıyla tecelli etsin. (şüphe yok ki) Yarabbi!. (sensin çok bağışlayan sensin.) Senin kullarını af ve lütfa kavuşturman da sırf senin çok ihsan edici olmandan doğmaktadır. Şimdi benim de bu istirhamımı lütfen kabul buyur, ey kerim olan mabûdum!.

36. Artık rüzgarı onun emrine verdik, onun emriyle dilediği yer kolayca akar giderdi.

36. Allah Teâlâ da Hz. Süleyman’ın duasını kabul buyurmuş olduğunu şöylece beyan buyuruyor: (Artık rüzgarı onun emrine verdik) rüzgârlar, O’nun emrine itaat edici oldular. (O’nun emriyle dilediği gibi yere kolaylıkla akar giderdi) O’nun istediği tarafa O’nun arzusu doğrultusunda esip durmaya başlamışlar, O’nun hâkimiyeti bu suretle de kuvvetlenmiş oldu. Düşmanlarına karşı ordularını pek kolaylıkla sevke muvaffak olmuş bulundu.

37. Şeytanları da, her bir binâ yapıcı ve dalgıç olanı da emrini verdik.

37. Evet.. Süleyman Aleyhisselâm’ın emrine (Şeytanları da) verdik, şeytanlardan (herbir binâ yapıcı ve dalgıç olanı da) O’nun emrine verilmiş oldu. Artık Hz. Süleyman, büyük kaleler, köşkler vesaire yapılmasını isteyince şeytanları da çalıştırıyordu. Ve denizlerden inciler, mercanları vesair kıymetli şeyleri de yine şeytanlar vasıtasiyle dışarı çıkartabilmişti.

38. Başkalarını da demir halkalarla bağlı oldukları halde emrin verdik

38. (Başkalarını da) Şeytanlardan inatçı, emre itaatten kaçınır olanları da bir ceza olarak (demir halkalarla bağlı oldukları halde) Hz. Süleyman’ın emrine verdik. Tâki, onların şerlerinden korunulsun ve başkalarına da bir ibret nümunesi olsun. Süleyman Aleyhisselâm’ın bu gibi tasarruflara muvaffak olması, onun için bir mucize idi. Bunların ayrıntılarını, onları ne şekilde idareye ve kayda, habse muvaffak olduğunu Allah’ın ilmine havale ederiz.

39. Dedik ki Bu bizim ihsanımızdır. Artık dilediğine hesapsız ikram et veya tutuver.

39. Cenab-ı Hak, buyuruyor ki: Süleyman Aleyhmsselâm’a dedik ki: (Bu bizim ihsânımızdır.) Sana verdiğimiz bu mülk ve saltanat ve böyle şeytanların vesâirenin üzerlerine hâkimiyet ve galibiyet sana mahsus ilâhi bir lütuftur. (artık dilediğine hesapsızca ihsan et) Buna selahiyetin vardır (veya tutuver) dilediğine bırşey verme, bu da senin görüşüne bırakılmıştır.

40. Ve şüphe yok ki, onun için bizim katımızda bir yakınlık ve bir de dönülecek güzel bir yer vardır.

40. (Ve şüphe yok ki, O’nun için) Süleyman Aleyhisselâm’a ait (bizim katımızda) ahiretâleminde (bir yakınlık) bir keramet, bir yücelik bir mânevi yakınlık vardır. (ve bir dönülecek güzel bir yer vardır) O da nimet cennetleridir. Evet.. Hz. Süleyman, öyle dünyada da, ahirette de tam bir mutlulukla, Allah’ın lütfuna kavuşarak yaşamış olacaktır. Cenab-ı Hak, bizleri de o Yüce Peygamber’in şefaatine, iltifatına eriştirsin. Amin.. Hz. Dâvud ile Hz. Süleyman’ın kıssaları için Enbiya Sûresi’ne de bakınız!.

41. Kulumuz Eyyûb’u de an. O vakit ki, Rabbine seslendi: Şüphe yok ki, şeytan bana bir meşakkat ile ve bir eziyet ile dokundu. dedi.

41. Bu mübârek âyetler de Eyyûb Aleyhisselâm’ın kıssasını, onun tutulmuş olduğu bir hastalıktan nasıl bir sebeple kurtulmuş ve kendisine neler ihsan buyurulmuş olduğunu bildiriyor ve yapmış olduğu bir yemininden dolayı yeminini bozmaması için nasıl bir muameleyi yerine getirmekle mükellef bulunmuş ve kendisinin nasıl bir ilâhi övgüye kavuşmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin Sonuncusu! (Kulumuz Eyyûb’ü de an) O muhterem Peygamberin kıssasını da, onun sabr ve sebatını da kavmine anlat. (o vakit ki,) O Yüce zât (Rab’bine seslendi) yalvarış ve yakarışta bulundu (Şüphe yok ki, şeytan bana bir meşakkat ile ve bir eziyet ile dokundu) dedi. Şeytanın şerrinden Cenab-ı Hak’ka sığındı. Hz. Eyyûb hastalığına, üzüntüler içinde kalmasına şeytanın sebebiyet verdiğine dâir muhtelif rivâyetler vardır. Kısaca deniliyor ki: Eyyûb Aleyhisselâm, çokca servete, çoluk ve çocuğa ve fazlaca sıhhat ve âfiyete kavuşmasından dolayı şeytanın bir vesvesesi tesiriyle kibre kapılmış, kendisini görür gibi olmuş, bunun üzerine Allah Teâlâ da, onu hastalığa düşürmüş, malları zâyi olmuş, evlâdı etrafa dağılmış, birçoğu da vefat etmiş. İşte bu gibi musibetlere karşı Hz. Eyyûbsabrda bulunmuş, Allah’ın takdirine razı olmuştur. Şu da muhakkaktır ki, ona ârız olan hastalık, kendisinden insanların nefret edeceği derecede bulunmamıştır. Çünki Peygamberler o gibi nefreti gerektiren arızalardan korunmuşlardır.

§ Nûsb; Zahmet ve meşakkat demektir.

42. Allah tarafından da denildi ki ayağını yere vur, işte bu, soğuk yıkanılacak ve içilecek bir su.

42. Eyyub Aleyhisselâm’ın dua ve niyâzi üzerine vahiy yoluyla kendisine denildi ki, Ya Eyyub!. (Ayağını) Yeryüzüne (çarpıver) o da ayağını yere çarptı. Derhal sular akmaya başladı. Yine Allah tarafından vahy olundu ki: (işte bu, soğuk yıkanılacak ve içilecek bir su) Bundan hem iç ve hem de yıkan, şifa bulursun. Bu âyeti kerime de bir işaret vardır ki, Hz. Eyyûb’un hastalığı, midevî olmayıp dil hastalığı imiş, o sularda kısmen kükürtlü sulardan bulunuyormuş. Böyle hastalıklara bir çok kaplıca sularının faide verici olduğu ise bilinmektedir.

43. Ve ona tarafımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir ibret olmak üzere ailesini, hem de onlar ile beraber onların bir mislini bağışladık.

43. Cenab-ı Hak, Eyyûb Aleyhisselâm hakkındaki diğer bir lütf ve ihsanını da şöylece beyan buyuruyor. (Ve O’na) Hz. Eyyub’e (tarafımızdan bir rahmet ve akıl sabiplerine bir ibret) sabrın ne güzel neticelere vesile olduğuna dair alamet (olmak üzere hem ailesini) verdik yani: Onları dağılmış bir hale gelmiş olmaktan kurtararak yine Hz. Eyyûb’ün yanında topladık, yeni bir hayata kavuşturduk (hem de onlar ile beraber onların mislini) de verdik (bağışladık.) onun çoluk ve çocuğunu bilâhara iki kat arttırmış olduk. Bütün bunlar, sabr edenlerin, Allah’ın takdirine razı olanların mükâfatlara kavuşacaklarına bir delildir. Bunuelbette güzel akıl sahipleri takdir ederler.

44. Ve o’na emrolundu ki: Eline otlardan bir küçük demet al, sonra onunla vur ve yeminini bozmuş olma. Muhakkak ki, biz onu sabredici bir kul bulduk. Ne güzel kul! Şüphe yok ki, O hakka yönelirdi.

44. Allah Teâlâ Hazretleri, Eyyub Aleyhisselâm’a diğer bir kolaylık daha göstermiş olduğunu ve onun hakkında başka bir vesile ile de ilâhi rahmetinin tecelli etmiş bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Hz. Eyyûb, hastalığı zamanında eşi Rahîme Binti Efrayim, bir iş için bir yere gitmiş, o muhterem hasta kocasını fazlaca bekletmiş, Eyyûb Aleyhisselâm da şifa bulunca o eşine yüz darbe vuracağına yemin etmiş idi. Bunun üzerine Hz. Eyyûb’e vahy olundu ki, Ey Eyyûb!. (Eline otlardan) Yüz parçalık (bir küçük demet al, sonra onunla) eşine (vur) yeminini yerine getirmiş ol, onu yerine getirmeyip de (yeminini bozmuş olma.) ne büyük bir ilâhi merhamet!. O yeminini mes’uliyetinden kurtulmak için ne güzel bir ruhsat!. Evet.. Hak Teâlâ, Hz. Eyyûb’un güzel vasıflarından dolayı ona böyle bir kolaylık göstermiş olduğuna işaret için buyuruyor ki: (Muhakkak ki, biz onu) Eyyûb Aleyhisselâm’ı (bir sabr edici bulduk) nefsine, malına, çocuklarına dokunan musibetlerden dolayı sabr etmiş, şikayette bulunmamıştır. (ne güzel bir kul!.) Eyyûb Aleyhisselâm ki, Allah’ın takdirine öyle rıza göstermiştir. (şüphe yok ki, O) Hz. Eyyûb, her hususta Hak’ka (yönelendir) Allah Teâlâ’ya sığınıp bütün muvaffakiyeti O’ndan bekleyendir. Eyyûb Aleyhisselâm için Enbiya Suresine de bakınız!. “Şu da bilinmektedir ki: İnsanlar daima Cenab-ı Hak’ka muhtaçtırlar, O’na dua ve niyâzda bulunmaları, O’ndan sıhhat ve selâmet temenni etmeleri Allah’ın takdirine karşı bir şikayet mahiyetinde değildir, sabra aykırı bulunmuş olmaz. Belki Allah Teâlâ’ya herhususta muhtaç olduklarını bir itiraftan ibarettir. Binaenaleyh peygamberlerin ve velilerin şefaatlerini temenni etmek, onların hünmetine olarak bir bela ve kederden kurtulmayı Cenab-ı Hak’tan niyâz eylemek de yine Hak Teâlâ’ya bağlılığı, O’nun takdirine teslimiyeti bozmaz. O gibi büyük zâtların ümmetin fertleri hakkında şefaatte bulunacakları naklen sabittir.

§ Dıhs; yaş kuru güzel kokulu bir ot demeti demektir.

45. Ve kuvvet ve bâsiret sahibi olan kullarımız İbrahim’i ve İshâk’ı ve Yakub’u da an.

45. Bu mübârek âyetler de Hz. İbrahim ile diğer beş Peygamberin üstün vasıflarına, onların Allah katındaki seçkin mevkilerine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Muhammed!. (Ve) İbadet ve itaat hususunda (kuvvet ve) ilâhi dinin yüceliğine, sırlarını bilme itibariyle (basiret sahibi olan) muhterem (kullarımız) ve Peygamberlerimiz bulunan (İbrahim’i ve) O’nun oğlu olan (İshâk’ı ve) O’nun oğlu bulunan (Yakub’u da an) onların da Allah’ın dinî uğrunda ne kadar fedakârlıklarda bulunduklarını, ne kadar meşakkatlere karşı sabr ve sebat göstermiş olduklarını an, onların ne kadar ibadet ve itaatla meşgul ve marifetullah ile vasıflanmış olduklarını kavmine bildir. Eydî; el manasına olan yedin çoğuludur. Bu, ibadet ve itaat hususundaki kuvvetten kinayedir. Çünki o gibi birçok ameller el vasitasiyle yapılır.

§ Ebsâr; da göz demek olan basar lafzının çoğuludur. Bununla da dünyanın hükümlerini, sırlarını güzelce anlayıp bilmek manası kastedilmiştir. Çünki birçok şeyler göz ile görülüp anlaşılır.

46. Şüphe yok ki, biz onları özellikle ahiret yurdunu düşünen ihlaslı kimseler kılmıştık.

46. Cenab-ı Hak o muhterem Peygamberlerini şöyle vasıflandırıyor. (Şüphe yok ki, biz) yüce zâtım (Onları) o Peygamberleri (özellikle ahiret yurdunu düşünen) o ebedî âlemdeki saadete ulaşma maksadiyle ibadet ve itaate devam eden (ihlâslı kimseler kılmıştık) onları, pek fazla bir kalp samimiyetine kavuşmuş, tam bir zevk ile ibadet ve itaate devam etmişlerdir. İşte o mübârek zâtlar, akıllı ve düşünen bir insanlık topluluğu için en mükemmel birer örnek olmuşlardır.

47. Ve muhakkak ki, onlar bizim katımızda elbette ki, seçilmişler den, hayırlılardandırlar.

47. (Ve muhakkak ki, onlar) O seçkin, müstesnâ zatlar (bizim katımızda) Allah’ın zatının manevî katında (elbette ki, seçilmişlerden) insanlık arasında en seçkin, en üstün olan kullarındandırlar ve (hayırlılardandırlar.) en ziyade hayır ve iyiliğe çalışan, bütün insanlık hakkında hayrı tavsiye eden zatlardan bulunmuşlardı. Binaenaleyh onların Allah katındaki mevkileri elbette ki, pek büyüktür.

48. Ve İsmail’i ve Elyesa ve Zülkifl’i de an ve hepsi de hayırlılardandırlar.

48. (Ve) Ey Peygamberlerin Efendisi!. Muhterem Peygamberlerden olan (İsmail’i ve Elyese’i ve Zülkifl’i de an) onların da pek mükemmel olan tarihi hallerini kavmine anlat. Onların Allah’ın dinî yolunda ne kadar çalıştıkları, o uğurda ne kadar fedakarlıklarda bulunduklarını ve sabr ve sebat göstermiş oldukları düşünülsün. (ve hepsi de hayırlılardandırlar) Evet.. O zatların hepsi de hayr ile, insani olgunluklar ile hakkıyla vasıflanmış, Allah katında üstün, mübârek kullardan ibaret bulunmuşlardır. Allah’ın rahmeti hepsi üzerine olsun. Bu zatlara dair En’am Sünesi ile Enbiya Sûresinin tefsirine de bakınız!.

49. İşte bu, bir hatırlatmadır. Ve şüphe yok ki,takva sahipleri için elbette güzel bir varılacak yer de vardır.

49. Bu mübârek âyetler muhterem Peygamberlerin güzelliklerini bildiren kıssaların onları için bir şeref ve şân vesilesi olduğuna işaret ediyor. Takva sahibi kullar için ahiret âleminde ne büyük mevkilerin, ne seçkin eşlerin ve ne tükenmez nimetlerin vâd buyurulmuş olduğunu müjdelemektedir. Şöyle ki:. (İşte bu) Okunan yani: Yüce Peygamberlerin güzelliklerini bildinen âyetler, onları için (bir şereftir) güzel bir anılmadır, o Peygamberlerin insanlar arasında daima güzellikle yâd edilmelerine bir vesiledir. Bir yoruma göre de bu okunan âyetler bir nev’i öğüttür ki, o da Kur’an-ı Kerim’den ibarettir. (ve şüphe yok ki, takva sahipleri için elbette güzel bir varılacak yer de vardır) Evet.. Öyle yüksek vasıflara sahip olan Peygamberler gibi hakkıyla takva sahibi zatlar, dünyada şeref ve şana nâil oldukları gibi onlar için istikbâlde de varacakları birer güzel makam vardır.

50. Adn cennetleridir. Onlar için kapıları açılmış olarak.

50. O varacakları makam ise (Adn cennetleridir.) içinde devamlı olarak durup kalacakları pek kıymetli bahçeler, bostanlar, köşklerdir. (Onlar için kapıları açılmış olarak) hazır bulunmaktadır. Yani: O takva sahipleri için o cennetlerin kapıları melekler tarafından açılmış, kendileri karşılanarak selâmlanmış bulunacaklardır. Bu ilâhi beyan, o cennetlerin pek geniş, pek güzel, pek açıcı olduğuna işaret etmektedir.

51. Orada koltuklara yaslanıcılardır. Orada birçok meyveler ve içilecek şeyler isteyeceklerdir.

51. O takva sahibi zâtlar, (Orada) o cennetlerde tahtlar üzerinde, koltuklara (yaslanıcılardır.) rahat rahat oturup nimetlere erişmiş bulunacaklardır. (Orada birçokmeyveler ve içilecekler şeyler) Vardır ki, onlar fevkalade lezzetli, neşe verici oldukları için o takva sahipleri, bunları kendi hizmetçilerinden (isteyeceklerdir) burada şuna da işaret buyurulmuş oluyor ki: Cennet ehlinin yiyip içmeleri bir ihtiyaçtan, hayatlarının devamını temin mecburiyetinden kaynaklanmış olmayacaktır, onlar ebedî bir hayata erişmiştirler. Onların yiyip içmeleri sırf lezzet almak ve eğlenmek içindir.

52. Ve onların yanlarında gözlerini kocalarına dikmiş, yaşları müsavî güzeller vardır.

52. (Ve onların yanlarnda) O cennetlere kavuşan mes’ut kulların yanlarında (gözlerini) kocalarına (dikmiş) onlara bir fevkalade bir muhabbet ile bakıp başkalarına bakmayan (yaşları eşit) güzeller, temiz tabiatlı eş (ler vardır.) bu eşler, rivayete göre otuz üçer yaşlarında bulunacaklardır. Bunların aralarında böyle yaşca güzelce bir eşitliğin bulunması, bunların eşit bir muhabbete, bir muameleye tâbi tutulacaklarına, aralarında bir rekabet ve adalete zıt bir muamelenin bulunmayacağına işareti içermektedir. Bunların kocalarına eşit bir vaziyette bulunacakları da düşünülebilir.

53. İşte hesap günü için size va’dedilen şeyler bunlardır denilecektir.

53. Artık o takva sahipleri arasındaki: (İşte hesap günü için size va’dolunan şeyler, bunlardır) Siz ahiret âleminde böyle çeşitli nimetlere, ilâhi lütuflara kavuşacaksznız. Bu, Allah’ın bir va’didir ki, herhalde meydana gelecektir. İşte îmanın, takva sahibi olmanın ebedî mükâfatı!.

54. Şüphe yok ki, bu, elbette bizim rızkımızdır. Bunun için bir tükenmek yoktur.

54. Cenab-ı Hak, şöyle de buyuruyor: (Şüphe yok ki, bu) Beyan olunan güzel güzel nimetler, (bizim rızkımızdır) tek olan zatımın sizlere ihsan etmiş olduğu ebedî nimetlerdir, kerâmetlerdir (bunun için bir tükenmekyoktur.) Ey cennet ehli!. Siz bu sonsuz nimletlerden ebediyyen yararlanıp zevk ve sefa içinde yaşayacaksınızdır. Ne büyük bir ilâhi müjde!.

§ Nefâd; tükenmek, kesilip nihayet bulmak demektir.

55. Bu, böyle ve şüphe yok ki, azgınlar için de elbette dönüp gidilecek bir yaramaz yer vardır.

55. Bu mübârek âyetler de takva sahipleri hakkındaki mükâfatların sabit olduğuna işaret edip onlara muhalif olan kâfirlerin de ne kadar fecî bir şekilde azap göreceklerini bildiriyor. Onların cehennemlerde nasıl korkunç birer vaziyette kalacaklarını ve dünyada iken birbirlerini aldatmış olan o muhtelif gurupların birbirleriyle nasıl münakaşalarda ve beddualarda bulunacaklarını haber veriyor. Bütün insanlık için bir teşvik ve korkutma vesilesi olmak üzere müminlerin kavuşacakları mükâfatları, kâfirleri de uğrayacakları cezalara dikkat nazanlarını çekiyor. Şöyle ki: Takva sahipleri için (Bu) bildirilen mükâfat (böyledir bu bir sâbit emrdir ve şüphe yok ki, azgınlar için de) Cenab-ı Hak’ka itaatten çıkan kâfirler hakkında da (elbette dönüp gidilecek bir yaramaz yer vardır) onlar için şerli, korkunç bir âkibet takdir edilmiştir.

56. Cehennem vardır. Ona gireceklerdir. Artık ne kötü bir döşektir.

56. Evet.. Onlar için (Cehennem vardır) o ateşli yer hazırlanmıştır (ona yaslanacaklardır.) onun içine gireceklerdir, onun şiddetlerine mâruz kalacaklardır. (artık) O cehennem (ne fenâ döşek?.) onun içine düşecek olanlar, onun o müthiş hararetlerine nasıl tahammül edebilecekler?. Bir kere bu âkibeti düşünmeli değil midirler?.

§ Mihad; firaş = döşek demektir.

57. İşte o.. Artık onu tatsınlar. Son derecesıcaktır ve gövdelerden çıkan irindir.

57. Evet.. O kâfirler hakkında (İşte o.) azab takdir edilmiştir. (Artık onu tatsınlar) Onun tesiriyle yanıp yakılsınlar. O (son derece sıcaktır) yüzlerin derilerini soyar durur (ve) o (gövdelerden çıkan irindir) pek ziyade fena kokulu bir sıvı halindedir. Veya kısmen de son derece soğuktur, içilmesine takat getirilemez veya pek müthiş bir azaptır ki, onun mahiyetini ancak Allah Teâlâ bilir.

§ Hamîm, harareti şiddetli su demektir.

§ Gessak; da soğukluğu pek şiddetli su ve cehennem ehlinin gövdesinden çıkan kan ve irinden ibârettir.

58. Ve onun şeklinden başkaca da çiftler vardır.

58. Cehennem ehline mahsus azaplar, onlardan ibaret değildir. (ve onun şeklinden) O bildirilen azapların benzerlerinden (başkaca da çiftler) çeşitli sınıflardan azaplar da (vardır) ve daha nice meşakkatli şeyler, zehirli zakkum ağaçları ve diğerleri de mevcuttur.

59. Şunlar, sizinle beraber ateşe dalıvermiş bir topluluktur. Onlara bir merhaba yok muhakkak ki, onlar o ateşe gireceklerdir.

59. Cehennem bekçileri; evvelce cehenneme atılanlara sonradan atılacakları göstererek diyeceklerdir ki: (Şunlar) Şu cehenneme sevkedilen diğer bir topluluk (sizinle beraber) âteşe (dalıvermiş bir topluluktur) onlar da sizinle beraber şiddetle azab göreceklerdir. Sonra cehennem bekçileri veya öyle evvelde cehenneme atılmış olanlar, o sonrakilere, yani dünyada iken kendilerinin aldatmalarına kapılmış bulunanlara diyeceklerdir ki: (onlara bir merhaba yok) Onlar için bir genişlik, azapdan bir kurtuluş bulunmasın. (mubakkak ki, onlar, o âteşe giricilerdir) Onlar kendi kötü amellerinden dolayı şimdi cehennem ateşine atılmaya lâyık olmuşlardır.

60. Onlar da Derler ki: Hayr.. Sizlersiniz o bedduaya daha lâyık sizin için merhaba yoktur. Belki o küfrü, bizim için siz sundunuz. Artık ne kötü bir yerdir.

60. Onlar da, yani: Sonradan cehenneme atılanlar da o evvelki atılanlara, dünyada iken kendilerine tâbi olmuş, aldatmalarına kapılmış bulundukları kimselere (Derler ki: Hayır.. Sizlersiniz) o bedduaya daha ziyade lâyık olanlar. Binaenaleyh asıl (sizin için merhaba yoktur.) Siz şimdi cehennemde hiçbir rahat yüzü göremeyeceksiniz. Zira bizi de siz sapıttınız. (belki o küfrü bizim için siz sundunuz) Bizi siz saptırarak o küfre düşürdünüz. (artık ne kötü bir yerdir) O ateş sizin için de bizim için de, artık bu, hepimiz için müthiş ve daimi bir ikametgâh bulunacaktır, diyeceklerdir.

§ Merhaba; yerin geniş olsun, rahat ve huzur içinde bulun manâsında bir duadır, bir iyilik severlik alametidir. İşte müslümanların birbirine selâm vermeleri merhaba demeleri böyle güzel bir ictimai terbiye neticesidir.

61. Derler ki: Ey Rabbimiz! Bize bunu kim sundu ise imdi onun için ateşte azabı kat kat arttır.

61. Ve dünyada iken aldatmalara kapılmış olanlar, kendilerine tâbi olmuş oldukları aldatıcı kimseler hakkında (Derler ki: Ey Rab’bimiz!. Bize bunu kim sundu ise) bizi aldatarak bu ateşe girmemize kim sebebiyet verdi ise (imdi) bu ahiret âleminde (onun için âteşten azabı kat kat arttır.) hem kendi sapıklığını, hem de bakışlarını sapıklığa düşürmüş olmasının cezasına uğramış olsun.

62. Ve azgınlar derler ki: Bize ne oluyor ki: Bir takım erkekleri görmüyoruz ki, biz onları en şerli kimselerden sayar idik?

62. (Ve) O azgınlar, cehenneme atılınca (derler ki: Bize ne oluyor ki, bir takım erkekleri görmüyoruz?.) şimdi onlar ne ise bizimleberaber bu cehennlemde bulunmuyorlar?. Bu görmedikleri kimselerden maksatları, onların dünyada iken zelil, azaba lâyık gördükleri ve kendileriyle alay etmiş oldukları bir takım fakir müslümanlardır. (ve bizim onları en şerli kimseler sayar idik.) Ebu Cehl gibi müşrikler, kendi maddî servetlerine, mevkilerine güvenerek Hz. Ammar, Habbab, Bilal Habeşî, Selman-ı Farisî gibi ashab-ı kiram’ın fükarasından olan pek muhterem zatlara kıymet vermez, onların dünyevî bir servete sahip olmadıklarını bir kusur sanar, onlar ile alay etmeye cür’et eder, onların cehennem ehli olduklarına inanırlardı.

63. Biz onları maskaraya alırdık. Yoksa onlar gözden mi kaçtı?

63. O cehenneme atılan kâfirler, şöyle de diyeceklerdir: (Biz onları) O fakir müslümanları dünyada iken (maskaraya alırdık) onlar ile alay ederdik (yoksa onlar gözdenmi kaçtı?.) onlar da bizimle beraber cehenneme atılmış oldukları halde biz onları göremiyor muyuz?. Evet.. Onlar böyle diyerek bir kat daha üzüntüler, pişmanlıklar içinde yanıp yakılacaklardır.

64. Şüphe yok ki, bu, haber verilen şey elbette sâbittir. O âteş ehlinin birbiriyle tartışması muhakkaktır.

64. Cenab-ı Hak da şöyle buyuruyor: (Şüphe yok ki, bu) Haber verilen hal, o kâfirlerin azab göreceklerine dair bilgi verilen şey (elbette sâbittir) o bir hakikattir ve (o ateş ehlinin birbiriyle husumeti) cehennemde yapacakları münakaşa ve tartışmaları muhakkaktır. Herhalde meydana geledektir. Artık o müthiş âkibete hazırlansınlar.

65. Deki: Ben şüphe yok ki ancak bir uyarıcıyım ve tek, kahhar olan Allah’tan başka ilâh yoktur.

65. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’in insanlığı Allah’ın azabından kurtararak hidayetyoluna sevketmekle emrolunduğunu ve onun Allah’ın sıfatlarını ümmetine nasıl tebliğ edip öğrettiğini gösteriyor. Kur’an-ı Kerim’in ne kadar riayete lâyık bir semavi kitap olduğuna işaret ediyor. O Yüce Peygamberin melâike-i kiramın hallerini ilâhi vahiy ile öğrenmiş olduğunu ve onun ne gibi mühim bir vazifeden dolayı ilâhi vahye kavuşmuş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. Müşriklere (De ki: Ben şüphe yok ancak bir uyarıcıyım) taki, siz küfr içinde yaşayamazsınız, Allah’ın emrlerine muhalefet ederek azaba uğramış olmayasınız, yoksa ben bir zorbacı, bir sihirbaz, bir zalim değilim, sizden dünyevî bir menfaat beklemiyorum ve hepimizin söylemesi gerekmektedir ki: (Tek) Ortaklıktan, çokluktan uzak olan ve (kahhâr) bütün mahlûkat üzerinde galip, hâkim bulunan (Allah) Teâlâ’dan (başka ilâh yoktur) ilahlık, mabutluk ve hâkimiyet O’na mahsustur.

66. Göklerin ve yerin ve bunların aralarında bulunanların Rabbi O’dur. O herşeye galip, çok bağışlayıcı olandır.

66. Evet.. (Göklerin ve yerin ve bunların aralarında bulunanların Rabbi) O’dur. Bütün bunların yaratıcısı, koruyucusu olgunluğa eriştiricisi O hikmet sahibi Yaratıcıdan başkası değildir. (O) Kerem sahibi Mabûd (herşeye galip) dir. O’nun kuvvet ve azameti herşeyin üstündedir, kendisinde hâşâ mağlubiyet, acizlik asla: Düşünülemez ve o Yüce yaratıcı (çok bağışlayıcı olandır) dilediği kulunu affeder, yüce zatına karşı olan kusurlarından dolayı pişman olup tövbe eden kullarını da hesaba çekmez, isterse o kusur pek büyük olmuş olsun. Artık o kadar yüce vasıflara sahip olan Kerem Sahibi bir Yaratıcıya kullukta bulunmak, O’nun ortak ve benzerden uzak olduğunu itiraf etmek bütün insanlar için en mühim, en birinci bir vazife değil midir?. Bunun hilâfına hareket edenler, kendilerini Allah’ın kahrından nasıl kurtarabilirler.

67. Deki: Bu Kur’an pek büyük bir haberdir.

67. Ey âlemlere rahmet olan Son Peygamber!. O kendilerini vahdet dinine davet ettiğin insanlara (Deki: Bu) size hükümlerini tebliğ ettiğim Kur’an-ı Kerim (pek büyük bir haberdir.) sizi Allah’ın birliğinden, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden haberdar ediyor. O’nun Peygamberlere ve eski kavimlere dair verdiği haber, insanlık için bir uyanma vesilesidir. O ne kadar yüce, faide verici bir haberdir. Bunu takdir etmeniz icabetmez mi?.

68. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.

68. Halbuki, ey bir takım gafiller!. (Siz ondan) O sizin için bir kurtuluş rehberi olan Kur’an’dan, onun ihtiva ettiği pek faideli haberlerden (yüz çeviriyorsunuz) gafletten ayrılmak istemiyorsunuz, onu tefekkür edip de îman şerefine, ebedî selâmete kavuşmak arzusunda bulunmuyorsunuz. Bu ne kadar cehalet!.

69. Onlar orada tartışırken benim için mele-i a’la hakkında hiçbir bilgim yok idi.

69. Evet.. O Kur’an, o ilâhi vahiy, pek muazzam bir haberdir, onun sayesinde nice meçhul şeyler hakkında bilgi edinilmektedir. Kısacası (Benim için melei âlâya) melâike âlemine, onların Hz. Adem’e karşı secde ile mükellef olduklarına, iblisin o secdeden kaçındığına vesaireye dair onların (tartışmada bulundukları zamana) ait bende bir (bilgi yok idi) bunlardan vaktiyle haberdar değilim. Bilahara bunlara dair bilgim, o Kur’an-ı Kerim’in verdiği haberler sayesinde meydana gelmiştir.

70. Bana vahyolunmuyor, ancak ben şüphe yok apaçık bir uyarıcı olduğum için vahyolunuyor.

70. Şimdi bana (Vahy olunmuyor) Kur’an-ı Kerim’in ayetleri bana nazil olmuyor (ancakben şüphe yok bir apaçık uyarıcı) insanlığı Allah’ın azabından haberdar ederek kurtuluş yoluna sevk etmeğe memur (olduğum için) bana vahy olunuyor. Ben de size, Allah tarafından haberdar olduğum şeyleri tebliğ ediyorum, size bir cebirde, zorlamada bulunmuyorum. Bunları güzelce takdir ederek gerektirdiği şekilde hareket etmeniz icab etmez mi?.

71. Ve hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere demişti ki: Şüphe yok, ben çamurdan bir insan yaratacağım.

71. Bu mübârek âyetler de Melei âlâya dair ayrıntılı şekilde bilgi veriyor. Adem Aleyhisselâm’ın yaratılış şekline ve Allah katındaki ehemmiyetine işaret buyuruyor, meleklerin ilâhi emre olan itaatlarını, İblis’in de bu itatten kaçınmış olduğu için kovulmuş ve ebediyyen lânete mâruz bulunmuş olduğunu beyan ediyor, kibr ve hasedin kötülüğünü ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Yüce Resûlüm! (hatırla o zaman ki, Rab’bin meleklere demişti ki) yani: Yüce şânına lâyık bir şekilde onları haberdar buyurmuştu ki: (şüphe yok ben çamurdan) toprak ile sudan (bir insan yaratacağım) Adem adındaki bir zât, meydana getirilmiş olacaktır.

72. İmdi onun yaradılışını tamamladığım ve içerisine ruhumdan üfürdüğüm zaman hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın.

72. (İmdi onun yaradılışını tamamladığım) Cismini yoğun bir surette şekillendirip (içerisine ruhumdan) ilâhi kudretimle yaratmış olduğum ruh adındaki latif cisimden, hayat kuvvetinden (üfürdüğüm zaman) yani: O ruhun geçişi ile, yayılmaya başlamasiyle o insana hayat vermiş olduğum vakit (hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın) onun bir yaratılış harikası olduğunu, Allah’ın feyzine kavuşmuş bulunduğunu dikkate alarak ona karşı bir selâm ve dua makamında olmak üzere secdeye varın. Bu bir hürmet secdesidir, biribadet ve tanrılaştırma secdesi değildir. Allah’ın emnine uymanın mükemmel bir nişanesidir.

73. Bunun üzerine melekler hepsi de cümleten secde ediverdiler.

73. (Bunun üzerine) Hz. Adem’in vücudu yaratılmış kendisine hayat ihsan olununca bütün (melekler) almış oldukları ilâhi emre uyarak (hepsi de cümleten) birlikte olarak Hz. Adem için (secde ediverdiler) hiçbiri geri kalmaksızın aynı zamanda o hürmet vazifesini yerine getirmiş oldular.

74. Iblis müstesnâ. O böbürlenmek istedi ve kâfirlerden oldu.

74. (İblis müstesnâ) Melekler arasında bulunduğu için o secde ile kendisi de mükellef bulunmuş olan şeytan ise bu secdeye iştirâk etmedi (o böbürlenmek istedi) kendisini daha büyük gördü, secdeye tenezzül etmedi (ve) öyle ilâhi emre karşı kibirlenip muhâlefet ettiği için (kâfirlerden oldu) işte Allah’ın emrine muhalefetin neticesi!. “Deniliyor ki: Bu gibi kıssaların tekrar edilerek anlatılması, insanlığı uyandırmak hikmetine dayanmaktadır. Şeytan, kibir ve hasedinden dolayı ilâhi emre muhalefet ettiği için ebediyyen lânete hedef olmuştur. Bir takım kâfirler de Resûl-i Ekrem’e karşı sırf kibir ve hasetlerinden dolayı muhalif bir cephe almış, onun peygamberliğini tasdik etmez olmuşlardı. İşte bu gibi kıssalar, onları uyanmaya davet etmekte bulunmuştur.

75. Cenab-ı Hak buyurdu ki: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni, ne şey alıkoydu?, kibirlenmek mi istedin, yoksa sen yükseklerden mi oldun?


75. Cenab-ı Hak, mukaddes zatına lâyık bir şekilde (Buyurdu ki: Ey İblis!. İki elimle) yani: Bir kimsenin yardımı ve ana baba vasıtası olmaksızın sırf ilâhi kudretimle, hikmet gereğiolan ilâhi irademle (yarattığıma) insanlığın babası olan Adem Aleyhisselâm’a karşı (secde etmekten seni ne şey alıkoydu?.) hâlbuki, hiçbir şey seni, o husustaki ilâhi emre riayetten geri bırakmamalı idi. Hiçbir nefsani tesir altında kalmamalı idin, yoksa (kibirlenmek mi istedin?.) Yüce Yaratıcının emrine karşı kibirlenmek hiç uygun olabilir mi?. (Yoksa sen yükseklerden mi oldun?.) kendisine karşı secde ile emr olunduğun zatın üstünde bir mertebeye sahip bulunduğuna mı inandın da böyle bir muhalefete cür’et gösterdin. Bu ne kadar cahilce bir hareket!. Allah Teâlâ Hz. Adem’i iki mübârek eliyle yaratmış olduğunu beyan buyuruyor. Bu ise Hz. Adem’in kadrinin yüceliğini, onun yaradılışına itina buyurulduğunu misâl yoluyla göstermektedir. Cenab-ı Hak’kın ele ihtiyaçtan uzak olduğu açıktır. Bundan asıl maksat, Adem Aleyhisselâm’ın ne kadar ilâhî lütfa mazhar bulunmuş olduğuna işarettir. Artık öyle bir zata karşı, kibirli bir vaziyet almak, herhangi bir mahlûk için nasıl uygun olabilir?.

76. İblis dedi ki: Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, O’nu ise çamurdan yarattın.

76. İblis ise kendi cehaletini teşhir ederek (Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım.) kendisine karşı secde ile emrolunduğum zâttan daha üstün bulunmaktayım. Çünki (Beni âteşten yarattın, O’nu ise çamurdan yarattın) o bana denk bile değildir. Artık ona nasıl secde edebilirim?. Halbuki, Mel’un İblis, büyük bir hataya düşmüş bulunuyordu. Birşeyin kıymeti yalnız meydana geldiği madde ve unsur itibariyle değil, belki ona Cenab-ı Hak’kın verdiği bir şeref ve üstünlük itibaniyledir. Ateşin bazı özellikleri olduğu gibi, toprağın da birçok özellikleri vardır. Toprak bir nice faideli şeylerin büyüyüp gelişmesine hizmet etmektedir. Bununla beraber her ilâhi emir bir hikmete dayanmış olduğundan mahlûkun vazifesi o emre itaat etmektir. Hikmet sahibiYaratıcının hiçbir emr ve yasağını hiçbir mahlûkun tenkide, redde selâhiyeti olamaz.

77. Allah Teâlâ’da buyurdu ki: Hemen oradan çıkıver. Çünki sen şüphe yok ki, kovulmuşsundur.

77. Şeytan öyle kibirli bir ifade de, bozuk bir kıyasta bulununca Allah Teâlâ da (Buyurdu ki:) Ey İblis!. (Hemen oradan çıkıver) Cennetten ayrıl veya melekler arasında durma, onların topluluğu arasından çık git veya vücudun güzeliğinden, beyazlığından; nuraniyetinden mahrum kal, çirkin, karanlık bir manzara teşkil et. Bencilliğin cezasına uğramış ol. (çünkü sen, şüphe yok ki, kovulmuşsundur.) Sen ilâhi emre muhalefetinden dolayı kovulmuşsun, her hayr ve kerametten mahrum bırakılmışsındır. Artık sen cennette, seçkin topluluklar arasında bulunamazsın.

78. Ve muhakkak ki, lânetim kıyamet gününe kadar senin üzerinedir.

78. (Ve muhakkak ki,) Ey İblis!. (lânetim kıyamet gününe kadar senin üzerinedir) Kıyamete kadar lanete uğramış kimseler ise ebedî azabı hak etmiş şahıslardan ibarettir. Binaenaleyh şeytan da ahiret âleminde lanetin üstünde azaplara tutulacak, Cenâb-ı Hak’kın emrini uygun görmemesinin ebedî cezasına mâruz kalacaktır.

79. İblis de dedi ki: Yarabbi! Öyle ise bana tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver.

79. Bu mübârek âyetler de Mel’un İblis’in kıyamete kadar yaşaması hakkındaki temennisinın kabul buyurulmuş olduğunu ve onun kimleri aldatıp kimleri aldatmayacağını bildiriyor. O kovulmuş İblis, ile aldatacağı kimselerin cehenneme atılacaklarını ihtar ediyor. Resûl-i Ekrem’in de tebliğ ettiği dinî hükümler karşılığında insanlardan bir ücret istemediğini ve onları zorluklara düşürmediğini beyan buyuruyor. Kur’an-ı Kerim’in de nasıl bir gerçek öğüt olduğunu ve onun haber verdiğişeylerin gelecekte gerçekleşip bilineceğini ilân buyurmaktadır. Şöyle ki: İblis de cennetten kovulunca (Dedi ki: Yarabbi öyle ise) madem ki, beni kovdun ve lanete mâruz kıldın (bana) Adem’in ve zürriyyetinin (tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver.) beni ikinci sûra üfürülünceye kadar yaşat. İblis, bu temennisiyle ölümden kurtulmak ve Adem oğullarını devamlı olarak aldatmaya çalışmak istemiştir.

80. Cenab’ı Hak da buyurdu ki: Haydi, sen muhakkak ki, mühlet verilenlerdensin.

80. Cenab-ı Hak da, İblis’in uzun bir müddet yaşaması zaten hikmet gereği takdir edildiği için (Buyurdu ki: Haydi sen, muhakkak ki, mühlet verilenlerdensin) senin uzun bir müddet yaşamana müsaade olunmuştur. Senin bunu temennide bulunman, fazladır.

81. O bilinen vakit gününe kadar..

81. Evet.. (O) Allah katında (bilinen günün vaktine kadar..) mühlet verilmiştir. Sen ilk sûra üfürülünceye kadar yaşayacaksın, o zaman sen de ölecek sonra tekrar hayata erdirilerek cehenneme sevkedileceksindir.

82. İblis de dedi ki: Senin mutlak kudretine yemin ederim ki, elbette onların hepsini azdıracağım.

82. İblis de, (Dedi ki:) Ey Yüce Yaratıcı (senin izzetine yemin ederim ki, elbette onların) Adem oğullarının (hepsini azdıracağım) isyanları süsleyerek onları aldatmaya çalışacağım, onları da benim gibi cehennem ehli kılacağım.

83. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş olan kullarım müstesnâ.

83. (Ancak onlardan) O Adem oğullarından (ihlâsa erdirilmiş) Allah tarafmdan masumiyete ermiş, korunmuş, ibadet ve itaate muvaffak kılınmış (olan kulların müstesnâ) şüphe yok ki, ben onları şaşırtmaya kâdir olamam. Şeytan,bu hususta aczini bildiği için böyle bir istisnâda bulunmuş, yalan yere iddiada bulunmak istememiştir. Deniliyor ki: Şeytan bile Cenab-ı Hak’ka karşı yalan söylemekten kaçınmıştır. Artık herhangi bir mümin için nasıl lâyık olabilir ki, yalan söylesin. Bu âyeti kerime’deki “Muhlesin” kelimesi lâm’ın kesriyle “muhlisin” de okunmaktadır. Buna göre manası şöyle olmuş olur: Kalplerini, amellerini hâlis kılan kimseler müstesnâ, onları şeytan saptıramaz.

84. Hak Teâlâ da buyurdu ki: İmdi bu doğru ve şu hakikatı söyleyeyim ki:

84. Hak Teâlâ Hazretleri de (Buyuruyor ki: İmdi bu doğru) Allah’ın ihlâsa ulaştırdığı kullarını şeytan yoldan çıkaramaz ve Cenab-ı Hak’kın her haberi doğrudur (ve şu hakikati da söyleyeyim ki) sizi şu sabit doğru bir olaydan da haberdar edeyim ki:

85. Elbette cehennemi senden ve onlardan sana tâbi olanlardan, hepsinden dolduracağım.

85. Ey İblis!. (Elbette cehennemi senden ve onlardan) Adem oğullarından (sana tâbi olanlardan, hepsinden dolduracağım.) öyle insanları sapıklıklara sevkedenlere de, onlara uyanlara da cehennemde azap edeceğim. Bu takdir edilen bir hakikattir. Onlar kendi o fenâ hareketlerinin cezasına kavuşmuş olacaklardır. Bunda bir zorlama yoktur. Onların öyle azap görmeleri kendi ihtiyarlarını, kabiliyetlerini kötüye kullanmalarının bir neticesidir. Kendilerine tebliğ edilen hükmleri, verilen nasihatları kabul etmemelerinin bir gereğidir. Adem Aleyhisselâm’ın kıssası için “Bakara”, “A’raf”, “Hicr”, ‘İsrâ”, “Kehf” sûrelerine de bakınız!.

86. Deki: Onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.

86. Artık Ey Son Peygamber!. Kavmine (De ki:) bu gibi ilâhi beyanlardan birer ibret dersi alınız. (onun üzerine) peygamberlik vazifemi yerine getirme Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini tebliğ karşılığında (sizden bir ücret istemiyorum) şahsım için dünyevî bir menfaat beklemiyorum. (ve ben başka türlü görünenlerden de değilim) Ben ehli olmadığım birşeyi kendime izafe etmekte, onunla vasıflanmış olduğumu iddiada bulunmuyorum. Peygamberlik ve risalete kavuşmam, Allah’ın bir yardımı olarak sırf hakikattir. Yâhut telkin ve tavsiye ettiğim dinî hükümlerin yüceliğini, sıhhat ve doğruluğunu bilmek, bir takım zorluklara ihtiyaç göstermez. Onların sıhhatine, gerçek olduğuna her aklı başında insan şahitlik eder.

87. Kur’an başka değil, bütün âlemler için bir öğüttür.

87. Evet.. (O) Kur’an-ı Kerim, o size tebliğ ettiğim ilâhî kitab (başka değil, bütün âlemler için bir öğüttür.) bütün insanlar ve cinler için selâmet ve saadet yollarını gösteren en kutsl bir hidayet rehberidir.

88. Ve and olsun ki, onun haber verdiğini bir müddet sonra elbette bilmiş olacaksınızdır.

88. (Ve and olsun ki,) pek âşikar bir hakikattir ki, (onun haber verdiğini) o ilâhi kitabın vâd ve tehdide, gelecek hayata vesâireye dair bildirdiklerinin doğruluğunu (bir müddet sonra) öldükten veya kıyamet koptuktan veya İslâmiyet’in her tarafa yayılmasından sonra (elbette bilmiş olacaksınızdır.) bunların her şekilde doğru oldukları ergeç ortaya çıkacaktır. Bu ilâhi beyanlar, hem müjdeyi, hem de tehdidi içerir. Şöyle ki: Bunları vaktiyle bilip tasdik edenler, mes’ut kimselerdir, şeytan ile bir alâkaları yoktur. Bunları bilmeyip inkâr edenler de bilahara bilip cehâletlerinden dolayı pişmanlıkta bulunacaklarsa da artık pişmanlıkları kendilerine bir faide vermeyecektir. Binaenaleyh daha fırsat eldeiken o hakikatları güzelce bilmeli, onlara göre hayatı tanzime çalışmalıdır ki, dünyevî ve uhrevî saadet tecelli etsin. Allah Teâlâ Hazretleri cümlemizi hakkı bilip ona tâbi olmaktan ayırmasın. Amin.. Hamd, Alemlerin Rabbi Allah’adır.
Daha yeni Daha eski