KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Mücadele Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, münafikin sûresinden sonra Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Yirmi iki âyet-i kerîmeyi kapsamaktadır.
Bir âile meselesi hakkında mücadele vukuunu bildirdiği için kendisine “Mücadele Sûresi” adı verilmiştir ve bu meseleden dolayı kendisine “Sûre-i Zihar” da denilmiştir. Ve ilk âyeti mübârek “Kadsemia” sözü ile başladığı için kendisine “Kadsemia” adı da verilmiştir.
Mücadelelerin bir çoğunda demire müracaat edildiği gözönüne alınırsa Hadid Sûresini bu mücadele sûresinin tâ kip etmesindeki derin bir uygunluk anlaşılmış olur Bununla beraber Hadid sûresi, Cenab-ı Hak’kın büyük lütuf sahibi olduğunu beyan ile sona ermişti. Bu Mücadele Sûresi de aileler hakkında bir ilâhî lütuf ve ihsanın tecellîsini göstermekte olduğu için bu sebeple de aralarında bir münasebet ve bağ vardır.
Bu mücadele sûresinin başlıca konuları şunlardır:
1. Zihar meselesi hakkındaki şer’î hükümleri beyan.
2. Cenab-ı Hak’ka ve Resûlüne karşı mücadeleye cesaret edenlerin cezalarını ihtar.
3. Allâh-ü Teâlâ’nın bütün içtimai varlıkların hâllerini ve sırlarını bilir olduğunu ilân,
4. Mü’minlerin kerem sahibine yakışır içtimaî vazîfelerine işaret.
5. Resûl-i Ekrem ile hususî şekilde görüşmek isteyenlerin riâyet edecekleri muameleyi tâyin.
6. Din düşmanlarına meyil gösterenlerin korkunç âkıbetlerini ihtar.
7. Din düşmanlarına karşı yüz göstermeyen hakikî mü’minlerin mazhar olacakları nimetleri, Allah’ın desteğini müjdeleme.
1. Muhakkak ki O Resûlü Ekrem.. kocası hakkında seninle mücadelede bulunan ve Allah’a şikâyet eden kadının sözünü Allah-ü Teâlâ işitmiştir. Ve Allah sizin konuşmalarınızı işiticidir. Şüphe yok ki: Allah hakkıyle işitir, görücüdür.
1. Bu mübârek âyetler, bir muhterem kadının kocası tarafından yapılan zihar muamelesinden dolayı üzülerek Resûl-i Ekrem’e müracaat etmiş olduğunu ve Cenab-ı Hak’ka yalvarıp şikâyet arzında bulunduğunu bildiriyor. Ziharda bulunanların gerçeğe aykırı bir sözde bulunduklarını kınamak için ihtar buyuruyor.
Ziharda bulunanların eşleri ile münâsebetlerini sürdürebilmeleri için ne gibi keffaretler ile mükellef olduklarını gösteriyor. Allâh-ü Teâlâ’ya ve Resûlüne îman edenlerin bu gibi ilâhî hududa riâyet etmelerini beyan, kâfir olanların da büyük bir gazaba uğrayacaklarını şöylece ihtar etmektedir: (Muhakkak ki,) Ey Resûl-i Ekrem!. (kocası hakkında seninle mücadelede bulunan) sana müracaat ederek kocasının kendi hakkında ziharda bulunmuş olduğunu hazin hazin anlatan (ve Allah’a şikâyet eden) kocasının insafsızca hâlinden dolayı şikâyet arzında bulunan (kadının sözünü Allah) Teâlâ Hazretleri (işitmiştir) onun istirhamlarını lûtfen kabul edip temennîlerini kabul buyurmuştur.
(ve Allah sizin konuşmalarınızı işitir) konuşmalarınızdan, hareket tarzınızdan haberdardır, (şüphe yok ki: Allah, hakkiyle işiticidir, görücüdür) Bütün âlemdeki olaylar o yaratıcı için malûmdur. Binaenaleyh o kadının o müracaatını, o yalvarıp yakarmasını işitip bilmiş, hikmetin gereği ne ise onu emretmiştir.
“Bu sûre-i Mücadelenin başlangıcını teşkil eden ilk dört âyet-i kerîmenin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: Salebe’nin kızı Havle, güzel vücutlu bir kadın imiş, kocası ise Samit’in oğlu Evs idi, ihtiyar ve hırçınca huylu bulunuyormuş, bir gün secde hâlinde bulunan zevcesi Havle’ye bakmış, endamı hoşuna gitmiş, namazdan sonra kendisini istemiş, Havle ise uygun görmemişti. Bunun üzerine Evs, gazebe gelmiş, Havle hakkında ziharda bulunmuştur. Bu zihar ise câhiliyet zamanında bir ayrılma sebebi mahiyetinde idi, artık kadın ne eşi ile buluşabilirdi, ne de başkasına varabilirdi.
Havle, bu muameleden çok üzülmüş, Resûl-ü Ekrem’e müracaat ederek arzı şikâyette bulunmuş idi. Peygamber Efendimiz de “Havle’ye hitaben” sen kocana haram olmuş oldun diye buyurmuştu. Bu hususa dair henüz bir İlâhî Vahy meydana gelmemişti. Havle ise defalarca müracaat ederek çocukları bulunduğunu söylemiş, üzüntülerini açıklamıştı, Cenab-ı Hak’ka yalvarıp yakarmaya başlamıştı. Bu hâdise üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuş, Havle hakkında ilâhî lütuf tecellî etmiş, ziharın tesirinden kurtulmak için güzel bir çare gösterilmiştir. Bu bir ilâhî lütuftur ki ardından gelen bu çareyi içermiş bulunmaktadır.
Fıkhî hükümlerimize göre zihar: Bir kimsenin kendi karısını veya karısının boynu veya arkası gibi bir uz’vi şayiini kendisine nikâhı ebedî olarak haram bulunan bir kadına veya onun bakılması câiz olmayan bir uzvuna benzetmesi demektir. “Sen bana anamın arkası gibisin” denilmesi gibi.
Yalnız Zahiriyye mezhebine göre zihar: Ancak annelerin arkasına en az iki defa benzetmek ile tahakkuk eder. Başka hangi bir kadına ve hangi başka bir uzva teşbîh ile zihar vücuda gelmez.
Hanefî Mezhebine ve diğer muteber mezheplere göre ziharın tahakkuku için şöyle şartlar vardır:
1. Ziharda bulunan koca, akıllı, bülûğa ermiş, uyanık ve müslüman bulunmalıdır. Bu vasıflara sâhip olmayanların ziharı muteber değildir.
2. Müzaherün bihâ, yâni: Kendisine benzetilen kadın, ziharda bulunan erkeğe neseb, süt veya evlilik yoluyla akrabalıktan dolayı ebedî olarak haram olmalıdır. Binaenaleyh teyzeye, süt kız kardeşe veya kayınvalideye benzetmek ile zihar sâbit olur. Fakat baldıza teşbîh ile sâbit olmaz.
3. Kendisine benzetilen kimse, kadın olmalıdır. Binaenaleyh bir kimse karısını, babasına veya oğluna veya kayınpederine teşbîh etmekle zihar meydana gelmez.
4. Kendisine benzetilen âzâ, müzâhir için, yâni: zihar yapan erkek için bakılması câiz olmayan bir âzâ olmalıdır. Binaenaleyh annenin yüzüne veya eline veya başına benzetmek ile zihar sâbit olmaz.
5. Müzaherün, bih, yâni: Kendisi ile zihar yapılan söz, açık bir tâbir ise benzetme, niyete muhtaç olmaz. Fakat kinayî bir tâbir ise bununla zihara niyyet edilmiş olmalıdır. Meselâ: Koca, karısına: Sen bana annemin arkası gibisin” dese bununla niyyete muhtaç olmaksızın zihar gerçekleşir, isterse bununla haram kastedilmiş olmasın. Fakat: “Sen bana annem gibisin veya sen bana annem misillisin” dese bu, niyyete muhtaç bulunur. Bununla zihara niyyet edilmiş ise zihar ve boşanmaya niyyet edilmiş ise boşanma gerçekleşir. Fakat bir kadr ve değere niyyet edilmiş ise bu söz Lağivdir, bununla bir şey lâzım gelmez. Adetâ: Sen bence anam gibi muhteremsin, denilmiş olur. Hattâ: “Sen benim anamsın” veya “sen benim kızımsın” denilmesi de böyledir. Şu kadar var ki, eşe bu şekilde hitap edilmesi, harama yakın mekruhtur.
2. Sizden o kimseler ki, kadınlarından zıharda bulunurlar, halbuki, o kadınlar, onların anaları değildir. Onların anaları ancak onları doğurmuş olanlardır ve şüphe yok ki: Onlar elbette çirkin ve ya lan bir lâf söylüyorlar ve muhakkak ki, Allah elbette af edicidir. Çok yarlıgayıcıdır.
2. Hak Teâlâ Hazretleri, öyle ziharda bulunmanın muvafık olmayacağını beyan için buyuruyor ki: Ey Müslümanlar!, (sizden o kimseler ki, kadınlarından ziharda bulunurlar) Kendilerinden zihar sâdir olur, meselâ, içlerinden biri karısına hitaben “sen bence anamın sırtı gibisin” deyiverse (halbuki, o kadınlar, onların anaları değildir.) o kadınları kocalarının anaları gibi kendilerine haram saymaları doğru olamaz. (Onların anaları ancak onları doğurmuş olanlardır.) Artık karıları onların anaları nasıl olabilirler. (ve şüphe yok ki, onlar) öyle ziharda bulunan erkekler (elbette) bu hususta (çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar.) Annelerin mahiyetleri; selâhiyetleri başka, karıların mahiyetleri, selâhiyetleri de başkadır.
Şer’an helâl olanı haram ve haram olanı helâl saymak, birinin hükmünü diğerine vermek elbette doğru olamaz. Ve karıları askıda imiş gibi bir hâlde bırakmak, onlar ile karı-koca ilişkilerini tatîle uğratmak şefkat ve muhabbete aykırı, eşlerin mağdur olmalarına sebep olur. (Ve) Bununla birlikte (muhakkak ki: Allah elbette afv edicidir, çok yarlıgayıcıdır) İnsanlardan insanlık hâli böyle uygunsuz sözler, hareketler, çıkabilir, elverir ki, onların uygun olmadıklarını bilsinler, bir an evvel tevbe ve istiğfar ederek ilâhî emr istikâmetinde, kaybedileni telâfi etmeye çalışsınlar. İşte bu zihardan ileri gelen hoş olmayan bir vaziyetten kurtulmak için bildirilen şu şer’i çare de bir ilâhî af eseridir.
3. Ve o kimseler ki, eşlerinden zıharda bulunurlar, sonra da dediklerinden geri dönerler, artık temas etmeden evvel bir köle azat etmek lâzımdır. İşte siz bununla öğüt verilmiş olursunuz. Ve Allah her ne yaparsanız tamamen haberdardır.
3. (Ve o kimseler ki: Karılarından zıharda bulunurlar) Onları kendilerine nikâhları ebediyen yasak olan kadınların belirli azalarına benzeterek kendilerine yaklaşma salâhiyetinden mahrûm kalırlar. (Sonra da dediklerinden geri dönerler) Karılarının kendilerine devamlı olarak haram olmasını istemeyerek onlara tekrar temasta bulunmak isterler (artık) o eşlerine (temas etmeden evvel bir rakâbe) bir köle veya cariye (azat etmek lâzımdır.) böyle bir köle azat ettiler mi, haramlık kalkar, eşlerine yaklaşmaları câiz bulunur.
Bu kölenin Müslüman olması, imam-ı Şafiîye göre şarttır, (işte siz) Ey öyle ziharda bulunan müslümanlar!. (bununla) Bu keffaret hükmü ile (öğüt verilmiş olursunuz.) Bu ağırca keffaret, sizin için bir öğüt hükmünde bulunmuş olur ki, bir daha öyle lâkırdılarda bulunmayasınız. (ve Allah her ne yaparsanız) Ondan elbette ki, (tamamen haberdardır.) artık dînen kötü görülen şeylerden sakınmalısınız, şer’î hudutlara riâyetten ayrılmayınız.
4. Fakat kim rekabe=köle veya cariye bulamazsa birbiri ile temastan evvel birbiri ardınca iki ay oruç icabeder. Ona da güç yetiremeyen kimse artık altmış yoksulu doyurmak lâzım gelir. İşte bu Allah’a ve Peygamberine iman etmeniz içindir. Ve işte bu, Allah’ın hudududur. Kâfirler için ise pek elemli bir azap vardır.
4. (Fakat kim) Azat edeceği bir köle veya cariye (bulamazsa) keffaret zamanında böyle bir köleyi bulmaktan âciz bulunursa (birbiri ile temastan evvel) yâni o kocanın karısı ile cinsel ilişkide bulunmasında veya o karısını şehvetle öpüp sevmesinden önce (birbiri ardınca) ara vermeden (iki ay oruç) icap eder. O zıharda bulunan koca, böyle iki ay oruç tutar. Hattâ bu arada bir gün oruç tutmasa tekrar yeniden iki ay oruç tutması lâzım gelir, (ona da güç yetiremeyen kimse) Hastalığından veya kendisine âciz olan şiddetli meşakkatten dolayı öyle ara vermeden oruç tutamayan bir müslüman zıhar yapana ise (artık altmış yoksulu doyurmak) lâzım gelir.
Onlara bir gün sabah ve akşam yemek yedirir veya bir fakire böyle altmış gün yemek yedirir. Altmış fakire birer fitre miktarı yiyecek veya para vermesi de yeterlidir. Bu fakirler, müslüman olmalıdırlar ve zihar yapanın kendilerine nafakalarını vermekle mükellef olduğu kimselerden bulunmamalıdırlar, (işte bu) Keffaretin vesairenin lüzumu, bu hususta ki şer’i hükmün beyanı ve zihar yapan için gösterilen kurtuluş çaresi (Allah’a ve Peygamberine îman etmeniz içindir) İslâmî hükümleri tasdik, onun hikmet gereği olduğunu itiraf ederek cahilce muamelelerden, konuşmalardan kaçınmanız içindir. Bu hususdaki şer’î hüküm de kolaylaştırmayı, şefkat ve merhameti içermektedir. Cahiliyet zamanındaki ebedî haramlığa muhalifdir. (Kâfirler için ise, pek elemli bir azap vardır) Böyle pek mâkûl, hikmet gereği olan hükümleri inkâr edenler ise bir ebedî azabı hak etmişlerdir.
“Evet” bu zîhâr meselesindeki şer’î hükmü bir düşünelim. Şüphe yok, zıhar yapan, büyük bir kusurda bulunmuştur, helâl-i haram telâkkî etmiştir, eşini üzmüş, mağdur bırakmıştır. Binaenaleyh bundan dolayı tevbeye muhtaçtır. Yaptığı hoş olmayan hâlden dolayı pişmanlığını göstermesi lâzımdır. İşte kendisine gereken keffaret, bir tevbe ve pişmanlık nişânesidir. Bir râzı etme mahiyetindedir. Bir kere bir köle veya cariye azat etmesi, insanlık adına bir hizmettir. Köle azadına gücü yetmeyenin iki ay aralıksız oruç tutması da, kendisinin ahlâkını islâha, cemiyet için temiz ruhlu bir üye olmasına ve pişmanlığını göstermesine bir alâmettir. Fakirlere yemek yedirmek veya onun bedelini vermekte yine insanlık adına bir hizmettir, bir yardımlaşmadır, bir mahrûmiyetin giderilmesi için bir kurtuluş çaresidir.
Sonuç olarak bu âyetlerin inişi Havle için de bir kurtuluş vesîlesi olmuştur. Kocası Evs, köle azat edemeyeceğini ve
oruca takati bulunmadığını söylemiş, altmış fakire yemek vermeğe de servetinin kâfi olmadığını söylediği için Resûl-i Ekrem Sallâllâh-ü Aleyhi Vesellem Efendimiz kendisine yardımda bulunmuş, artık altmış fakire yemek yedirmek sûreti ile ziharın hükmünden kurtulmuş, eşi Havle ile aralarındaki haramlık zâil olmuş, haklarında ilâhî lütuf tecelli buyurmuştur.
5. Muhakkak o kimseler ki, Allah’a ve Peygamberine muhalefette bulunurlar, kendilerinden evvelkilerin çarpıldıkları gibi çarpılmışlardır. Ve muhakkak ki, açık açık âyetler indirdik ve kâfirler için pek hararetli bir azap vardır.
5. Bu mübârek âyetler, Hak Teâlâ’nın tâyin etmiş olduğu kanunu değiştirmeye kalkışan inkârcılara pek korkunç geleceklerini ihtar ediyor. Cenab-ı Hak’kın ilminin kuşatıcılığını ve o inkârcıları âhirette diriltip onlara dünyadalarken yapmış ve unutmuş oldukları şeyleri sorumlu tutmak haber vereceğini şöylece beyan buyurmaktadır: (Muhakkak o kimseler ki, Allah’a ve Peygamberine mahalefette bulunurlar.) Onların belirlemiş ve açıklamış oldukları hududa muhalif hudut belirlemeye kalkışırlar, kendileri için başka şeyleri tercih ederler, artık onlar: (Kendilerinden evvelkilerin) geçmiş Peygamberlere muhalefette bulunmuş olan kavimlerin (çarpıldıkları gibi çarpılmışlardır.) yâni: O sonrakilerde o eski kavimler gibi felâketlere uğramış olacaklardır.
Bu ilâhî beyan, İslâmiyet’in zaferlere nâil olacağına dair bir müjde mahiyetindedir. Nitekim Peygamberimize karşı muhâlef cephe alan Kureyş müşrikleri, Hendek savaşında böyle bir kahrolmuşluğa uğramışlardı (ve muhakkak ki, açık açık âyetler indirdik) Resûl-i Ekrem’in peygamberlik iddiasındaki doğruluğuna dair ve Peygamberlerine muhalefet etmiş olan eski milletlerin ibret verici tarihlerine ait ve dinî hükümlerin birer hikmet ve faydaya dayanmış bulunduğuna dair pek açık deliller neşrettik. Artık bunlar, bilinirken nasıl olur da muhalif bir cephe almaya cür’et gösterilebilir. (Ve kâfirler için) Bu gibi âyetleri inkâr edenlere mahsus (pek hakaretli bir azap vardır.) dünyadaki inkârcı ve kibirlice hareketlerinin öyle zillete düşürücü cezasına âhirette uğrayacaklardır.
6. O günde ki: Allah, onları cümleten diriltecektir, artık onlara neler yapmış olduklarını haber verecektir. Allah onu bir bir saymıştır, onlar ise onu unutmuşlardır ve Allah her şey üzerine şahittir.
6. Evet.. (O gün de) Öyle bir azaba uğrayacaklardır ki, (Allah onları cümleten diriltecektir) bütün ölmüş insanları yeniden hayata erdirecektir, (artık onlara) Dünyadalarken (neler yapmış olduklarını haber verecektir.) inkârcıların dünyadaki, kötü amellerini teşhîr ederek kendilerini mahcubiyetler içinde bırakacaklardır. (Allah onu) O kulların yapmış oldukları her şeyi (bir bir saymıştır.)
zaptetmiş, kuşatmıştır. O yapılmış olan şeylerden her birinin zamanı, mekânı, mahiyeti meydana geliş tarzı zapt edilmiş bulunmaktadır. (Onlar ise) O amelleri yapmış olanlar ise (onu) o amellerini (unutmuşlardır) o kıyamet âleminde onlardan haberdar olarak mahcubiyetler içinde kalacaklardır. (Ve Allah herşey üzerine şâhittir.) Bütün mahlûkatının hâl ve tavırları Allah katında bilinmektedir. O hikmet sâhibi yaratıcının ilminin dairesinden hiçbir şey gaîp, unutulmuş olamaz. Buna inanmışızdır.
7. Görmedin mi ki, şüphe yok Allah, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini bilir, üç kişi arasında bir gizlice konuşma olmaz ki, illâ O Allah dördüncüleridir ve beş kişi arasında olmaz ki, illâ O altıncılarıdır ve bundan daha az ve daha çok kimse arasında öyle konuşma olmaz ki illâ O, her nerede olsalar onlar ile beraberdir. Sonra onlara ne yapmış olduklarını kıyamet gününde haber verir. Şüphe yok ki: Allah her şeyi hakkıyle bilendir.
7. Bu mübârek âyetler: Yüce Allah’ın bütün kâinatta olanları bildiğini ve bütün cemiyetlerin hâllerinden ve sırlarından haberdar bulunduğunu ve herkese dünyada neler yapmış olduklarını, âhirette haber vereceğini ihtar ediyor. Bir takım dedikodulardan men edilmiş olan kimselerin bilâhare nasıl boş yere Resûl-i Ekrem’in aleyhinde lâkırdılarda bulunduklarını ve kadri yüce Peygambere nasıl gayr-i meşrû bir tarzda selâm verdiklerini ve nasıl alay edercesine bir lâkırdıda bulunduklarını ve müthiş bir gazaba uğrayacaklarını şöylece haber vermektedir.
(Görmedin mi ki:) Yâni: Görmüş gibi kesin bir bilgi ile bilmedin mi ki, (şüphe yok Allah) Teâlâ Hazretleri, (Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa) o âlemlerdeki külliyat ve cüz’iyata, muhtelif mahlûkata ait neler var ise hepsini (bilir) hiçbiri Cenab-ı Hak’kın bilmesinden hariç bulunamaz. Hattâ (üç kişi arasında bir gizlice konuşma olmaz ki, illâ O) Yüce Allah, onların (döndüncüleridir) onların o konuşmalarını, mastarlarını tamamen bilir. Hâşâ mekândan uzak olan o Yüce Yaratıcı, sanki onların yanlarında bulunup hâllerini müşahede eden bir dördüncü zât gibi onların ahvâlini tamamen bilicidir. (ve beş kişi arasında) Öyle gizli bir görüşüp konuşma (olmaz ki, illâ O) Yüce Yaratıcı onların (Altıncılardır.) onların bütün fısıltılarını, arzularını tamamen bilir (O) hattâ (bundan daha az ve daha çok kimse arasında) öyle bir konuşma, görüşme olmaz ki: (illâ O) Kâinatın Yaratıcısı Hazretleri (her nerede olsalar onlar ile beraberdir) aralarında cereyan eden konuşmaları ve onların maksatlarını tamamen görür, bilir, hiçbir zerre onun ilminin çerçevesi dışında kalmaz.
(Sonra onlara ne yapmış olduklarını kıyamet gününde haber verir) Onların, hâllerini, amellerini teşhîr eder, azaba, sevaba lâyık olduklarını kendilerine anlatır, (şüphe yok ki, Allah) Teâlâ Hazretleri (herşeyi tam mânâsıyla bilendir) onun ezelî ilminden hiçbir şey dışarıda kalmaz. Artık insanlar, bu hakikati düşünerek ona göre dünyadaki hareketlerini güzelce tanzîm etmelidirler. Aksi takdirde kendilerini cehennem azabından kurtaramazlar.
8. Bakmaz mısın, o kimselere ki: Gizlice konuşmadan men edilmişlerdir, sonra da men edilmiş olduktan şeye dönüverirler ve günah ile ve düşmanlık ile ve Peygambere isyan ile fısıldaşırlar ve sana geldikleri zaman da seni Allah’ın selâmlamadığı birşey ile selâmladılar ve kendi içlerinde ne derler ki: Allah bizi söylediğimiz şey ile cezâlandırmalı değil mi? Onlara cehennem kâfidir, ona yaslanacaklardır. Artık ne fenâ bir dönüş yeri.
8. (Bakmaz mısınız o kimselere ki:) O bir takım insanların kötü hareketlerini göz ile görmüş gibi bilmez misin ki, onlar (gizlice konuşmadan men edilmişlerdir.) müslümanlara karşı düşmanlığı, isyânı gösterir gizlice konuşmalardan, müşaverelerden men edilmişlerdir, (sonra) Onlar ise (men edilmiş oldukları şeye dönüverirler) o yasağa rağmen yine gizlice konuşmalarına, kötü düşüncelerine devamda bulunurlar, (ve günah ile ve düşmanlık ile ve Peygambere isyân ile fısıldaşırlar) Böyle büyük bir mesûliyeti gerektiren gizlice dedikodularına, kötü maksatlarına devamdan geri durmazlar.
(Ve) Ey mahlûkatın en şereflisi! Onlar daha büyük bir ahlâki rezâlette bulunmak üzere (sana geldikleri zamanda seni Allah’ın selâmladığı birşey ile selâmladılar) yâni: Hak Teâlâ Hazretleri “Veselâmün Alel’mürselîn” buyurduğu hâlde o inkârcılar: Esselâmü Aleyk” yerine “Essamü Aleyk” = yâni: Ölüm senin üzerine olsun demek alçaklığında bulunurlar. Bunlar bir takım Yahudilerden ibaret bulunmuşlardı. (Ve) O kâfirler (kendi içlerinden) mahremce bir şekilde bir alay etmek maksadı ile (derler ki: Allah bizi söylediğimiz şey ile azaplandırmalı değil mi?) Ne için bizi cezalandırmıyor, demek ki, o bir Peygamber değildir.
Eğer Peygamber olsa idi biz bu lâkırdılarımızdan dolayı hemen muazzep olurduk. Hak Teâlâ Hazretleri de onlara daha sonra cezalandırılacaklarını ihtar için buyuruyor ki: (Onlara cehennem kâfidir) onlardan intikam almak için onları lâyık oldukları azaplara kavuşturmak için onları lâyık oldukları azaplara kavuşturmak için o ateş mahalli fazlasıyla yeter, o kâfirler (ona) o cehenneme (yaslanacaklardır) oraya girerek devamlı olarak azap çekeceklerdir. (Artık) Onlar için cehennem (ne fenâ bir dönüş yeri.) onların sonunda dönüp gidecekleri yer, o müthiş cehennemden başka değildir. İşte dinsizliğin, bir Yüce Peygambere karşı edepsizce harekette bulunmanın müebbet cezası budur.
“Bu âyet-i kerîme” bir takım Yahudiler ve diğer kâfirler ve münâfıklar hakkında nâzîl olmuştur. Onlar, müslümanların aleyhinde gizlice konuşuyorlar, onlara bir hakaret gözüyle bakıyorlar ve o zatların üzülme ve mahzun olmalarına sebebiyet veriyorlardı. Hattâ Yâhudilerden bazıları Hz. Peygamberin huzuruna varmışlar, selâm veriyor gibi görünerek: () demişlerdi. Bunun mânâsı ise “ölüm sana gelsin” demektir. Resûl-i Ekrem de onların bu maksatlarını hemen anlamış karşılığında “ve Aleykümüssam” diye buyurmuştu.
O Yahudilerin bu sözlerini işiten Hz. Âişe-i Sıddıka annemiz, üzülmüş, “Essalamü Aleyküm vela’netül’lahi ve gazebih-i aleyküm” demişti. Resûl-i Ekrem ise “Ya Âişe!. İyi davranmaya devam et, sertlik ve şiddet gösterme” diye emredince: Hz. Âişe: Yâresûlâllah!. Ne dediklerini duymadın mı?. Demiş, Peygamber efendimiz de onlara ne dediğimi, nasıl karşılık verdiğimi sen işitmedin mi? Ben de “ölüm sizin üzerinize olsun” dedim, benim duam, kabul olunur, onların ki benim hakkımda kabul olunmaz” diye buyurmuştur.
9. Ey iman etmiş olanlar… Aranızda gizli konuşmada bulunduğunuz zaman günah ile, adâvet ile ve Peygambere isyan ile konuşmada bulunmayın ve hayır ile ve takva ile konuşmada bulunun ve kendisine haşrolunacak olduğunuz Allah’tan korkunuz.
9. Bu mübârek âyetler de ehl-i îmanı Allah-ü Teâlâ’dan korkarak meşrû bir şekilde konuşmada, tartışmada bulunmaya dâvet ediyor. Müslümanların aleyhindeki konuşmaların, toplanmaların birer şeytani vesvese neticesi olduğunu ihtar ve Cenab-ı Hak’kın takdiri bulunmadıkça kimsenin kimseye zarar veremeyeceğini beyan ve mü’minlerin Hak’ka tevekkül etmelerini emr buyuruyor.
Mü’minlerin toplantı yerlerinde birbirlerine yer göstermelerini ve dağılmaları emredildiği zaman hemen dağılmalarını tavsiyede bulunuyor. Ve ehl-i îmanın ve din âlimlerinin yüksek mertebelere nâil olacaklarını müjdelemekte ve Hak Teâlâ’nın her şeyden haberdar olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey îman etmiş olanlar) Ey hakikî müslümanlar!. (Muhaverede bulunduğunuz zaman) birbirinizle gizlice konuştuğunuz, yekdiğerinize karşı içinizde olanları meydana koyduğunuz vakit (günah ile, düşmanlık ile ve Peygambere isyan ile muhaverede) konuşmada (bulunmayın) böyle bir görüşüp konuşma, İslâm terbiyesine muhaliftir. İslâm toplumu arasındaki dayanışma ve yardımlaşma vazifesine aykırıdır, İslâm birliğini bozmaya sebeptir. Düşmanların istifade etmelerine vesiledir.
Binaenaleyh bundan kaçınılması, müslüman cemiyetleri için pek mühim bir vazifedir, hepsinin men’faati icabıdır, (ve) Ey müminler!.Siz (hayr ile ve takva ile konuşmada bulunun) bütün konuşmanız, hasbıhâlde bulunmanız, İslâm fertlerinin ve cemiyetlerinin hayrına, fâidesine yönelik olmalıdır. Allah korkusuna dayalı olup Yüce Peygamberin emrlerine muhalefetten ve diğer gayr-i meş’rû şeyleri konuşmadan ve yaptırmaya çalışmadan uzak bulunmalıdır, (ve kendisine haşr olunacak olduğunuz Allah’tan korkunuz) Düşününüz ki, öldükten sonra kıyamet olunca mahşere sevk edilecek, bir muhasebeye tâbi olmak üzere Cenab-ı Hak’kın manevî huzuruna da toplatılacaksınızdır.
İşte o günü düşününüz de gayr-i meşrû, gayr-i insanî hareketlere cür’et etmeyiniz. İşte bir insanlık topluluğunun dayanışma içinde, erdemlice bir şekilde yaşayabilmesi için Kur’an-ı Kerîm’in bu tavsiyesini tamamen kabul edip ona göre hareketlerini tanzim etmeleri lâzımdır. Yoksa birbiri aleyhinde bulunup duran cemiyetlerin fertleri, her bakımdan nûranî, mutlu bir geleceğe nâil olamazlar.
“Tenaci” gizli şeyi söylemek, birbirine sırlarını açıklamak demektir.
10. Şüphe yok ki, gizli konuşmalar toplanmalar şeytandandır. İman etmiş olanlar, mahzun olsunlar için, halbuki, onlara bir şey ile zarar verecek değildir, Allah’ın izni ile olan müstesnâ ve artık mü’minler, Allah-ü Teâlâ’ya tevekkülde bulunsunlar.
10. (Şüphe yok ki, gizli konuşmalar) Toplanmalar, birbirlerine karşı zararlı olan kalplerindeki sırlarını ortaya dökmeleri (şeytandandır) onun bir vesvesesi eseridir. O gibi zararlı şeyleri, güzel ve fâideli göstermeğe çalışan, şeytandır ve şeytan tabiatlı kimselerdir, (îman etmiş olanlar, mahzun olsunlar için) Şeytan öyle zararlı hareketlere bir takım sersem kimseleri sevk eder ve bir kısım mü’minleri musîbetlere, felâketlere mâruz kalmak gibi bir vehme düşürmek ister.
(halbuki onlara) O mü’minlere şeytan (bir şey ile mezarret verecek değildir) öyle zararlı vesveseler ile, bir takım korkunç hâilelerin vücuda geleceğini, kalplere düşürmesi ile kimseye zarar vermeğe kaadir olamaz (Allah’ın izni ile olan müstesna) Cenab-ı Hak’kın hikmet gereği dilemiş, vücuda gelmesini takdîr buyurmuş olduğu hâdiseler ise vücuda gelir, bunlar bir ilâhî takdîre bağlıdırlar, yoksa şeytanın arzusu ile, tehdît etmesi ile vücuda gelecek şeyler değildirler, (ve artık mü’minler, Allâh-ü Teâlâ’ya tevekkülde bulunsunlar) öyle şeytanî vesveselere kapılarak üzüntü ve kedere düşmesinler, işlerini Cenab-ı Hak’ka bırakarak muvafaakiyeti o Yüce Yaratıcı’dan beklesinler, O’na ilticâ ederek şeytanın ve emsâlinin aldatmalarına, zararlı tavsiyelerine kıymet vermesinler, hangi bir fânî menfaat ümidi ile mukaddes dinlerinin hükümlerine muhalefete cür’et göstermesinler, ne mühim bir ilâhî uyarı!
“Necva” iki kişi arasındaki sır, gizli konuşma, fısıltı demektir.
11. Ey mü’minler! Size meclislerinizde genişlik gösteriniz denildiği zaman hemen genişleyiveriniz. Allahu Teâlâ’da sizin için genişlik verir. Ve size kalkın denildiği vakit de hemen kalkın, Allah, sizden iman etmiş olanları yükseltir
ve kendilerine ilim verilmiş olanları ise dereceler ile yükseltir. Ve Allah, yapar olduğumuz şeylerden haberdardır.
11. (Ey mü’minler!. size meclislerinizde genişlik gösteriniz) Yanınıza gelecek kimselere yer veriniz, vüs’at gösteriniz, onları da meclisinize kabul ediniz (denildiği zaman hemen genişleyiveriniz) o gelenleri de yanınıza kabul ediniz. İçtimaî terbiye bunu icabeder. Siz bu gibi ahlâkî vazifelere riâyet edince (Allâh-ü Teâlâ da sizin için genişlik verir) sizi her hususta genişliğe, kolaylığa nâil buyurur. (Ve size kalkın) gelen kimselere yer verin veya namaz gibi, cihad gibi bir hayırlı işi yapmaya koşun (denildiği vakit te hemen kalkın) o hususta ki emre uyunuz.
(Allah sizden îman etmiş olanları yükseltir.) İslâm dininin bütün emirlerini, yasaklarını sevabın kendisi görerek onlara riâyet edenlerin kadrini yüceltir, onları güzel methüsenâya, âhirette de cennetlere nâil kılar, (ve kendilerine ilim verilmiş olanları ise dereceler ile) daha fazla sevaplara, lütuflara, ilâhî rızâya mazhariyet ile yükseltir, nice saadetlere nâil buyurur. (Ve Allah yapar olduğunuz şeylerden haberdardır) Artık güzel amellerde bulunanlar, elbette ki, ilâhî nîmetlere nâil olacaklardır. Aksine hareket edenler de lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Binaenaleyh bu ilâhî kelâm, hem müjdeyi, hem de tehdidi içermektedir.
“Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivâyet vardır: Resûl-i Ekrem Sallâlâhü Aleyhi Vesellem bir gün Suffe’de bulunuyordu, o yerde bir darlık vardı, Ashab-ı Kirâm ile dolmuştu, Bedir’de savaşanlardan bâzı zâtlar, o meclise gelmişler, oturacak yer bulamadıkları için ayakta kalmışlardı. Peygamber Efendimiz ise Ensar ve Muhacirini kiramdan olup da Bedr gazvesinde bulunmuş olan mücahitlere ikramda bulunurdu, o mecliste bulunup da Ehl-i Bedr’den olmayan bâzı ashaba: Kalkınız da şu zatlara yer veriniz diye emretmişti, onlar da kalkmışlar, fakat Resûl-i Ekrem’e yakın bulunmak şerefinden mahrûm kalacakları endişesi ile o kalkmaları kendilerine ağır gelmişti.
Münâfıklar ise bunu bir vesîle edinerek mırıldanmaya başlamışlar, vakti ile meclise gelen kimseleri mevkîlerinden kaldırdı da sonradan gelenleri tercîh etti demişler, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Bununla beraber hükmü bütün meclisler için geçerlidir.
“Fesh” geniş, vâsi demektir, “Tefessuh” de genişlik göstermektedir. “Neşez” de kalkmak yerden yükselmek, ayak üzere durmak mânâsınadır.
12. Ey iman etmiş olanlar! Peygamber ile gizli bir şey konuşmak istediğiniz zaman maruzatınızdan evvel fakirlere bir sadaka takdim ediniz, bu sizin için hayırlıdır ve ziyade temizliktir. Fakat sadaka verecek bir şey bulamaz iseniz artık şüphe yok ki: Allah, gâfurdur, rahîmdir.
12. Bu mübârek âyetler de mü’minlerin Hz. Peygamber huzuruna girip gizlice konuşmada, mâruzatta bulunmalarından evvel fakirlere bir miktar sadaka vermelerini emrediyor, bunun bir hayra, bir yüceliğe hizmet ettiğini bildiriyor. Bununla beraber sadaka verecek bir şey bulamayanların Allah’ın mağfiretine nâil olacaklarını haber veriyor. Böyle bir sadakayı ağır görüp de vermeyenlerin de ilâhî affa uğrayacaklarını, artık namazlarını kılıp zekâtlarını vermekle ve Cenab-ı Hak ile Resûlüne itaat etmekle mükellef olduklarını beyan ve neler yapar olduklarından o Haalık-ı Azîm’in haberdar bulunduğunu ihtar etmektedir.
Şöyle ki: (Ey îman etmiş olanlar.) Ey İslâm şerefine sâhip bulunanlar (Peygambere gizlice mâruzatta bulunmak istediğiniz zaman) o Yüce Resûl’ün huzuruna girip bâzı hususlarınıza ait konuşmak istediğiniz vakit, bu (mâruzatınızdan evvel) fakirlere (bir sadaka takdim ediniz) böyle bir miktar yardımda bulununuz (bu) sadaka vermeniz (sizin için hayırlıdır ve ziyade temizliktir.) Çünkü böyle bir sadaka verilmesi, evvelâ Resûlullâh’a karşı bir hürmete, fazla bir bağlılığa, onunla konuşmanın büyük bir şeref olduğunu takdire delâlet eder.
İkincisi: Bu vesîle ile bâzı fakirlere yardım edilmiş, insanîyet nâmına iyilikte bulunulmuş olur. Üçüncüsü: Bu sebeple samimî mü’minler ile münâfıklar anlaşılmış, dünya varlığına düşkün olanlar ile âhireti, Allah katında mükâfatları arzu edenler ayrılmış bulunuyorlar, (fakat) sadaka verecek bir şey (bulamaz iseniz, artık şüphe yok ki: gafûrdur, rahimdir.) sadaka veremeyeceğinizden dolayı sizi cezalandırmaz. Bu mübârek söz, bu sadakanın vâcip olduğuna delâlet ediyor. Çünkü vâcip olmasa idi, sadaka vermekten âciz olanların mağfirete nâil olacaklarını beyan etmek uygun olmazdı.
Zira vâcip olmayan bir şeyi yerine getirmemek cezayı gerektirmez ki, onun hakkında mağfiret, mevzuubahis olsun, bununla beraber bu sadakanın mendûb olduğuna kaail olanlar da vardır.
İbn-i Abbas Radiyallâhü Anh’tan rivâyet edilmiştir ki: Müslümanlar, bir çok şeyleri sormak için Hz. Peygamberin huzuruna koşuyorlardı. Bu hâl, Resûl-i Ekrem’e ağır gelmeğe başlamıştı. Cenab-ı Hak ta Peygamberinin yükünü hafifletmek için bu âyeti inzâl buyurdu. Bunun üzerine birçok kimseler, öyle müracaatlardan geri durdular. Hattâ deniliyor ki: Bu sadaka hakkındaki teklif, on gün devam etti, bu müddet içinde yalnız İmam-i Ali Hazretleri bir dinar sadaka verdi, sonra bu teklif şu on üçüncü âyet-i kerîme ile nesh edilmiştir.
13. Yâ maruzatta bulunmadan önce sadakalar takdim etmenizden korktunuz mu? Mâdem ki, yapmadınız ve Allah da sizi affetti, artık namazı kılın ve zekâtı verin ve Allah’a ve Peygamberine itaat eyleyin ve Allah yapar olduğunuz şeylerden haberdardır.
13. Ey Resûl-i Ekrem’e çokça müracaatlarda bulunanlar!. (Ya mâruzatta bulunmadan önce sadaka takdim etmenizden korktunuz mu?) O yüzden fakir düşeceğinizi mi zannettiğiniz. O sebeple mallarınızın zâyi olacağına dair şeytan size vesveselerde mi bulundu? (Madem ki, yapmadınız) Emrolunduğunuz sadakayı vermek istemediniz, o size meşakkatli görünmüş oldu, artık Yüce Mâbud yükünüzü hafifleştirdi, (ve Allah da sizi affetti.) bu sadaka vazîfesini sizden kaldırdı, bu hususta ki teklif, hakkınızda bir lütuf olarak nesh edildi (artık namazı kılın) bu vesîle ile de Cenab-ı Hak’kın afvına karşı şükrân vazifesin îfa etmiş olun ve bu namaz sâyesinde ruhlarınızı yüceltmeye, kalplerinizi aydınlatmaya, hidâyet yolunu takibe muvaffak olunuz.
(Ve zekâtı verin) O sizin için içerinizi cimrilikten tasfiyeye, mallarınızı artırmaya ve din kardeşlerinize yardıma bir vesîle bulunmuş olur. (Ve Allah’a ve Peygamberine itaat eyleyin) Onların diğer bütün emrlerine, yasaklarına riâyetten aslâ ayrılmayınız. Sizin selâmet ve saadetiniz o sâyede temîn edilmiş bulunur. (Ve Allah, yapar olduğunuz şeylerden haberdardır.) Sizin bütün amellerinizi, niyetlerinizi, kalpinizdeki sırlarınızı tamamen bilmektedir, sizleri meşrû, makbul amellerinizden dolayı mükâfatlara nâil edecektir. Yasaklanmış, zararlı hareketlerinizden dolayı da cezalara çarptıracaktır. Artık bu hakikati güzelce düşününüz.
14. Görmedin mi, o kimseleri ki: Üzerlerine Allah’ın gazap etmiş olduğu bir kavmi dost edindiler? O kimseler, ne sizdendirler ve ne de onlardandırlar ve bilir oldukları halde yalan yere yemin ederler.
14. Bu mübârek âyetler de ilâhî gazaba uğramış kimseleri dost tutan ve hadd-i zâtında ne mü’minlerden ve nede o kimselerden olmayan münâfıkların yalan yere yemîn edip kendilerini müslüman göstermek istediklerini bildiriyor. O münâfıklar için pek şiddetli bir azabın hazırlanmış olduğunu haber veriyor. O münâfıkların yalan yere yemîn ederek insanları ilâhî dinden çevirmeğe çalıştıklarını ve bu yüzden kendilerini rüsvay edecek bir azaba namzet bulunduklarını ihtar ediyor. Artık o gibi dinsizleri ilâhî azaptan hiçbir şeyin kurtaramayacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. (Görmedin mi?) Haber ver, ne kadar şaşılacak bir hâl!.
(O kimseleri ki,) O münâfık şahısları ki, (üzerlerine Allah’ın gazap etmiş olduğu bir kavmi) yâni Yahudileri (dost edindiler) onlara karşı hayır diler göründüler, müminlerin sırlarını onlara naklederler. Maamafih (O kimseler) o münâfıklar, haddizatında (ne sizdendirler) ne müslümandırlar. (Ve ne de onlardandırlar) Ne de Yahudilerdendirler. Onlar görünüşte, lisânen müslüman görünürler, korkularından da hak bir din üzere olduklarına kalben inanmazlar, sırf dünyevî bir maksada binaen onlardan görünmek isterler. İşte bu, bir münâfıklık gereğidir, (ve) O münâfıklar (bilir oldukları hâlde) inançlarına uygun olmadığını ve yalan yere yemîn ettiklerini bile bile (yemîn ederler) Vallâhi biz müslümanız derler, Allâh-ü Teâlâ’nın birliğine ve Resûl-ü Ekrem’in peygamberliğine şahadette bulunurlar.
15. Allah, o kimseler için bir şiddetli azap hazırlamıştır. Şüphe yok ki, onlar ne fenâ işler yapıyorlar.
15. Artık (Allah) Teâlâ Hazretleri (o kimseler için) öyle yalancı, münâfık şahıslara mahsus (bir şiddetli azap hazırlamıştır) onlar böyle bir azabı hak etmişlerdir (şüphe yok ki, onlar ne fenâ işler yapıyorlar) Müslümanların aleyhine çalışıyorlar, İslâm düşmanlarına karşı cemîle göstererek müslümanların sırlarını onlara haber veriyorlar.
16. Yemînlerini bir kalkan edindiler de insanları Allah yolundan çevirdiler, artık onlar için bir rüsvay edici azap vardır.
16. Evet.. O münâfıklar (Yemînlerini bir kalkan edindiler de) kendilerini o sâyede ehl-i îman gibi gösterdiler, o şekilde mü’minlerin aralarına sokuldular, bir çok yanlış telkinleri ile insanları (Allah yolundan çevirdiler) bir takım kimselerin İslâmiyet’i kabullerine mâni oldular, İslâmiyet hakkında yanlış malûmat vererek bir nice gâfil kimseleri İslâm şerefinden mahrûm bıraktılar. (Artık onlar için) O münâfıklara ait (bir rüsvay edici azap vardır) âhirette müthiş bir cezaya çarpılacaklardır. Kendilerinin münâfıkları teşhîr edilmiş, yalan yere yemînleri yüzünden dehşetli bir ihanete uğramış olacaklardır.
17. Onları ne malları ve ne de evlâtları hiç bir şey ile Allah’tan kurtaramaz müstağni kılamaz onlar, ateş ashabıdırlar, onlar o ateşte ebediyen kalıcılardır.
17. (Onları) Öyle münâfık kimseleri dünyada da, kıyamet gününde de (ne malları ve ne de evlâtları hiç bir şey ile Allah’tan kurtaramaz) müstağni kılamaz, onların imdadına hiç biri koşamayacaktır, (onlar, ateş ashâbıdırlar) Cehennemden yanıp yakılacaklardır (onlar, o ateşte ebediyen kalıcılardır.) Onlar, o cehennemden aslâ çıkamayacaklardır. İşte küfür münâfıklığın ebedî cezası!.
18. O günkü, Allah, onları topyekûn kabirlerinden kaldırıp mahşere sevk edecektir. Artık size yemin ettikleri gibi ona da yemin edeceklerdir. Ve sanacaklardır ki, muhakkak kendileri birşey üzerindedirler. Haberiniz olsun ki, onlar, şüphe yok onlar, yalancılardır.
18. Bu mübârek âyetler de âhirette mahşere toptan sevkedilecek kâfirlerin yalan yere yemîn ederek kâfir olmadıklarını iddia edeceklerini ve bu iddialarının kendilerine bir fâide vereceği zannında bulunacaklarını bildiriyor. Halbuki, onların şeytana mağlûp olmuş, Allah’ı anmayı unutup şeytanın cemaati hükmünde bulunmuş kimseler olduklarını teşhîr ediyor. Allah-ü Teâlâ’ya ve Peygamberine karşı düşmanlıkta, muhalefette bulunanların en zelîl kimseler olduklarını ihtar eyliyor.
Bînihaye kuvvet ve izzetle vasıflanmış olan Allah-ü Teâlâ ile Peygamberlerinin O kâfirlerce galip olacaklarını şöylece mü’minlere müjdelemektedir: Ey Yüce Resûl!. O kâfirlere ihtar et, onlar için öyle şiddetli bir azap vardır (o günki, Allah) Teâlâ Hazretleri (onları topyekün kabirlerinden kaldırıp mahşere sevkedecektir) hepsi de hesap verdikten sonra cehenneme atılacaklardır.
(Artık) O kâfirler, dünyada ehl-i îman olduklarına dair (size yemîn ettikleri gibi ona da) o Yüce Mâbuda da (yemîn edeceklerdir.) Allah’a andolsun ki, biz müşriklerden, kâfirlerden olmadık diyeceklerdir, (ve sanacaklardır ki: Muhakkak kendileri bir şey üzerindedirler) Bu yemînlerinin kendilerine bir fâide vereceği kanaatinde bulunacaklardır. Ne uzak, ne kadar aldanıyorlar!. (Haberiniz olsun ki, onlar şüphe yok onlar) o dinsizler (yalancılardır.) yalan yere yemîn edeceklerdir. Özellikle Yüce Yaratıcıya karşı öyle yalan yere yemîn etmek rezâletinde bulunacaklardır. Onlar kendilerinin bütün hâllerini o bilen Yaratıcı’nın bildiğini düşünemeyeceklerdir.
19. Onların üzerlerine şeytan galebe etmiş de onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. Onlar, şeytanın askerleridir. Haberiniz olsun ki, şüphe yok şeytanın askerleri, onlar, hüsrâna uğramış olanlardır.
19. (Onların üzerlerine şeytan galebe etmiş de) Vesveseleri ile onları sapıttırarak öyle küfür ve şirke düşürmüş de (onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur) O Yüce Mâbudu anmaktan, O’nun dinî hükümlerine uymaktan onları gâfil bulundurmuştur. (Onlar) Öyle küfür ve isyâna dalmış kimseler (Şeytanın askerleridir.) Şeytana tâbi, onun tâifesinden sayılmaktadır. (Haberiniz olsun ki, şüphe yok şeytanın askerleri) evet.. (onlar) O şeytana uyanlar (hüsrana uğramış olanlardır.) en büyük zarar ve ziyana helâke mâruz kalan onlardır. Çünkü onlar, o dinsizlikleri yüzünden ebedî azabı hak etmişlerdir, uhrevî selâmet ve saadetten ebedî olarak mahrûm kalmışlardır.
20. Muhakkak o kimseler ki, Allah’a ve Resûlü’ne muhalefette bulunurlar, işte onlar, zelîl olanların arasındadırlar.
20. (Muhakkak o kimseler ki, Allah’a ve Resûlü’ne muhalefette bulunurlar) Allah’ın hududuna riâyetten ayrılırlar, üzerlerine düşen dinî vazifeleri yapmaktan kaçınırlar (işte onlar zelîl olanların arasındadırlar) onlar da zillete, mağlûbiyete uğrayacak kimseler cümlesinden bulunmaktadırlar, onlar dünyada mağlûbiyete, esarete, mahrûmiyete uğrarlar, âhirette de şeytanlar ile beraber pek elemli azaplara tutulurlar.
21. Allah, yazdı ki: Elbette ben galebe edeceğim. Ben, Peygamberlerim de, şüphe yok ki, Allah kavî’dir, azîzdir.
21. (Allah yazdı ki:) Yâni takdîr etti ve levh-i mahfuzda yazdı ki: (Elbette ben galip geleceğim. Ben) ve (Peygamberlerim de) galip geleceklerdir. Evet.. Sonunda galibiyet ve zafer Allah’ın dini tarafında tecellî edecektir. İlâhî dini kılıç ile olduğu gibi delil ile, aklî deliller ile de bâtıl dinlere galebesini gösterecektir. Nitekim de göstermiştir. (Şüphe yok ki: Allah güçlüdür) Peygamberlerine yardım etmek için sonsuz bir kuvvete sâhiptir. Ve o Yüce Yaratıcı (Azîzdir) her istediği şeyi vücuda getirmeğe kaadirdir. İlâhlık şanında hiçbir mağlûbiyet düşünülemez. Buna inanmışızdır.
“Mukatilden şöyle rivâyet edilmektedir: Mü’minler, Allâh-ü Teâlâ bize Mekke’nin, Tâif’in, Hayber’in ve etrafındaki yerlerin fethini nâsip buyurursa ümit ederiz ki, Allâh-ü Teâlâ bizi Faris ve Rûm üzerine de galip kılar. Münâfıklardan Abdullah İbn-i Selûl de demiş ki: Siz Rûm ile Fars’ı öyle galip olduğunuz bâzı karyeler gibi mi sanıyorsunuz? Vallahî onlar sizin zannettiğinizden daha fazla sayıya ve şiddetli kuvvete sâhiptirler, Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş, Hak Teâlâ’nın ve Peygamberi’nin her şeye galip olabileceklerini bildirmiştir. Nitekim
() Bizim ordumuz şüphesiz galip gelecektir. (Saffat/173) âyet-i kerîmesi de bunu söylemektedir.
22. Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi bulamazsın ki, Allah’a ve Resûlü’ne muhalefet eder kimseleri sevsinler isterse: Babaları veya oğulları veya kardeşleri veya kabileleri olsunlar, onlar o zatlardır ki, Allah onların kalplerinde iman yazmıştır. Ve onları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir ve onları altlarından ırmaklar akar cennetlere girdirecektir. Oralarda ebedî olarak kalıcılardır. Allah, onlardan râzı olmuştur, onlar da Ondan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın askerleridir. İyi biliniz ki, muhakkak Allah askerleridir, onlardır kurtuluşa ermiş olanlar.
22. Bu mübârek âyetler de hakikî mü’minlerin vasıflarını, başarılarını bildiriyor. Onların Allah’ü Teâlâ’ya ve O’nun Peygamberine muhalefet edenlere isterse: Kendilerinin yakınları bulunsunlar muhabbette bulunmayacaklarını, bu durumun beğenildiğini haber veriyor. O seçkin mü’minlerin kalplerinde îman tesbit edilmiş ve Allah tarafından bir ruh ile desteklenmiş olduklarını beyan buyuruyor. Onların âhirette ne kadar güzel cennetlere nâil olacaklarını müjdeliyor, o muhterem zâtların Allah’ın rızasını kazanmış ve kurtuluşa ermiş bir ilâhî fırka olduklarını ilân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!.
Veya onun ümmetinden bulunan hangi muhterem bir müslüman!. (Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kavmi) Bir müslüman zümresini (bulamazsın ki, Allah’a ve Resûlü’ne muhâlefet eden kimseleri sevsinler.) o muhaliflere muhabbette bulunsunlar, çünkü öyle bir muhabbet, o muhalefete râzı olmayı gerektirir. Böyle bir rızâ ise ebedî hüsrana sebep, azaba da vesîle bulunur, (isterse) O sevecekleri kimseler, kendilerinin (babaları veya oğulları veya kardeşleri veya kabîleleri olsunlar) zira Cenab-ı Hak’ka ve O’nun Peygamberine muhalefet eden, düşmanlıkta bulunan bir şahıs, bütün insanlık hakkında bir cani hükmündedir.
Öyle bir caniye muhabbet ise umuma karşı bir hakaret, bir vicdansızlık mahiyetinde bulunmuş olur. Bununla beraber insan için en büyük gâye, İlâhî rızâyı kazanıp selâmet ve saadeti temin etmektir. Öyle dinsizlere, Hak’ka muhalefet edenlere gösterilecek bir muhabbet ve bağlılık ise bu gâyeyi mahveder, insanı ebedî hüsrana bırakır.
İslâm tarihi gösteriyor ki: Ashab-ı Kirâm’dan bir nicesi özellikle Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza gibi zâtlar Bedir Savaşı’nda ve diğerlerinde dinsiz olan yakınlarına karşı cephe almış, onları tepelemişlerdir.
Hattâ rivâyet olunuyor ki: Bu âyet-i Kerîme Ebû Bekr Radiyallâhü Anh hakkında nâzil olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, bir gün Resûl-i Ekrem Efendimize sövmüş, Hz. Ebû Bekr de Ebû Kuhafe’yi hemen yakalayarak yumruk vurmuş, onun dişleri dökülmüş, sonra Peygamberimizin huzuruna gelince bu hâdiseyi anlatmış, Peygamber Efendimiz de öyle yaptın mı?. Diye sormuş, diye buyurmuş, Hz. Ebû Bekr de demiş ki: Seni Hak ile Peygamber gönderen Cenab-ı Hak’ka yemîn ederim ki: Eğer bana bir kılıç yakın bulunmuş olsa idi elbette onu öldürürdüm” diye Resûl-i Ekrem’e olan fevkalâde bağlılığını göstermiştir.
İşte din muhabbeti, bağlılığı böyle her şeyin üstündedir. (Onlar) O din düşmanlarını sevmeyen mü’minler (o zâtlardır ki,) Allâh-ü Teâlâ (onların kalplerine îman yazmıştır.) Yâni: İmânı vücuda getirmiş, tesbît buyurmuştur, (ve onları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir.) Hak Teâlâ Hazretleri kendi ilâhî katından veya îman cihetinden bir nûr ile, mânevî hayatın medârı olan Yüce bir kuvvet ile veya Kur’an-ı Kerim ile veya bir büyük zafer ile o muhterem mümin kullarını takviye etmiştir. Onları ilim ve irfân nûrları ile aydınlatmıştır. Onlar o sâyede pek mükemmel bir itminan-i kalbe, hak üzere sebâte muvaffak olmuşlardır. (Ve onları altlarından ırmaklar akar cennetlere girdirecektir.)
Öyle lâtif, bir çok ağaçlar vesâire ile süslü bostanlara, bağlara nâil buyuracaktır, (oralarda ebedi olarak kalıcılardır.) O nîmetlerin yok olması endişesinden tamamen âzade bulunacaklardır. (Allah onlardan râzı olmuştur) Onlara pek ziyade ihsân buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nîmetler, muvaffakiyetler, rahmet eserleri o rızânın gereğidir. O zâtlar da (O’ndan) O Yüce Yaratıcı Hazretlerinden her bakımdan (râzı olmuşlardır.) çünkü onlara verdiği nîmetler, saadetler, ümidlerinin, tasavvurlarının üstünde bulunmuştur, (işte onlar) O Allah rızâsına mazhar zâtlar (Allah’ın fırkasıdır) onun dini uğrunda çalışan, cihadda bulunan seçkin askerlerdir.
(İyi biliniz ki, muhakkak Allah fırkasıdır.) evet (onlardır) o pek seçkin askerlerdir. (kurtuluşa ermiş olanlar.) İki âlemde de büyük kazanca, selâmet ve saadete aday olan; o mübârek, değerli zâtlardır. Ne büyük bir ilâhî müjde… Rahmet ve kerem sâhibi olan Yüce Mâbut bizleri de o kurtuluşa eren zümreye katsın âmin.. Peygamberlerin Efendisinin hürmetine duamızı kabul buyursun!.