Furkan Suresi Tefsiri

Furkan Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Furkan Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mukaddes sure, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Ancak bazı zatlara göre yalnız (68, 69, 70) nci âyetleri Medine-i Münevvere’de inmiştir. Bu mübârek sûre, hak ile bâtılın arasını ayırd eder, bu sebeple “Fürkan” ünvanına da sahip bulunan Kur’an-ı Kerim’in öyle yüce âyetleri kapsamış olduğu için kendisine böyle “Fürkan Sûresi” adı verilmiştir. Bu muazzam sûre Kur’an-ı Kerim’in inmesindeki hikmeti bildirmektedir. Kâinatın yaratıcısı Hazretlerinin birliğini isbata, kutsî vasıflarını beyana ait ayetleri içermektedir. O yüce yaratıcının kudret ve azametini, bütün noksanlardan yüce olduğunu izah buyurmaktadır. Risalet ve peygamberliğe, kıyametin hallerine, hâlis müminlerin en şerefli vasıflarına dair beyanları içermektedir. Bütün insanlık için pek büyük bir öğüt, pek mühim bir irşad ve uyanma vesilesi bulunmaktadır.

1. Hayır ve bereketi sonsuzdur, o zatın ki, furkanı kulu üzerine indirdi ki: Bütün âlemlere bir sakındırıcı olsun.

1. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın her şeyden yüce, sonsuz hayır ve berekete sahip olduğunu bildiriyor. İnsanlığı aydınlatmak ve sakındırmak Hak ile bâtılı ayıran Kur’an-ı Kerim’i Resûlüne indirmiş olduğunu haber veriyor. Bütün kâinata sahip olan o ezeli Yaratıcının evlât edinmekten, ortak ve benzerden münezzeh olduğunu beyan buyuruyor. Buna rağmen bir takım âciz mahlûkları kendilerine mabût edinmiş olan müşriklerin cehaletlerine aşağılıklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hayır ve bereketisonsuzdur) yani: Bütün mahlûkatı hakkında hayır ve ihsanı pek ziyade boldur, her bakımdan üstün kudret ve hâkimiyete sahiptir, ve zatı ve sıfatları bütün kâinattan yücedir. (O zatı ki) o hikmet sahibi yaratıcının ki (fûrkanı) hak ile bâtılı ayıran ve âyetleri hikmet gereği parça parça nâzil olmuş bulunan Kur’an-ı Kerim’i (kulu) Hz. Muhammed Aleyhisselâtu vesselâm (üzerine indirdi ki) o apaçık kitabı indiren Yüce Yaratıcı veya o indirilen hikmet dolu veya kendisine o yüce kitap indirilmiş bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselâm (bütün âlemlere bir sakındırıcı) bir uyarıcı ve müjdeleyici (olsun) bütün mükellef mahlûkatı haktan, kulluk vazifelerinden haberdar eylesin. Resûlullahın bu kutsal vazifesi, bütün Allah’ın mahlûkatı hakkında bir rahmet eseridir, bir sırf hayırdır. Çünkü onları uyandırmaya, ebedî bir selâmet ve saadete kavuşturmaya en mükemmel bir vesiledir.

§ Bu âyeti kerime, Kur’an-ı Kerim’in inmesindeki hikmeti beyan buyuruyor. Bu hikmet ise bütün âlemlere, yani: Mükellef kullara bir müjdeleyici ve uyarıcı olmaktan ibarettir. Bu sebeple yüce Peygamberimizin de bütün insanlara bir Peygamber gönderilmiş olduğu gibi meleklere, cinlere de bir Peygamber gönderilmiş olduğuna bir işarettir. Çünkü:

§ Àlemin; tâbiri bunların hepsini içine alır. Fakat Resûl-i Ekrem’in meleklere de Peygamber gönderilmiş olduğu hakkında alimler arasında ihtilâf vardır. Cumhurun görüşüne göre meleklere Peygamber gönderilmemiştir. Şu kadar var ki, Kur’an-ı Kerim’in ilâhi beyanlarından meleklerin de faydalanmaları düşünülebilir. Bu bakış açısından Kur’an-ı Kerim, onların haklarında bir ilâhi rahmet demektir. Resûl-i Ekrem Efendimizin âlemlere bir rahmet olduğu ise yine Kur’an-ı Kerim’in beyanlarıyla sabittir.

§ Tebareke; kelimesi, bereketi ve hayrınçokluğunu ve fazlalığını ifade eder, Hak Teâlâ’ya mahsus bir saygı kelimesidir, başkaları hakkında kullanılamaz.

§ “Fûrkan”dan maksat ise Kur’an-ı Kerimdir. Çünkü Kur’an-ı, hak ile bâtılın aralarını ayırdığı için ve âyetleri birbirinden farklı olarak yirmi üç senede parça parça nâzil olmuş bulunduğu için kendisine böyle “Fürkan” ismi de verilmiştir.

2. Öyle zat ki, göklerin ve yerin mülkü O’nun içindir ve hiç oğul edinmemiştir. Ve O’nun için mülkünde bir ortak da yoktur ve her şeyi yaratmıştır, onu bir miktar ile takdir buyurmuştur.

2. O Kur’an-ı Kerim’i indirmiş olan yüce Allah (öyle) bir (zat)dır. (ki: göklerin ve yerin mülkü) özel olarak (O’nun içindir) kesin hâkimiyet, üstün bir saltanat o yüce yaratıcıya muhsustur, bütün mahlûkat O’na muhtaçtır, onun kudreti ve iradesi altında bulunmaktadırlar (ve) ortak ve benzerden münezzeh olan o Ezeli Yaratıcı (hiç bir oğul edinmemiştir) O’nun yaratıcılığı, her bakımdan birliği evlât edinmekten yüce olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh Hristiyanlar’n Hz. Mesih’e “Allah’ın oğlu” demeleri Sümeniyye” taifesinin meleklere “Allah’ın kızları” demeleri pek bâtıl birer iddiadır, ilâhlık şânına aykırıdır. (Ve O’nun için mülkünde bir ortak da yoktur) o Yüce Yaratıcı ilahlığında da, kâinata sahip oluşunda da tektir, bütün göklerin yerlerin mülkü ve hâkimiyeti o eşsiz yaratıcıya muhsustur. Artık bir takım mahlûk, yok olmaya mahkum şeylere nasıl yaratıcılık, mabutluk isnât edilebilir?. (O her şeyi yaratmıştır.) Bütün mahlûkatı ve onların fiillerini o Yüce Yaratıcı, hikmetinin gereğine göre vücude getirmiş ve getirmektedir. Mahlûkattan hiç biri, yaratıcılık sıfatına sahip, kendi fiillerini bile yaratacak bir kâbiliyete sahip değildir.. Ve O Hikmet Sahibi Yaratıcı (onu) her yarattığı şeyi (bir miktar ile takdir buyurmuştur) heryarattığı şeye bir özel şekil vermiştir, her birini bir harika mahiyette bulundurmuştur, her yarattığının yaratılışında bir hikmet ve menfaat vardır, her birini hayat müddeti, devam zamanı, halinin âkibeti Allah katında takdir edilmiştir, bilinmektedir.

3. Öyle iken ondan başkasını ilâhlar edindiler ki, hiçbir şey yaratamazlar. Halbuki, onlar yaratılırlar ve kendi nefisleri için ne bir zarara ve ne de bir faydaya sahip değildirler. Ne ölüme ve ne hayata ve ne de ölüleri kabirlerinden diriltip kaldırmağa mâlik bulunmazlar.

3. (Öyle iken) Cenab-ı Hakk’ı bütün yarattığı eserlerinde birliği, hâkimiyeti, kudret ve büyüklüğü görünüp durmakta iken bir takım kimseler, küfür ve şirke düşerek (O’nun) o benzersiz mabûddan (başkasını ilâhlar edindiler ki,) o ilâh sandıkları şeyler (hiçbir şey yaratamazlar) onlar âciz şeylerdir, bir zerreyi bile yoktan var edemezler. (Halbuki onlar yaratılırlar) onlar da diğer mahlûkat gibi Allah’ın kudreti ile vücude getirilmekte bulunurlar. Artık bir yaratıcıya muhtaç olan, bir zerreyi bile yaratmaya kâdir bulunmayan şeyler, ilahlık vasfına nasıl sahip olabilir ki, onlara tapınmak uygun olabilsin?. (Ve) o ilâh edinilen mahlûklar (kendi nefisleri için) bile (ne bir zarara) bir zararı defetmeğe (ve ne de bir faideye) bir menfaati celbetmeğe (sahip değildirler) artık onlar başkaları hakkında neye sahip, kâdir olabilirler ki, onlara tapınmak istenilsin?.. Evet.. O ilah edinilen şeyler (ne ölüme ve ne de hayata ve ne de ölüleri kabirlerinden diriltip kaldırmaya mâlik bulunmazlar.) Bu hususlarda hiçbir tasarrufa kâdir olamazlar. Ne bir kimseyi öldür meye ve ne de diriltmeye; yeniden varlık alanına getirmeğe kudretleri yoktur. Bütün bu gibi hâdiseler, bütün kulların fiilleri, Cenab-ı Hak’kın kudretiyle, takdiriyle, yaratmasıyle vücude gelmektedir. Artık her bakımdan âciz,kendilerine tapanları sevaba nâil edecek azaptan koruyabilecek bir kudrete sahip bulunmayan mahlûk şeylere nasıl ilâhlık isnât edilerek kendilerine tapılabilir?. Kendilerine bile hiç bir faide veremiyecek şeylerden başkaları hakkında nasıl bir faide beklenebilir?. Kısacası ilâh olan zat bu gibi üstün vasıfları kendisinde toplamaktadır:

1. Kendisi yaratıcı olup asla yaratılmış değildir.

2. Zararları savmaya, menfaatleri çekmeye kâdirdir.

3. Dilediğini öldürmeğe ve dilediğini diriltmeğe muktedirdir. 4. Ölüleri diriltip bir mükâfat ve ceza âlemine sevkedecektir. İşte bu seçkin vasıflara sahip olmayanlar, ilâhlık vasfına asla sahip olamazlar.

4. Ve kâfir olanlar, dediler ki: Bu bir yalandan başka değil, onu kendisi uydurdu ve ona başka bir kavim de yardım etti. Muhakkak ki, o kâfirler bir zulüm ve bir iftira ile geldiler.

4. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin Kur’an-ı Kerim hakkındaki yanlış görüşlerini ikinci şüphelerini, bâtıl iddialarını red ve teşhir ediyor. O apaçık kitabın çok iyi bilen, bağışlayan ve esirgeyen kâinatın yaratıcısı tarafından indirilmiş bir mukaddes ilâhî kitap olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûl-i Ekrem’in yüce vaziyetini, Kur’an-ı Kerim’in bir ebedî mucize olduğunu takdir edemiyen bir takım (kâfir olanlar) Nadr İbnilhars, Abdullah İbni Ümeyye, Nevfel İbni Hureyl gibi bâtıl kanaatte bulunan dinsizler (dediler ki: Bu) Kur’an kitabı (bir yalandan başka değildir) gerçeğe aykırı bir şey (onu kendisi uydurdu) onu Muhammed -Aleyhisselâmkendi tarafından vücude getirdi, bir yalan olarak Cenab-ı Hak’ka isnâd etti (ve ona) bu hususta (başka bir kavim de yardım etti) yani: Yahudiler ona eski ümmetlerin haberlerini hikâye ettiler, Mekke’de bulunan bir takım ehli kitap da ona Tevrata, İncil’e dair bilgiler verdiler. (Muhakkak ki) böyle bir isnâtta bulunanlar, Hz. Peygamberinbaşkalarından istifade etmiş olduğunu iddia eden kâfirler (bir zulm ve bir iftira ile geldiler) onların bu iddiaları, bir zulümden, büyük bir yalandan başka değildir. Çünkü Resûlullah onların bu iddialarından tamamen uzaktır, onun hiçbir kimseden bir şey öğrenmemiş olduğu kesin olarak bilinmektedir. Kur’an-ı Kerim’in içerdiği ise binlerce hakikatlara aittir, sahip olduğu edebi vasıf itibariyle de bütün insan eserlerinin üstünde olduğu açıktır. Artık onun hakkındaki böyle bir iddia, pek cahilce bir iftiradan başka değildir.

5. Ve dediler ki O evvelkilerin yazmış oldukları uydurmalardır. Onları yazdırmıştır. Artık onlar O’na sabah ve akşam okunuyor.

5. (Ve) O cahil, iftiracı kimseler (dediler ki:) O Kuran (evvelkilerin yazmış oldukları uydurmalardır) eski milletlerin hurafeler kabilinden olarak kaleme almış bulundukları yalan şeylerdir (onları yazdırmıştır) onları kendisi için eski kavimlerden istemiştir. (Artık onlar) o uydurma şeyler (ona) o Peygamberlik iddia eden zata (sabah ve akşam okunuyor) yani: Daima veya gizlice vakit vakit okunuyor ki, onları kavrasın, ezberlesin, sonra halka yaysın ve tebliğde bulunsun. İşte o kahrolası topluluk, böyle bir bozuk iddiaya cür’et etmişlerdi.

6. De ki: Onu o zat indirmiştir ki, göklerde ve yerde olan gaybı bilir. Şüphe yok ki, o çok yarlıgayan, çok merhamet edendir.

6. Cenab-ı Hak da o lanetlileri red için yüce habibine hitaben şöyle buyuruyor: Resûlüm!. O inkârcılara (deki: Onu) o bir sûresinin bile benzerini yazmaktan âciz bulunduğunuz Kur’an-ı Kerim’i (o zat indirmiştir ki) o Kâinatın Yaratıcısı sana indirmiştir ki, o Ezeli Yaratıcı (göklerde ve yerde olan gaybı bilir) O’nun ilmi, bütün açık ve gizli olan kâinatı kuşatmış, bulunmaktadır. İşte o apaçık kitapta haber verdiği şeylerin bir büyük kısmı da gaip şeylere aittir ki, onlar birer birer görünmealanına gelecektir. Artık böyle bir nice gerçekleri içeren bir kitap nasıl uydurmalardan, geçmiş milletlerin uydurdukları yalan şeylerden ibaret sanılabilir?. Böyle bâtıl, inançlarda bulunanlar, derhal azabı hak etmiş olurlar. Fakat (O) Yüce Yaratıcı (çok yarlıgayan) dır, çok af eden ve örtendir. Ve (çok merhamet edendir) bu yüce sıfatlarından dolayıdır ki, azabı hak etmiş olanları derhal kahr ve helâk etmiyor. Onlara bir uyanabilecek hayat müddeti veriyor. Bundan istifade etmeyen inkârcılar, elbette ki, lâyık oldukları cezaya sonunda uğrayacaklardır.

7. Ve dediler ki: Bu Resul için ne var ki, yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilmeli değil mi idi ki, artık onunla beraber bir korkutucu olsa idi!

7. Bu mübârek âyetler de o kâfirlerin üçüncü bâtıl iddialarını teşhir ediyor. Onların Hz. Peygamber hakkındaki edepsizce iddialarından ve getirdikleri misâllerden dolayı sapıklığa düşmüş, doğru yolu bulmaktan mahrum kalmış olduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) o inkârcılar (dediler ki: Bu Resûl için) böyle paygamberlik iddiasında bulunan kimse (ne var ki) o da bizim gibi (yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor) ihtiyaç içinde bulunuyor, geçimini sağlamaya çalışıyor, artık peygamberlik sıfatıyle bizden nasıl üstün olmuş bulunabilir?. Pegamber olan, melek olmalı, bu gibi ihtiyaçlardan vâreste bulunmalı değil midir?. Veyahut (ona bir melek indirilmeli değil mi idi ki) onu tasdik etsin, onun peygamberliğine şahitlikte bulunsun. (Artık onunla beraber) o melek ile birlikte (bir korkutucu olsa idi!.) O zaman onun peygamberliği sabit olurdu. Bu cahil inkârcılar, yiyip içmenin, geçimi sağlamaya çalışmanın peygamberliğe engel olmayacağını anlayamıyorlardır, insanlara yine insanlardan Peygamber gönderilmesinin menfaat ve hikmet gereği olduğunudüşünemiyorlardı. Hz. Peygamberin risaletini desteklemek için bir melek gönderilmiş olsa idi, onu görmek duyarlığına sahip olmadıkları için yine maksatları sağlanmış olamazdı. Gördükleri takdirde onu yine bir insan veya bir hayal zannederek bâtıl idialarında yine devam eder dururlardı. Halbuki: Peygamberliğe sahip olan zatın fayda, ve ortaya koymaya muvaffak olduğu mucizeleri, onun peygamberliğini yeter bulunmuştur.

8. Yahut ona bir hazine indirilmeli veya onun için ondan yiyivereceği bir bostan olmalı değil mi idi ve zalimler dedi ki: Siz başka değil, bir büyülenmiş adama tâbi oluyorsunuz.

8. O inkârcılar, bu dilemelerini güya hafifleterek dediler ki: Yahut ona bir hazine indirmeli) değil mi idi ki, onunla idaresini temin edip geçim talebinde bulunmasa idi (veya onun için) hiç olmazsa (bir bostan olmalı değil mi idi ki, ondan yiyiverse idi) onun ürünlerinden geçimini temin etmiş olsa idi. (Ve) o inkârcı (zalimler) müminlere hitaben (dediler ki: Siz başka değil, bir büyülenmiş adama tâbi oluyorsunuz) sihre uğramış, aklen mağlûp olmuş bir kimseyi Peygamber sanarak onu kendinize rehber ediniyorsunuz. O zalimler, bu sözleriyle müminleri de sapıtmak istiyorlardı. Allah’ın nurunu ağızlariyle söndürmek arzusunda bulunuyorlardı. Fakat bu mümkün mü?. Asla.

9. Bak senin için nasıl misaller getirdiler! Artık sapıklığa düştüler, artık hiçbir yol bulmaya da güçleri yetmez.

9. İşte Cenab-ı Hak da o inkârcıların öyle câhilce iddialarını, yanlış düşüncelerini kınamak ve Resûl-i Ekrem’ine teselli vermiş olmak için buyuruyor ki: Ey mahlûkâtın en değerlisi!. (Bak! Senin için) o zalimler (nasıl misaller getirdiler) sana büyülenmiş dediler, geçimini temin edecek şeylere seni muhtaç sandılar, seni doğrulamak için seninle beraber bir melek bulunmasına gerek gördüler. (Artık)Şüphe yok ki, o zalimler, bu bâtıl iddialariyle (dalâlete düştüler) bütün hidayet yollarından uzak kaldılar (artık) kendilerini bir kurtuluş sahasına eriştirebilmek için (hiçbir yol bulmaya da) ne şu anda ve ne de gelecekte (güçleri yetmez) onlar o yanlış kanaatleri yüzünden sürekli zarara uğramış bulunacaklardır. Onlar fâni dünyayi dikkate alıyorlar, fâni mülk ve mala, servet ve hâkimiyete kıymet veriyorlar, Resûl-i Ekrem’de meydana gelen şahsi üstünlükleri görmekten yoksun bulunuyorlardı.

10. Hayır ve nimeti pek ziyade olan zat ki, eğer dilerse sana ondan daha hayırlısını, altlarından ırmaklar akan güzel bostanlar nasip kılar ve senin için köşkler vücuda getirir.

10. Bu mübârek âyetler de kâfirlerin bâtıl iddialarını, yanlış düşüncelerini onlara karşı bir cevap teşkil ediyor ve o kâfirlerin kötü kanaatlarda, durumlarda bulunduklarını göstermekle kendilerini en şiddetli bir azap ile tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hayır ve nimeti pek ziyade olan) uğur ve bereketi sabit bulunan (zat ki) bir şânı yüce yaratıcıdır, her dilediğini vücude getirmeğe gücü yeter (eğer dilerse) Ey Kadri Yüce Peygamber!. (Sana ondan) o inkârcıların bir istihza ve alay yolu ile söyledikleri hazineden, bostandan (daha hayırlısını) yani: (altlarından ırmaklar akar olan güzel bostanlar) nasip (kılar) o bostanları, bahçeleri, çeşitli ırmakların akıp durduğu yerlerde yaratıp Resûlüne ihsan buyurur, o Yüce Hâlik’ın, kudreti her şeye fazlası ile kâfidir. (ve senin için) Ey Peygamberlerin en değerlisi! (köşkler vücude getirir) nice yüksek ikametgâhlar yaratır. Nitekim ahirette nice yüce makamlar ihsan buyuracaktır. Artık o münkirler, o alaycı şekildeki iddialarından utansınlar.

11. Üstelik kıyameti de tekzib ettiler. Biz de kıyameti tekzib edenler için şiddetli bir ateş hazırladık.

11. O münkirler, yalnız Resûlullahın risaletiniinkâr ile kalmamışlardır. (Belki kıyameti de yalanladılar) o da onların diğer bir cinayetidir. Onlar yalnız dünya varlığını tanırlar, ahiret hayatını düşünüp tasdik etmezler. O husustaki delilleri düşünüp onlardan yararlanmazlar. İşte Cenab-ı Hak da onların kötü âkibetlerini ihtar için buyuruyor ki: (Bizde kıyameti tekzib edenler için şiddetli bir ateş hazırladık) o inkârcılar öyle alevlenmesi pek şiddetli olan cehennemlere sevkedileceklerdir. Bu ilâhi açıklamada cehennemlerin bu gün yaratılmış olduğunu göstermektedir.

12. Onları uzak bir yerden görünce onun için bir öfke ve bir şiddetli ses işitirler.

12. Cehennem (onları) o cehenneme sevkedilecek inkârcıları (uzak bir mekândan) bir senelik ve bir rivayete göre yüz senelik bir mesâfeden görünce (onun için) o cehennem için ona sevkedilecek olanlar (bir galeyan) bir öfke eseri (ve bir şiddetli ses işitirler) Evet. ilâhî kudret ile bu haller meydana gelecektir. Cenab-ı Hak, büyük kudreti ile cehennemler için böyle bir görme, bir anlayış, bir heybet ve şiddet yaratacaktır, o inkârcıları da öyle fevkalâde şiddetli bir azaba uğratacaktır.

13. Ve o ateşten dar bir yere elleri boyunlarına bağlı bir halde atıldıkları zaman oradaki helâki davet eder dururlar.

13. (Ve) O inkârcılar, kendileri için bir zillet olmak üzere (o ateşten) o cehennemin ateşinden (dar bir yere elleri boyunlarına bağlı bir halde atıldıkları zaman orada) o sen derece dar ve ezici yerde (helâki davet eden dururlar) “Ey helâk!. Neredesin?. Gel artık senin zamanındır” diye bir temennide bulunurlar. Heyhat ki!. O felâketten kurtulmak onlar için ne mümkün!.

14. Onlara denilir ki, Bugün tek bir helâki davet etmeyiniz, birçok helâki davet ediniz.

14. O kâfirlere melekler veya zebâniler tarafından denilir ki: Ey kâfirler!. (Bugün tekbir helâki davet etmeyiniz) artık sizin için tekrar ölüp de bu azaptan kurtulmak imkânı yoktur. (Birçok helâki davet ediniz) siz mâruz kaldığınız şiddetli azaptan dolayı, ne kadar helâkinizi isteseniz yine azdır. Fakat böyle helâki istemekle bu azaptan kutulabilecek misiniz?. Ne mümkün.

§ Bir rivayete göre bu âyetler, Ebu Cehl’in ve o bâtıl inançlarda, şüphelerde bulunan kâfirlerin hakkında nâzil olmuştur.

15. De ki: Ya bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva sahipleri için vâd edilmiş olan huld cenneti mi ki, onlar için bir mükâfat ve bir varılacak yer olmuştur.

15. Bu mübârek âyetler de cehenneme sevkedilecek olan müşriklere karşı kınamak için, yönelecek soruyu, ehli cennetin de nâil olacakları nimetleri bildiriyor. Ve kıyamet günü o kâfirleri dünyada iken kendilerine tapmış oldukları şeylerin tekzib edeceklerini ve o şeylerin o büyük azapları tadacak olan kâfirlere asla yardımda bulunamıyacaklarını ihtar bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. O kâfirlere (de ki: Ya bu mu) böyle ateşli bir mahal mi, bu müthiş cehennem felâketi mi (daha hayırlıdır, yoksa muttakiler için) Allah katından (vâd edilmiş olan Huld cenneti mi?.) o bir daimî ikamet mahalli mi daha hayırlıdır?. (Ki,) o ebedî cennet (onlar için) o takva sahibi zatlar için bir lütfu ilâhi olarak (bir mükâfat ve bir varılacak yer olmuştur) bu bir hakikattir ki, Allah’ın ilminde sabittir, Levh-i Mahfuzda yazılmıştır.

§ Cenneti Huld; Nimetleri kesilmeyen cennet demektir. Huld ile Hulûd eşittir. Şükr ile şükür gibi. Cennetler zaten birer Hulûd yurdudur. Böyle Huld ile tavsif edilmesi, onların üstünlüğünü açıklamak içindir veya dünyevî cennetlerden, bahçelerden ayrılması içindir.

§ Cehennemlerde hayr bulunmadığı bilinmektedir. Burada: “Cehennem mi dahahayırlıdır, cennet mi?” Denilmesi, bir kınamak, bir takrı=başa kakmak hikmetine dayanır ve ebedî diyalog gereklerindendir. Nitekim efendisinin yaptığı iyiliklere karşı isyanda bulunan bir köleyi efendisinin döğüp de: “Şimdi bu dayak mı daha hayırlı, yoksa o iyilikler mi?.” Demesi bu kabildendir.

16. Onlar için orada ebedî kalacaklar oldukları halde diledikleri her şey vardır. Bu Rabbin üzerine almış olduğu istenen bir vâd olmuştur.

16. (Onlar için) o cennete lâyık olacak takva sahibi zatlara mahsus (orada) o cennette (ebedî kalacaklar oldukları halde diledikleri her şey vardır) kendilerinin arzu eyledikleri her türlü nimetlere nâil olurlar. Öyle bir haldeki, artık nâil oldukları o nimetlerle huzurlu bir halde yaşarlar, kendilerinden daha ziyade nimetlere nâil olanların hallerine bakıp da onlar kadar kendilerinin de yüksek mertebelere nâil olmaları arzusunda bulunmazlar, böyle bir hatır onların kalplerinden Allah’ın hikmeti yok edilmiş bulunur. Ehli cennetin böyle dilediklerine nâil olmaları (Rabbin üzerine almış olduğu istenen) ehli cennet tarafından istenilecek (bir vâd olmuştur) bu mutlâka gerçekleşecektir. Bunu müminler, daha dünyadalarken Cenab-ı Hak’tan istirhamda bulunurlar. Nitekim ÙÜ¡ ¢ ¢ óܨ Ç bäm¤ Çë bß bäm¡ a¨ ë bä2£ = “Ey Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtası ile bize vadettiklerini ver bize…” (Al-i İmran 3/194) âyeti kerimesi de bunu göstermektedir.

17. Ve o gün ki, onları ve Allah’tan gayrı kendilerine ibadet ettiklerini haşreder de derki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa onlar mı yolu kaybettiler?

17. (Ve) Resûlüm!. O kâfirlere hatırlat (o gün ki, onları ve Allah’tan gayrı kendilerine ibadet ettiklerini) bir takım putları ve melekleri,cinleri, Hz. İsa ile Hz. Üzeyr’i Allah Teâlâ (haşreder de der ki:) Ey kendilerine dünyada iken müşriklerin tapmakta bulunmuş oldukları mahlûkatım!. (Şu kullarımı) size tapan şu şahısları (siz mi saptırdınız) kendinize tapmaya davet ettiniz (yoksa onlar mı yolu kayb ettiler?.) Hidayet yolundan çıkarak sapıklığa düştüler?. Böyle bir sorudaki hikmet ise bu hakikatın herkese karşı ortaya çıkmasını temindir, bir takım zatların ilâhlık iddiasında bulunmamış olduklarını umuma karşı meydana çıkarmaktır, müşriklerin ne kadar bilgisizce hareketde bulunmuş olduklarını teşhirdir.

18. O mabûd ittihaz edilenler de derler ki: Sen zatı ahadiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzehsin. Bizim için yaraşmaz ki, senden başka veliler ittihaz edinelim. Fakat onları ve babalarını nimetlere nail kıldın, taki, zikri unuttular ve bir helâk olmuş kavim oldular.

18. Böyle bir soruya cevaben O mabûd edinilmiş olanlar da kendilerine isnât edilen şeyden dolayı şaşkınlıklarını açıklayarak (derler ki:) Yarabbi!.. (Sen) bir olan zatına (lâyık olmayan şeylerden münezzehsin) senin ortak ve benzerin yoktur. Buna inamışızdır. (Bizim için yaraşmaz ki) asla sahih ve doğru olmaz ki (senden başka veliler edinelim) onlara tapınalım ve kendimizi mabût göstererek başkalarını kendimize taptıralım (fakat) Yarabbi!. (Onları ve babalarını nimetlere nâil kıldın) o nimetlerin kadrini bilip şükrünü ifa etmeleri icabederken onlar arzu ve heveslerine, nefsani şehvetlerine daldılar (tâki zikri unuttular) Yarabbi!. Onlar, seni zikretmekten, senin Kur’an-ını okuyup anlamaktan, senin nimetlerine şükr eylemekten gaflette bulundular. (ve helâk olmuş kavim oldular) Yarabbi!. Onlar senin ezeli ilminde, ezeldeki hikmet dolu hükmün sebebiye ebedî helâke, hüsrana manüz kaldılar, kendi kötü iradelerinin, hareketlerinincezasına kavuştular.

§ Melekler gibi, Hz. İsa gibi zatlar konuşmaya kâdir oldukları gibi cansızlar kabilinden olan putlara da Cenab-ı Hak ahirette konuşma kabiliyeti verecektir. Bununla beraber onların lisanı hali de kendilerini böylece aklamaya çalışacaktır.

19. Ey müşrikler! İşte sizi söyler olduğunuz şeylerde tekzib ettiler. Artık ne azabı bertaraf etmeğe ve ne de yardıma muktedir olamayacaksınızdır ve sizden her kim ki, zulümeder ise ona büyük bir azap tattıracağızdır.

19. O mabûd edinilenlerin öyle tekzibleri üzerine o müşriklere susturmak için ilâhi hitab yönelerek buyrulacaktır ki: Ey müşrikler!. O mabûd edinilmiş olduğunuz şeyler (işte sizi söyler olduğunuz şeylerde tekzib ettiler) onlara öyle ilâhlık isnadında yalancı olduğunuzu bildirirler, onların öyle bir ilâhlık iddiasında bulunmamış oldukları kesin kes orataya çıkmıştır. (Artık) Ey müşrikler!. Siz kendinizden (ne) azabı diğer bir felâketi (uzaklaştırmağa ve ne de kendinize yardıma muktedir olamayacaksınızdır) Evet.. Ne siz kendi nefislerinize ve ne de mabût edinmiş olduklarınız, sizlere bir faide vermiş olamıyacaktır. (Ve sizden her kim ki, zulmeder ise) şirk ve küfre düşer kalırsa, tövbe ve istiğfar etmiş olmazsa (ona) ahirette (büyük bir azab tattıracağızdır.) Onlar cehennem ateşine atılacaklardır. Onların dünyada öldürülmek ile, esaret ile, cizyeye tâbi tutulmakla azap görecek olmaları da bu azap cümlesindendir.

20. Ve senden evvel de Peygamberlerden göndermedik ki, illâ onlar da elbette yemek yerlerdi ve çarşılarda gezerlerdi ve sizin bazınızı bazınız için bir fitne kıldık. Sabredecek misiniz? Ve Rabbin her şeyi tam manasıyla, görücü bulunmaktadır.

20. Bu mübârek âyetler de bütün Peygamberlerin yemek yemelerini ve çarşılarda yürümelerinin bir sürekli âdet olduğunu, binaenaleyh bunun peygamberlik şânına engel bulunmadığını bildiriyor. Ahiret hayatını inkâr edenlerin bâtıl inançların başka bir şekilde kibirli bir tazda göstermeğe cür’et etmiş olduklarını ve görmek istedikleri melekleri ahiret âleminde görünce nasıl bir mahrumluğa uğrayacaklarını ve dünyadaki amellerinin bütün yok edilmiş ve tükenmiş olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Resûllerin en şereflisi!. (Senden evvel de peygamberlerden göndermedik ki, illâ onlar da yemek yerlerdi) onlar da diğer insanlar gibi yiyip içmek ihtiyacında bulunurlardı (ve çarşılarda gezerlerdi) onlarda ihtiyaçlarını temin için çarşıya pazara çıkarlardı. Bu insanlık arasında câri olan bir sürekli âdettir. Böyle bir hâl yalnız son peygambere mahsus değildir. Artık bundan dolayı onun peygamberliğinde nasıl şüphede bulunulabilir? (Ve) Ey insanlar! (Sizin bazınızı bazınız için bir fitne kıldık) insan topluluğundan bir kısmı diğer bir kısmı için bir imtihan mahiyetinde bulunmuştur. Nitekim Peygamberlere karşı, insanların bir kısmı bir fitne, bir bela hükmünde bulunmuştur, o kendilerini irşad etmek isteyen zatlara karşı ne kadar düşmanlıklarda lâyık olmayan lakırdılarda bulunup durmuşlardır. Yine bir takım insanlar, hikmet gereği servete, nimete nâil bulunurlar, bunlara karşı bir kıskançlık gözüyle bakanlar ise kendi hallerine razı olmazlar, düşmanca bir vaziyet alanak bir fitne kesilmiş olurlar, o servetlerin, nimetlerin elden çıkmamasını arzu ederler, rekabet duygusundan kendilerini kurtaramazlar. Fakat bu gibi fitnelere karşı sabırlı olmak lâzımdır, haktan yardım beklemelidir. İşte Cenab-ı Hak, buna işaret için buyuruyor ki: (Sabredecek misiniz?.) Öyle görüp tutulduğunuz fitnelere, imtihanlara karşı sabır ile, dirençle mukabelede bulunacak mısınız? Yani: Sabırdanayrılmayınız, insanlara lâyık olan sabır esbattır. (ve) Ey Yüce Peygamber!. (Rabbin) her şeyi eksiksiz olarak (görücü bulunmaktadır) sana karşı bir takım inkârcıların nasıl bir vaziyet aldıklarını, neler söylediklerini görüp bilmektedir. Artık onların o çirkin vaziyetlerinden dolayı üzülme. Şüphe yok ki, sen Peygamberlik vazifeni ifa etmiş olduğundan dolayı dünyevî ve uhrevî mükâfatlara kavuşacaksın. Sen dünyâ ve âhiret saâdetine namzet bulunmaktasın. Ne büyük bir ilâhî vâ’d!..

§ “Senin Rabbin”; denilerek Rab, ismi şerifinin Resûl-i Ekrem’e izafe edilmesi de yine Hz. Peygamberin şerefini yüceltmek ve kendisine büyük bir iltifat içindir.

21. Ve bize kavuşmayı ümit etmeyenler dedi ki: Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil mi idi? Veya Rabbimizi görmeli idik. Andolsun ki, onlar nefislerinde bir büyüklük görmüşlerdir ve büyük bir azgınlık ile azgınlıkla bulunmuşlardır.

21. O inkârcıların diğer bâtıl bir lakırdılarını dördüncü bir şüphelerini hikâye için de Cenab-ı Hak buyuruyor. ki: (Ve bize kavuşmayı ümit etmeyenler) yani: öldükten sonra hayat bulup Allah Teâlâ’nın mânevi huzuruna sevkedileceklerıne inanmış bulunmayanlar, öldükten sonra diriltilmekten korkmayanlar, Allah’ın büyüklüğünü düşünüp titremeyenler, bir inkâr ve alay maksadiyle (dedi ki bizim üzerimize melekler indirilmeli değil mi idi?.) Onlar gelip de Hz. Muhammed’in hakikaten bir Peygamber olduğunu bize haber vermeli idiler, yahut ona melek indirildiği gibi bize de Peygamberlik yolu ile melek gönderilmeli idi (veya Rab’bimizi görmeli idik) başka vasıtaya ihtiyaç kalmaksızın dilediğini bizlere emin etse idi, neden böyle olmuyor?. (andolsun ki) o münkirler (nefislerinde bir büyüklük görmüşlerdir) büyüklük taslar bir vaziyet almışlar, hakkı kabulden kaçınmışlar. Taki öyle iddialarda bulunmaya cür’et göstermişlerdir.(Ve büyük bir azgınlıkta bulunmuşlardır) zulüm ve taşkınlık husunda haddi aşmışlar, bunun son mertebesine varmışlar, o kadar mucizeleri gördükleri halde onlara inanmamışlar, her birinin bir Peygamber olmasını veya Hak Teâlâ’yı bizzat görüp onunla vasıtasız konuşmayı istemek cür’etinde bulunmuşlardır. Bunların bu hâlleri, iddiaları ne kadar hayret vericidir.

§ Utuv; Zulümde haddi aşmaktır ve kibirli olmaktır ve çok yaşlı olmaktır.

22. Melekleri görecekleri gün günahkârlar için o gün de bir müjde yoktur ve derler ki: Müjde haram, yasak.

22. O inkârcılar, melekleri mi görmek istiyorlar?. Onlar (Melekleri görecekleri gün) ölecekleri zaman veya kıyamet gününde artık öyle (suçlular için o gün de bir müjde yoktur) onlar melekler tarafından bir müjdeye nâil olamayacaklardır, cennetler ile müjdelenmek, müminlere mahsus bir nimettir, kâfirler bundan ebediyyen mahrumdurlar. (ve derler ki) müjde (haram, yasak) Yani: O kâfirler, görmek istedikleri melekleri görünce, o meleklerin kendilerine karşı nasıl korkunç bir vaziyet aldıklarını görünce o kâfirler diyeceklerdir ki: Bize müjde haramdır, yasaktır, biz bu nüjdeye nâil olamayacağızdır. Yahut melekleri öyle pek heybetli bir vaziyette görünce diyeceklerdir ki: Aman bu melekler bizden uzak olsunlar, biz onların öyle korkunç vaziyetlerini görmüş olmayalım. Diğer bir görüşe göre de o gün melekler o kâfirlere hitaben diyeceklerdir ki o cennetlere girmek sizin için haramdır, haram edilmiştir, yasaktır. Siz ondan ebediyen mahrumsunuzdur.

§ “Hicnen, mehcuren” tabiri, bir düşman, bir korkunç şey gördüğü zaman bir sığınma, bir yardım dileme maksadiyle söylenilen bir kelimedir, “aman bizden uzak olsun” gibi bir manayı ifade eder. “Hicr” lügatte haram olan şey demektir ve Şam nahiyesinde semüd diyarıdenilen bir yerdir. Ve Kâbe’nin kuzeyi tarafından Hatîm dedikleri yere “Hicrülkâbe” ve ayın etrafındaki daireye de “hicrülkamer” denilir.

23. Ve onların amelden en işlemiş bulundular ise önüne geçtik de onu bir saçılmış ince zerreler kıldık.

23. Kâfir olanlar, dünyada iken bazı güzel davranışlarda bulunsalar da bunların âhirete âit bir kıymeti yoktur, îmanı olmaksızın yapılan ameller zâyidir. İşte bunu ihtar için buyruluyor ki: (ve onların) o kâfirlerin (amelden ne işlemiş bulundular ise) güzel ahlâk gibi, akrabayı ziyâyet gibi, muhtaçlara yardım gibi ne yapmış oldular ise (önüne geçtikde) yani: Onun ehemmiyetsizliğinin büyük kudretimizle kast ve takdir buyurduk da (onu) o yapmış oldukları herhangi dünyevî bir ameli (biz saçılmış ince zerreler kıldık.) Artık o amellerinden ahirette istifade edemez olacaklardır. Çünkü o ameller, îmanla birlikte değildir. Onlar o amellerinin karşılığını ancak bu dünyada görebilirler.

§ Hebâ; Toz, zerre, bir pencereden içeriye giren güneşin ışınlarında toz, toprağa benzer gibi görülen zerrelerden ibarettir. “Mensûr” da seçilmiş, dağılmış bir halde bulunan şey demektir. Bunlar faidesiz şeylerdir.

24. O günde cennet ehli, karargâh itibariyle hayırlıdır, istirahatgâhca da daha güzeldir.

24. Bu mübârek âyetler, cennete nâil olanların pek mutlu hallerini bildiriyor. Kıyamet kopacağı, meleklerin gökten indirileceği zaman kâinat üzerindeki ilâhi hükümranlığın eksiksiz bir şekilde tecelli edeceğini beyan buyuruyor. Artık o zaman kâfirlerin pek korkunç, pişmanlıkları artmış bir vaziyette kalacaklarını, boş yere bir çok temennilerde bulunacaklarını, şeytanın da insanlar için ne kadar zararlı bir mahlûk olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (O günde) o kıyamet anında, müminlere müjdeler verilip kâfirlerin pişmanlıklargösterecekleri vakit de (cennet ehli) mümin olan zatlar (karargâh itibariyle hayırlıdır) ekserî vakıtlarda duracakları yer pek faidelidir, bir zevk ve sevinç ile oturup konuşmaya pek elverişlidir ve o müminler (istirahatgâhca da daha güzeldir.) Kendi zevceleri ile istirahate çekilecekleri yer itibariyle de pek güzel bulunmaktadır.

§ Mekîl; Kuşluk zamanında istirâhat edilecek yer demektir. Buna kaylûle, zamanı denir. İşte cennet ehli, böyle güzel, rahat bir vaziyette bulunacaktır. Cehennem ehli de ateşe sevkedilecektir. İbni Mesud Hazretlerinden rivayet olunduğuna göre kıyamet gününde daha gündüz yarı olmadan cennet ehli cennete varıp istirahate kavuşacaktır. Cehennemlikler ise cehenneme sevkedilecektir.

25. Ve o gün ki, gök bir bulutta parçalanacaktır, melekler de indirilmekle indirilecektir.

25. (Ve o gün ki, gök bulutla parçalanacaktır) yani: Bulutun gökten doğmuş olması ile bundan gök levhası açılıp ayrılmış bir hale gelecektir. (Melekler de indirilmekle indirilecektir) acayip bir tarzda ve amel defterleri ellerinde olduğu halde o bulutlar arasından çıkarılarak görünmeğe başlayacaklardır. Allah’ın kudreti bu şekilde de tecelli edecektir.

26. O gün sabit olan mülk, Rahmanındır. Kâfirlere ise gayet güç bir gün olmuştur

26. (O gün) o bulutlar ile semanın yarılacağı zaman (sabit olan mülk) yok olması mümkün olmayan ezici saltanat, her şeyi kuşatan hâkimiyet açık ve gizli olarak ve sâhip olmak ve tasarruf (Rahmanındır) her iki âlemde de rahmeti, şefkati tecelli edip duran kerem sâhibi yaratıcı hazretlerinindir. Artık o günde hiç bir kimsenin ne mânen ve ne de zâhiren bir mülke sahip olma hakkı yoktur. Artık o gün(kâfirlere ise gayet güç bir gün olmuştur.) Dünyada iken görmek istedikleri melekler o gün görünecek o kâfirler, o melekleri görünce tirtir titreyecekler, neye uğrayacaklarını anlayacaklardır. Müminler için ise o gün, bir saadet başlangıcıdır, pek hafif bulunacaktır. Hattâ deniliyor ki: O kıyamet günü bir mümin için dünyada iken kıldığı bir farz namazdan daha hafif bulunacaktır.

27. Ve o gün ki, zalim iki elini ısırır, der ki: Keşke ben Peygamber ile bir yol tutmuş olsa idim.

27. (Ve o gün zalim) dünyada iken küfür ve şirk ile yaşayıp hayata vedâ etmiş olan kimse, göreceği korkunç felâketlerden dolayı pek çok üzülüp ve etkilenerek (iki elini ısırır) çok fazla pişmanlık izhâr eder (der ki: Keşke ben) nefsime hâkim olup da (Peygamber ile beraber bir yol tutmuş olsa idim) Hz. Muhammed Sallallahü aleyhi vesellem’e tâbi olarak onun gösterdiği hidayet yolunu tâkibetmiş bulunsa idim de şimdi böyle dehşetli bir felâket karşısında kalmasa idim.

28. Eyvah bana! Keşke falanı dost edinmese idim.

28. Böyle bir kâfir, devamlı olarak üzüntülerini açığa vurarak diyecektir ki: (Eyvah bana!.) Ey Helâk!. Neredesin, gel?. Senin gelecek zamanındır. (Keşke) ben (falanı) beni yoldan çıkaran şahsı (dost edinmese idim) o beni azdırdı, sapıklığa düşürdü, her şimdi böyle şiddetli bir azap karşısında kalmış oldum.

29. Andolsun ki, beni zikirden sapıttırdı, o zikir bana geldikten sonra ve şeytan insan için yardımcı olmayıp O’nu perişan bir halde terk eder olmuştur.

29. Nasıl helâki temenni etmiyeyim ki: O şahıs (Andolsun ki, beni zikirden saptırdı) yani: Beni Allah’ın zikrinden mahrum bıraktı ve Kur’an-ı dinleyip gereğine göre hareketten beni engelledi veya Resûl-i Ekrem’in öğütlerindenveya kelime-i şehâdeti söyleyip İslâmiyeti kabul eylemekten beni gafil bıraktı. Evet.. O zikir, o Kur’an-ı Kerim, o mübârek öğüt (bana geldikten) tebliğ edildikten (sonra) böyle bir saadet bana yönelmiş iken benim ondan istifade etmememe engel oldu, o her şahıs benim için bir şeytan kesilmiş bulundu (ve şeytan) ise (insan için yardımcı olmayıp) insanı (zelilâne bir halde terkeder olmuştur) insana asla yardım etmez, bilakis onu büyük bir sapıklığa sevkeder, onu helâke marûz kılmış olur, ona asla bir faide veremez. İşte insanlar için lâzımdır ki, hakiki dost ile düşmanı tanısınlar, şeytan tabiatlı kimseleri dost edinmesinler, onların vesveselerine, gaflete düşürmelerine kapılmasınlar. Sonra kendilerinin başlarına bir felâket gelince o şeytanlardan asla bir faide beklenilemez, yapılacak bir pişmanlık, sahibine bir faide vermiş olamaz.

§ Rivayete göre bu âyeti kerime “Ukbe” adındaki bir dinden dönmüş kimse ile benzerleri hakkında nazil olmuştur. Şabi merhumun rivayetine göre Ukbe, Ümeyye’nin dostu imiş, Ukbe, müslümanlığı kabul etmiş, Ümeyye bundan haberdar olunca demiş ki: “Ey Ukbe!. Eğer sen Muhammed’e -Aleyhisselâmbeyatte bulunur isen yüzüm yüzüne haram olsun” bunun üzerine kıymet vererek dinden yoksun kalan mürted kimselerdir. Artık öyle zararlı şahıslara karşı pek uyanık, muhalefet eden bulunmalıdır. Aksi takdirde pek büyük bir felâket mukadderdir.

30. Ve Peygamber dedi ki: Yarabbi! Şüphe yok benim kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.

30. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasaklarını gözetmeyen kavminden şikâyetini içine almaktadır. Cenab-ı Hak’kın geçmiş ümmetlerin durumlarına işaretle muhretem Peygamberine teselli vermekte olduğunu bildirmektedir. Vekâfirlerin Kur’an-ı Kerim hakkındaki beşinci şüphelerini, bâtıl düşüncelerini ve onlardan itirazlarının bâtıl oluşunu teşhir ediyor ve öyle itirazcıların ne acı bir vaziyette cehenneme sevkedileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Kavminin Kur’an-ı Kerim hakkındaki bâtıl iddialarını işitip duran (Peygamber de) Hz. Muhammed Aleyhisselâm da (dedi ki: Yarabbi!. Şüphe yok, benim kavmim bu Kur’an-ı) nazarı dikkate almadılar, onu tamamı ile (terk ettiler) ona inanmadılar, onu bir gerçek kabul etmediler, onun yüce beyanlarını dinlemek istemediler. Bunun içindir ki: Bir takım alaycı temennilerde bulundular.

31. Ve işte biz böyle her bir Peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve sana bir yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin kifayet eder.

31. Hak Teâlâ da o nezih peygamberine teselli vermiş olmak için buyuruyor ki: (ve işte biz böyle) sana kendi kavminden hikmet gereği düşmanlar meydana getirimiş olduğumuz gibi vaktiyle de (herbir Peygamber için) kendi kavimleri arasında (günahkârlardan bir düşman) topluluğu halk (kılmışızdır) bu bir hikmet gereğidir. Artık Ey Son Peygamber!. Sen de diğer Peygamberler gibi sabır et, kavmin arasındaki iftiracıların sözlerinden dolayı fazla üzülme (ve) seni himaye edecek olan, ancak Kerim Yaratıcıdır. Evet.. (sana bir yol gösterici ve yardım edici olarak Rab’bin kifayet eder.) Nitekim bu ilâhi vâd da gerçekleşmiş, Resûli Ekrem Efendimiz, müşriklere üstün gelerek İslâmiyeti her tarafa yaymağa muvaffak olmuş, hidâyet nuru Arap Yarımadası ve yavaş yavaş nice diyarları aydınlatıp durmakta bulunmuştur.

32. Ve kâfir olanlar dedi ki: Kur’an O’nun üzerine toplu bir halde indirilmiş olmalı değil mi idi? Onunla kalbini takviye etmek için böyle parça parça indirdik. Ve onu âyet âyet beyan ettik.

32. (Ve kâfir olanlar) düşmanlıkları, kıskançlıkları sebebi ile hakkı kabul etmeyen, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini görmeyen kimseler (dedi ki: Kur’an-ı onun üzerine) o Peygamberlik iddiasında bulunan zata (toplu bir halde indirilmiş olmalı değil mi idi?.) Tevrat, Zebur, İncil birden indirilmiş olduğu gibi Kur’an da birden indirilmeli idi, öyle parça parça indirilmemeli idi. Bu inkârcılar Kur’an-ı Kerim ile diğer kitaplar arasında farkı ve parça parça indirilişindeki hikmeti anlayamıyorlardır. İşte Cenab-ı Hak bu hususta da işaret için buyuruyor ki: Ey yüce Peygamber (onunla) o Kur’an-ın âyetleriyle (kalbini takviye etmek için) onu (böyle parça parça indirdik) görülen faide ve hikmetten dolayı âyet âyet, sûre sûre inmiş oldu (ve onu âyet âyet beyan ettik) duruma göre bir güzel şekilde düzenleyip ve üstün kılmak söz mucizesi meydana getirmiş olduk. Evet.. O inkârcılar, Kur’an-ı Kerim ile diğer semâvî kitaplar arasındaki farkı takdir edemiyorlardı. Halbuki, Kur’an-ı Kerim birçok özelliklere sâhiptir. Özet olarak:

1. Gerçek şu ki, diğer semavî kitaplar da pek mübârektir, bir kısım dinî hükümleri içinde bulundurmaktadır. Fakat onlar, kendilerini tebliğ eden Peygamberlerin peygamberlikleri hakkında bir söz mucizesi mahiyetinde değildir. Beyanı çok açık olan Kur’ân ise hem birçok hükümleri kapsar, hem de Resûl-i Ekrem’in peygamberliği hakkında bir büyük mucizedir.

2. Resûl-i Ekrem Efendimiz hiçbir kimseden bir şey okuyup yazmamış olduğu halde onun tebliğ ettiği Kur’an’ın âyetleri pek beliğ, güzel bir tarzda bulunmaktadır, her yüce âyet, Peygamber efendimizin peygamberliğine biter şahit mesabesinde olup bir kısmı gayb bilgilerine ait haberleri kapsamaktadır.

3. Yüce Peygamber efendimizden vakit vakit birçok şeyler soruluyor, bunlara cevap olmaküzere âyetler nazil oluyordu ve yine o yüce peygambere zaman zaman zahmetler veriliyor, mübârek kalbini mahzun edecek lakırdılar söyleniyordu, bunlara cevap olmak ve birer teselli vesilesi bulunmak için de âyetler vakit vakit nazil oluyordu.

4. Kur’an âyetlerinin bir defada, birden inmemesindeki bir büyük hikmet de bu müslümanlar hakkında kolaylıklar göstermektir. Çünkü birden nazil olsa idi müslümanların daha İslâm’ın başlangıcında bütün şeri hükümler ile birden mükellef olmaları icabederdi, kendilerine böyle bir teklif pek ağır gelirdi. Halbuki, yavaş yavaş nazil olması dinî hükümlere kolayca alışmaya vesile olmuştur.

5. Cibril-i Emin’in vakit vakit inerek Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini getirmesi, bu vesile ile Resûl-i Ekrem’le tekâr tekrar karşılaşması, Peygamber Efendimiz hakkında bir ilâhi sevgi ve şefkat idi, onun mübârek kalbini güçlendirmeye kendisine teselli vermiş olmaya sebep bulunmakta idi, ve o sayede Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, bir takım gaybi haberlere ait hallere vâkıf bulunmuş oluyordu.

33. Ve onlar sana herhangi bir mesel ile gelmezler ki, illâ biz sana hakkı ve tefsirce daha güzelini getirmiş oluruz.

33. (Ve) Ey mahlûkatın en şereflisi eşsiz peygamber!. (onları) o inkârcılar (sana herhangi bir mesel ile) peygamberlik şânına aykırı bir iftirâ ile, bâtıl bir şüphe ile, mesela: gökten bir hazinenin inmesi gibi, Kur’an-ı Kerim’in birden nâzil olması gibi hikmete aykırı bir temenni ile (gelmezler ki illâ) geldiler mi?. (biz sana hakkı) ortaya çıkaracak olan bir cevabı (ve tefsirce daha güzelini) açıklama bakmından en mükemmelini, haddizatında en yüksek güzellik derecesi ve üstünlüğe sâhip olan açıklamaları (getirmiş oluruz) seni her yönden aydınlatır ve güçlendirir, hısımlarınakarşı pek mükemmel cevaplar vermeğe gücü yeter bir halde bulundurmuş oluruz. Dâima gâlip gelme, peygamberlik tarafından tecelli eder durur.

34. Onlar, o kimselerdir ki: Yüzleri üzerine cehenneme haşrolunurlar. İşte onlar mevkice en fena ve yolca en sapkındırlar.

34. (Onlar) O Resûl-i Ekrem’e karşı muhalif cephe de yer alanlar (o kimselerdir ki) yarın kıyâmet günü (yüzleri üzerine cehenneme haşrolunurlar) dünyadaki ters düşüncelerinin bir cezası olmak üzere öyle perişan bir halde cehenneme sevkedilmiş bulunurlar (İşte onlar) o îmandan uzak kalan lânetli kimseler (mevkice en fena) bir haldedirler (ve yolca) da, tâkibettikleri yol itibariyle de (en sapıkdırlar) en ziyade sapıklığa düşmüş, hidayetten uzak kalmış kimselerdir. “Ebu Hüreyre Radiallahu Teâlâ anhın Resûl-i Ekrem Sallallahu Teâlâ aleyhi vesellemden rivayet ettiği bir hadis-i şerıfe göre insanlar, mahşerde üç sınıfa ayrılacaktır. Bir sınıfı hayvanlara binerek haşroluracaktır, bir sınıfı da yaya olarak haşredilecektir, bir sınıfı da yüzleri üzerine haşredilmiş olacaktır. Yine Resûl-i Ekrem’den şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Onlar ayakları üzerine yürütmeğe kâdir olan Allah Teâlâ, onlar yüzleri üzerine yürütmeğe de kâdirdir” buna inanmışızdır. Artık insanlar daha dünyadalarken hallerini güzelce tanzim etmelidirler ki, ahiret âleminde müşkül bir durumda bulunmasınlar. Ve başarı yalnız Allah’tandır.

35. Ve Celâlim hakkı için Musa’ya kitabı verdik ve onun maiyetinde kardeşi Harun’u vezir kıldık.

35. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’i teselli etmek için ve kavminin dikkat nazarlarını celb için Hz. Musa ile Hz. Harun’un bir Hz. Nuh’un kıssalarını bildiriyor,Peygamberlerine karşı düşmanca bir vaziyet almış olan Ad, Semud gibi eski kavimlerin fecî felâketlere uğramış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey son peygamber!. (cemâlim hakkı için) bir olan zatıma yemin olsun ki (Musa’ya kitabı verdik) ve Tevrat’ı indirdik (ve onun maiyetinde) ona yardımcı olarak (kardeşi Harun’u vezir kıldık) Hz. Harun, aynı zamanda peygamberlik ve risalet hususunda Hz. Musa’ya ortak bulunuyordu. Çünkü “Essiracül münîr” adlı eser de denildiği gibi peygamberlik ve risalet ile vezirlik arasında aykırılık yoktur. Bir zamanda birçok peygamberler gönderilip birbirlerine vezirlikle, yardım etmekle memur olmuş olabilirler.

36. O vakit dedik ki: Bizim âyetlerimizi tekzib etmiş olan kavme gidin. Sonra o kavmi tam bir helâk ile helâk ediverdik.

36. (O vakit) Hz. Musa ile Hz. Harun’a (dedik ki: Bizim âyetlerimizi) Firavun ile kavmine karşı açıkca gösterilen beyaz al gibi, âsa gibi çeşitli mucizeleri (tekzib etmiş olan kavme gidin) yani: Kıbt taifesine, Firavun’un kavmine, yardımcılarına giderek onları Allah’ın dinine davet edin. Musa Aleyhisselâm ile muhterem kardeşi ise bu emre binaen giderek onları hak dine davette bulundular, fakat onlar küfürlerinde sebat ettiler, o iki mübârek Peygamberi yalanlamağa cür’et gösterdiler. (sonra) o devam ettikleri yalanlamayı müteakip (o kavmi tam bir helâk ile helâk ediverdik) onların haklarında hayret verici bir helâk ile mahv ve yok olmalarına ait ilâhi hüküm tecelli etmiş oldu, küfürlerinde ısrarın cezasına kavuşmuş oldular. Artık ey peygamberlerin sonuncusu!. Bilinmiş oluyor ki: Peygamberliği, kitabı ilk inkâr edilen Peygamber yalnız sen değilsin. İşte Hz. Musa ile kardeşinin kıssası sana bir numune. Hz. Musa’ya Tevrat kitabı birden inmiş olduğu halde onu da yalanladılar, nice mucizelerigördükleri halde onları da tasdik etmediler. İşte o Peygamberlere yardım etmiş olan büyük yaratıcı, sana da vâd buyurmuş olduğu yardım ihsanı buyuracaktır. Onun kudreti her şeye fazlası ile kâfidir. İşte bu birinci bir kıssa. “Tedmir”: Hayret verici, korkunç, aslı idrak edilemeyecek derecede şiddetli olan bir yok etme demektir.

37. Ve Nuh kavmini de helâk ettik Peygamberleri tekzib ettikleri vakit onları boğduk ve onları insanlara bir helâk ile helâk ediverdik. Zalimler için bir acıklı azap hazırladık.

37. (Ve Nuh kavmini de) helâk ettik, onlar da helake uğramış oldular (Peygamberlerini tekzib ettikleri vakit) Nuh Aleyhisselâm’ın ve ondan evvelki Peygamberlerin peygamberlik ve risaletlerini inkâr küfürlerinde direttikleri zaman (onları garkettik) gökten kırk gün yağmurlar yağmış, yerlerin altındaki sular da fışkırıp çıkmış, yer yüzü bir deniz kesilmiş. Nuh Aleyhisselâm’ın gemisine sığınan müminler o tufan azabından kurtulmuş, bütün kâfirler de suların içinde kalmış, boğulup gitmişlerdir. (ve onları) o kâfirlerin boğulmalarını veya onların bu kıssalarını (insanlara ibret kıldık) onlardan sonra dünyaya gelecek kimseler için bir uyanış dersi kılmış olduk, onlar gibi inkâra devam edenlerin âkibetleri böyle pek korkunç bir helâkten başka değildir. (ve zalimler için) öyle kâfirlere mahsus (bir acıklı azap) da (hazırladık) ki, o da âhiret azabıdır, pek elim olan cehennem ateşidir. Bu da ikinci kıssadır.

38. Ve Ad’ı da, Semud’u da ve Res ashabını da ve bunların arasında birçok asırlar erbabını da helâk ettik.

38. (Ve Adı’da) Hud Aleyhisselâm’ın kavmini de rüzgâr ile helâk ettik. Bu da üçüncü bir kıssa. (Semud’u da) Salih Aleyhisselâm’ın kavmini de bir gürültü ile helâk ettik. Bu da dördüncü bir kıssa. (ve Ress ashabını da) helâk ettik. Bu dabeşinci bir kıssadır. Bir rivayete göre bu kavim, Yemame civarındaki bir bölgede veya Antalya’da Res denilen bir kuyu civarında ikâmet edip putlara tapınan bir taife imiş. Kendilerine Şüayb Aleyhisselâm Peygamber gönderilmişti. O mübârek zatı inkâr ettiler, nihayet kuyularının suları kurumuş, kendileri bir zelzele ile mahvolup gitmişlerdir. (ve bunların arasında) bu muhtelif, inkârcı taifelerin arasında (bir çok asırlar erbasını da) helâk ettik. Evet.. Küfürleri yüzünden daha nice kavimler de helâk olmuşlardır ki, onların miktarı, tafsilâtını ancak Cenab-ı Hak bilir.

39. Ve bütün onların kendileri için misaller getirdik ve hepsini de kırdık geçirdik.

39. (ve bütün onların kendileri için) o felâketlere uğramış eski kavimlere küfür ve isyandan kaçınmaları için Peygamberleri vasıtası ile (misaller verdik) birçok acib kıssalar, uyanmayı gerektirecek olaylar beyan buyurduk, onlara doğru yolu göstermiş olduk. Buna rağmen onlar nasihat almadılar, yine inkârlarında, isyanlarında devam ettiler (ve hepsini de) bu kötü hareketlerinin bir cezası olmak üzere (kırdık geçirdik) hepsini de acib bir surette helâk etmiş olduk. İşte küfür ve isyanın müthiş âkibeti!. Artık sen peygamber Hazretlerinin risaletini kabul etmeyen, onun tebligatına muhalefet eden taifeler de bunu düşünsünler, onlar da o eski kavimlerin tarihi hallerine pekâlâ vâkıf bulunmaktadırlar.

40. Ve andolsun ki, felâket yağmuruna tutulmuş olan beldeye varmışlardı. Artık onu görür olmamışlar mı idi? Hayır öldükten sonra dirilip kalmayı ummaz olmuşlardır.

40. Bu mübârek âyetler, peygamber asrındaki bir kısım müşriklerin de eski kavimlerin yok olan yurtlarını gördükleri halde onlardan ibret almadıklarını bildiriyor. Bilakis Hz. Muhammed’in peygamberliğini uzak görerek onunla alaya cür’et gösterdiklerini kınamak için teşhir ediyor. O müşriklerin neticedeazaba uğrayınca doğru yoldan çıkmış olduklarını anlayacaklarını ve öyle hevâlarına tapan kâfirlere Resûl-i Ekrem’in ilgilenme ve savunmada bulunamıyacağını ve onlardan ekserisinin hayvanlardan daha sapık ve işitmek, anlamak kabiliyetinden yoksun kimseler olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve andolsun ki,) o Muhammed’in Peygamberliğini inkâr eden Kureyş müşrikleri ve diğerleri (felâket yağmuruna tutulmuş olan karyeye) Lût kavminin mahv ve harâb olan yurtlarına varmışlardı. (artık onu görür olmamışlar mı idi) elbette görmüşlerdi, ondan bir ibret dersi almalı değil mi idiler?. Küfürlerinden ve eşcinsellik gibi çirkin hareketlerinden dolayı Lût kavminin beş beldesinden dördü üzerine gökten taşlar yağarak hepsi de helâk olmuşlardı. Yalnız bir belde ahalisi öyle çirkin bir harekette bulunmadıkları için onlar bu felâkete uğramamışlardı. (hayır) o çağdaş müşriklerde (öldükten sonra dirilip kalkmayı ummaz olmuşlardır) onlar da kıyameti inkâr edenler, bunun içindir ki, tarihten ibret almazlar, sonunda daha nice azaplara tutulacaklarını düşünmezler, bu sebeple o şirk dolu hareketlerinde devam eder dururlar.

41. Ve seni görünce de seni ancak bir eğlence yerine tutuyorlar, Allah’ın Peygamber olarak gönderdiği bu mudur diyorlar.

41. (Ve) Ey yüce peygamber!. O müşriklerin cahilliğine davranışlarının alçaklığına son yoktur. Hatta onlar (seni görünce de seni ancak bir eğlence yerine tutuyorlar) senin yüceliğini, faziletini, onların haklarında ne kadar iyilik ister olduğunu takdir edemiyorlar, bilakis alay etme alçaklığında bulunuyorlar. (Allah’ın Peygamber olarak gönderdiği bu mudur, diyorlar.) Hz. Muhammed’in öyle Peygamberliği apaçık olan bir zatın risaletini uzak görüyorlar.

42. Az kaldı ki bizi mabûtlarımızdansapıtıversin, eğer biz onların üzerine sabreder olmasa idik diyorlar ve yakında azabı gördükleri zaman yolca kimin daha sapık olduğunu bileceklerdir.

42. O müşrikler, küfür ve şirk üzere sebat ettiklerini bir başarı sanarak şöyle de iddiada bulunuyorlar: (az kaldı ki,) o Peygamberlik iddia eden zat (bizi mabutlarımızdan sapıtıversin) bizi onlara ibadetten uzak düşürsün (eğer biz onlar üzerine sabreder olmasa idik) onların ibadetlerine devam hususunda sabır ve sebat göstermese idik elbette bizi onlara tapmaktan yoksun bırakacak idi diyorlar. (ve) Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Onlar (yakında azabı gördükleri zaman) ahirete sevkedilerek cehennem ateşine atılacakları vakit artık dünyada iken (yolca kimin daha sapık) bulunmuş (olduğunu bileceklerdir.) müminlerin mi, yoksa kendilerinin mi sapıklık içinde yaşamış olduklarını anlayacaklardır. Artık kendilerinin sapıklık içinde kalmış oldukları gerçekleşmiş olacaktır. Ama ne yazık ki, artık geçmişi geri getirme imkânı yoktur.

43. Gördün mü o hevasını mabut edineni? Artık seni mi onun üzerine bir vekil olacaksın?

43. Ey yüce Rasûl! O müşriklerin halleri ne kadar kınamaya lâyıktır?. (Gördün mü o hevasını mabût edineni?.) bir delile, bir düşünceye dayanmak mahlûkata tapınan kimsenin o pek cahilce hali ne kadar gariptir, tuhaftır, akıl ve hikmete aykırıdır. Binaenaleyh ey şânı yüce Resûl!. Sen mâzursun, öyle bir kimseyi düzeltmeğe bizzat güç yetiremezsin. (artık sen mi onun üzerine bir vekil olacaksın?.) Onu öyle heva ve hevesine tâbi olmaktan geri bırakıp muhafaza edeceksin?. O kabiliyetini öyle kötü kullanarak hidayet yolundan ayrılmıştır. Öyle sapıklık erbabını korumaya senin kudretin yoktur, sen mâzursun.

44. Yoksa zanneder misin ki, onların ekserisiişitirler veya akıllıca düşünürler? Onlar başka değil, hayvanlar gibidirler, belki onlar yolca daha sapıklardır.

44. Ey Yüce Resûl!. Sen o gibi mürşik kimseleri olanca azim ve gayretle irşada, aydınlatmaya çalışıyorsun. Ne yazık ki onlar, istifade kabiliyetlerini kaybetmiş kimselerdir (yoksa zanneder misin ki, onların ekserisi işitirler) senin öğütlerini dinlerde kendilerini fenalıklardan uzaklaştırırlar? (veya) onları (akıllıca düşünürler?.) ne gezer.. Onlar yaratılıştan gelen güzel kabiliyetlerini, akli güçlerini elden çıkarmış kimselerdir. Onlar güzelce düşünmek, haklarındaki hayır ister öğütleri takdir edebilmek kabiliyetinden mahrum kalmışlardır. (onlar başka değil, hayvanlar gibidirler) nasihatlardan, âyetlerden yararlanmış olmamak husundan hayvanlar kabilinden kimselerdir. (belki onlar) o müşrikler (yolca) hayvanlardan (daha sapıklardır) Çünkü: Hayvanlar, kendilerini besleyen sahiplerine boyun eğerler. Kendilerine zararlı olan birçok şeyleri bilirler, onlardan çekinirler, kendi atlayacakları yerleri bilip dosdoğru oraya giderler. O müşrikler ise kendilerini yaratan Yüce Yaratıcının emirlerine itaat etmezler, onun kendi haklarındaki lütuf ve ihsanını takdir edemezler, karşılarında parlayıp duran Allah’ın birliğini kudret ve azamet delillerini görmezler, körükürüne yaşarlar, şeytanca vesveselere tâbi olurlar, bir takım âciz, fani mahlûklara, kendi heva ve heveslerine tapınmak cehaletinden geri durmazlar. Mamafih, hayvanlar, mükellef olmadıkları için kendi hareketlerinden sorumlu değildirler. İnsanlar ise mükelleftirler, bütün amellerinden dolayı sorumludurlar “Heva ve heves” kendilerine uyulan bâtıl, zararlı şeyler demektir.

45. Görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatmıştır. Eğer dileyecek olsa idi onu elbette sakin kalırdı Sonra güneşi gölge üzerine bir delil kıldık.

45. Bu mübârek âyetler, âlemi yaratan Allah Teâlâ hazretlerinin mukaddes varlığına şahitlik eden çeşitli delilleri kapsar. İnsanlığın istifadesi için yaratılmış olan bir kısım yaratılış izlerini tefekkürün gereğine işaret ediyor. Buna rağmen birçok insanların nankör, kıymet bilmez bir halde bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey şânı Yüce Resûl!. (Görmedin mi) Kerim olan yaratıcının kudretinin sanatına, hilkatının şaheserine bakmadın mı? Elbette ki, bakmış bulunuyorsun, (gölgeyi nasıl uzatmıştır) fecrin doğuşu ile güneşin doğuşu arasında uzatılmış bir tarzda ortaya çıkan gölge, daha güneş bulunmadığı halde nasıl şahane şekilde vücude gelmektedir. Sonra güneşin doğuşu anında her şeyin gölgesi ne kadar uzun, bir biçimde görünmeğe başlamaktadır. (eğer) o Kudret sahi Allah (dileyecek olsa idi onu) o gölgeyi (elbette sakin kilarda) o gölge sâbit bir halde kalırdı, onu güneş yok edemez, değiştiremezdi. Ve Cenab- Hak buyuruyor ki: (sonra güneşi gölge üzerine bir delil kıldık) artık insanlar güneş ile onun yürüşündeki değişmeler ile gölgelerin hallerine, bir yerde ne kadar sâbit olacağına, ne zaman oradan ayrılacağına delil getirmiş bulunurlar. Eğer güneş olmasa idi gölge bilinemezdi, nur olmasa idi karanlık bilinemezdi, çünkü eşya zıtlarıyla bilinir.

46. Sonra onu o gölgeyi azar azar kendimize dilediğimiz yöne çekip almışızdır.

46. Cenab-ı Hak, diğer bir kudret ve hikmet belirtisine işaret için buyuruyor ki: (Sonra onu) o gölgeyi (azar azar) yavaş yavaş (kendimize) dilediğimiz yöne (çekip almışızdır) artık hiçbir yaratık onu başka bir yöne çevirmeğe gücü yetmez. Gölgelerin devamlı olarak durması uygun olmadığı gibi hemen birden uzaklaştırılması da insanların faydasına uygun değildir, aksi takdirde insanlam birçok işleri yüzüstü bırakılmış bir halde kalmış olur.Binaenaleyh güneşin bir müddet devamı, gölgenin ona göre değişim göstermesi, sosyal hayatın ihtiyaçlarını tatmin, hikmet ve faydasını kapsamaktadır.

47. (O, o) mukaddes zat (dır ki: Sizin için geceyi bir örtü ve uykuyu bir rahat ve gündüzü de bir yayılma zamanı kıldı.

47. (O) güneşi, gölgeleri ve diğer hâdiseleri yaratan (o) en yüce zat (dır ki) Ey insanlar!. (sizin için geceyi bir örtü) kılmıştır. Gecenin karanlığı bir elbise gibi sizi örter, eşyayı gizler (ve uykuyu bir rahat) kılmıştır. Geceleyin meşgalelere son verilir, bedenler rahata kavuşur, herkes uykuya dalarak istirahate kavuşur (ve gündüzü de bir yayılma zamanı kıldı) gündüz olunca herkes uyanır, yeni bir hayat faaliyeti başlar, rızkını vesair menfaatlerini temine çalışır. Adeta bir ölüm demek olan uykudan uyanıp kalkar, bir haşir ve neşir hükmünde bulunan uyanıklık haline gelmiş olur.

48. (Ve o, o) Kerim zat (tır ki: Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderdi ve gökten tertemiz bir su indirdik.

48. (ve o) Hikmet sahibi yaratıcının mukaddes varlığına şahadet eden şu delile de bakınız ki: (o) yüce zat (dır ki: Rüzgârları rahmetinin önünde) yani: Yağmurlardan önce (bir müjdeci olarak gönderdi) yağmur yağacağını müjdelemektedir. Bu ne büyük bir ilâhi lütuftur?. Evet.. O yüce halikın, lütuflarına bakınız ki, şöyle buyuruyor: (ve gökten) buluttan, üstünüzden hayatın mayası olan (tertemiz bir su indirdik) bir su ki, hem de başkasını temizleyicidir. İnsanlığın hayatını devam ettirmesine bir vesiledir, birçok faidelere sahiptir.

49. Tâki onunla bir ölü beldeyi ihya edelim ve yaratmış olduklarımızdan bir nice hayvanları ve birçok insanları sulayalım.

49. İşte o Kerim olan yaratıcı buyuruyor ki: Osuyu indirdik (Tâki onunla bir ölü beldeyi diriltelim) o belde arazisini bitki bitirme gücüne nâil kılalım, birçok ekinler ile, sebzeler ile, ağaçlar ile yeniden bir hayat bulmuş gibi olsun (ve yaratmış olduklarımızdan) develer, sığırlar, koyunlar gibi (birnice hayvanlar ve birçok insanları sulayalım) bu hayat sahipleri o sulardan istifade ederek en büyük hayati ihtiyaçlarını sağlamaya muvaffak olsunlar. İşte bu hikmet dolayısı iledir ki, yeryüzünün her tarafında çeşitli su kaynakları mevcuttur, birnice ırmaklar çeşmeler akıp durmaktadır. Bütün bunlar, birer büyük ilâhi nimettir.

50. Mukaddes zatım için onu o yağmur nimetini tefekkür etsinler diye aralarında türlü türlü suretlerde bulundurmaktayız. Halbuki insanların pek çoğu ancak nankörlükte bulunmuştur.

50. İşte Hak Teâlâ Hazretleri buyruyor ki: (Zatı akdesim hakkı için onu) o yağmurların inişini, o nimetlerin arka arkaya gelişini insanlar (tefekkür etsinler için aralarında) öteden her (türlü türlü suretlerde bulundurmaktayız) muhtelif yerlerde vakit vakit yağmurlar yağıyor, oralarda bulunanlar ondan istifade ediyorlar. Bu ne büyük bir nimet!. Diğer bir görüşe göre de: “Yağmurları, bulutları yaratıp, varetmeye ait izahları, gerek Kur’an-ı Kerim ile ve gerek diğer semavi kitaplar vasıtasiyle insanlar ârâsında tetrar tekrar ifade etmişizdir” tâki bu beyanattan insanlar yararlanmış olsunlar, nâil oldukları nimetlerin kıymetini bilip şükrünü edaya çalışsınlar. (Halbuki: İnsanların pek çoğu ancak nankörlükte bulunmuştur) bu nimetleri kendilerine ihsan eden yüce yaratıcıya kulluk etmekten kaçınmış, bir takım yaratıklara tapınmakta bulunmuş, Allah fikrinden mahrum kalmışlardır. Hattâ deniliyor ki: Cahiliyyet zamanında bir takım kimseler, yağmurların yağmasını bir takım yıldızların düşmesi veya doğmasına hamleder, bu yıldızları birer hakikiyaratıcı tanır, bunlara tapınırlardı. Şöyle ki: Onlara göre tan yerinin ağarması ile bêraber batı tarafındaki bir yıldız menzilinden düşer, onun rakibi olan diğer bir yıldız da hemen doğu tarafından doğmuş olur. İşte bu, yıldızların böyle düşmesi üzerine bu yağmurlar yağmaya başlarmış. Yıldızların bu düşmesine “Nev” denilir ki: çoğulu “Enva”dir. Böyle bir iddia, tabiata tapma neticesinde oluşan bir kanaattir ki bâtıl oluğu gâyet açıktır.

51. Ve eğer dilemiş olsa idik elbette her beldede bir korkutucu gönderirdik.

51. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün beldeler ahalisine Peygamber gönderilmiş olduğunun ve bu hususta münkirlere aldırmayıp onlara karşı cihad ile vazifeli bulunduğunu bildiriyor. Yüce Yaratıcı Hazretlerinin birliğine, kudretine diğer birer delil olmak üzere denizlerin farklı durumlarını ve insanların iki kısma ayrılmış olduğunu düşünmek için gözler önüne koyuyor. Kâfirlerin de ne cahilce hareketlerde bulunduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey son peygamber!. (eğer dilemiş olsa idik elbette her karyede) her beldede onun ahalisi için (bir korkutucu) bir Peygamber (gönderirdik) bu peygamberlik vazifesi, yalnız sana bağlı kalmazdı. Fakat senin kadrini yüceltmek seni diğer Peygamberlere üstün kılmak için böyle müstakil ve bütün insanlığa yönelmiş bir şânı yüce Peygamber olmak üzere göndermiş olduk.

52. Artık sen kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur’ân ile büyük bir cihat ile mücahedede bulun.

52. (Artık) ey seçkin ve yüce peygamber!. (sen kâfirlere itaat etme) onlara karşı yumuşaklık gösterme, öyle güzel muamele ile İslâm dâiresine girecek kabiliyette bulunmayanların kalplerini ısındırmak için kendilerine yaltaklanarak muamelede bulunma (ve onlara karşı bununla) Kur’an-ı Kerim’i okuyarak,ondaki öğütleri, kıssaları, eski inkârcı kavimlerin başlanna gelmiş olan azapları bildirmek suretiyle (büyük bir cihad ile mücahedede bulun.) Çünkü bütün insanlığı bu şekilde İslâm dinine davet etmek, büyük bir cihattır, açık ve gizli mücahedeleri câmidir. Bu suretle birçok kimseler uyanarak İslâm şerefine nâil olabilirler. Hattâ deniliyor ki: Câhil ahmak kimselere karşı böyle ilmi deliller ile cihatta bulunmak, düşmanlara karşı kılıç ile cihatta bulunmaktan daha büyüktür. İşte güzel öğütün mühim neticeleri!.

53. Ve o, o büyük yaratıcı dır ki: İki denizi kendi mecralarına salıvermiştir, şu lezzetlidir fazlaca tatlıdır, şu da tuzludur, acı bir sudur. Ve ikisinin arasına da bir hail, görülemiycek bir perde vücuda getirmiştir.

53. (Ve O, O) Büyük Yaratıcı (dır ki: İki denizi kendi akış istikametlerine salıvermiştir) onlar birbirine yakın, bitişik ve pek geniş oldukları halde yine biribirine karışmıyorlar. İlâhi Kudret ile ayrı ayrı akıp duruyorlar. (şu) deniz suyu (lezzetlidir, fazlaca tatlıdır) son derece lezzetli bulunmaktadır (şu da) şu ikinci deniz de yakıcı bir derecede (tuzludur, acı bir sudur) böyle biribirine yakın iki deniz oldukları halde suları arasında böyle büyük fark vardır. Bu ne büyük bir ilâhi kudret eseri!. (ve) o Büyük Yaratıcı bu (ikisinin arasıda da bir engel) bir mâni (görülemiyecek bir perde) veya pek ziyade bir zıtlaşma (vücude getirmiştir) herbiri sanki diğerinden uzaklaşarak kaçınır, birinin suyu diğerine tesir edemez. Nitekim ırmaklar ile denizler arasında da böyle bır fark görülmektedir. Irmak suları tatlı olduğu halde birçok denizler acı bulunmaktadır. Bütün bunlar Allah’ın birer kudret eseridir.

54. Ve o, o kerim yaratıcı dir ki, sudan insanı yaratmıştır, sonra onu erkek ve dişi kılmıştır ve Rabbin her şeye tamamiyle kadirdir.

54. (Ve o, o) Kerim yaratıcı (dır ki: Sudan insanı yaratmıştır) Hz. Ademi başlangıçtasudan yaratmış, onun asıl yaratılışı sudan ibarettir. Onun çocukları ve torunları da birer damla su mesabesinden bulunan döl sularından yaratılmış ve yaratılmakta bulunmuşturlar (sonra onu) ilk suyu, bir yaratma devirleri neticesi olarak iki kısma ayırmış (erkek ve dişi kılmıştır) bu suretle aralarında neseb ve akrabalık meydana gelmiştir. Bir kısmının arasında nikâh câiz olmaz, bir kısmının arasında ise nikah helâl bulunur, bu şekilde de insanlar arasında akrabalık denilen bir yakınlık meydana gelmiş olur.

55. Böyle iken kâfirler Allah’ın gayrı kendilerine ne menfaat ve ne de zarar veremiyecek olan şeylere taparlar ve kâfirler, Rabbine karşı şeytanlara yardımcı olmuştur.

55. Böyle iken, Cenab-ı Hak’kın varlığı, kudret ve hikmeti bu denizler, bu insanlığın yaratılması sebebiyle de gözüküp durmakta iken o kâfirler (Allah’ın gayrı) yaratıcılık ve mabûdluk mertebesinin gerisinde bulunan, bu gibi yüksek vasıflara asla sahip olamayan ve (kendilerine ne menfaat ve ne de zarar veremiyecek olan şeylere taparlar) onların taptıkları putların hiçbir şeye gücü yetmediği bilinmektedir. İnsanlardan hiçbir fert de Cenab-ı Hak’kın takdiri, müsaadesi olmadıkça ne bir faideye ve ne de bir zarara kendi başlarına muktedir olamazlar. (ve) bu böyle iken yine herhangi bir (kâfir) Ebu Cehil gibi bir inkârcı (Rabbine karşı) o kudret ve azameti zikredilen yüce yaratıcının emirlerine muhalefet ederek ins ve cin şeytanlarına (yardımcı olmuştur) İslâmiyete karşı düşmanlık hususunda, bâtıl şeylere tapınmak hususunda şeytanlara, şeytan tabiatlı kimselere uyan kâfirler, ne kadar cehalette bulunmaktadır, kendilerini yaratmış, nimetlere nâil kılmış olan Kerim Rabbe ibadeti, şükretmeyi bırakarak öyle bâtıl, faydasız şeylere tapınmakta bulunuyorlar, kendilerini irşada çalışan,haklarında hayır isteyen bir yüce peygamberin gösterdiği selâmet yolunu tâkibetmiyerek kendilerini dehşetli bir helâke aday etmiş oluyorlar. Ne kadar üzülünecek, bir hareket!.

56. Ve biz seni ancak bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak gönderdik.

56. Bu mübârek âyetler. Resûl-i Ekrem’in ne gibi vasıflara sahip olduğunu, peygamberlik vazifesi karşılığında bir ücret istemeyip onun yüce gâyesinin insanlığı doğru yola iletmek olduğunu bildiriyor. Ve o yüce peygamberin ne kadar çok nefret gösterdiklerini kınamak için teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak yüce peygamberine iltifatta bulunuyor (ve) buyuruyor ki Ey yaratılanların en şereflisi olan Hz. Muhammed (biz seni göndermedik) seni bu sahip olduğun peygamberlik vazifesiyle mükellef kılmadık (ancak bir müjdeleyici ve korkutucu olarak) gönderdik, risalet vazifeslyle vazifeli kıldık, senin başlıca vazifen, îman ve taat sahiblerini sevap ile müjdelemektir, küfür ve isyan içinde yaşayanları da ceza ile, ilâhi azap ile korkutmaktır.

57. De ki: Ben bunun üzerine sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine doğru bir yol edinmek isteyen kimseyi istiyorum.

57. Ve Ey Yüce Peygamber!. O îmana davet ettiğin kimselere (de ki: Ben bunun iizerine) bu risaletimi size tebliğ ettiğimin karşılığında (sizden bir ücret istemiyorum) öyle bir zanda bulunmayın, benim peygamberlik şerefim, öyle zanlardan, töhmetlerden uzaktır. (ancak Rabbine doğru bir yol edinmek isteyen kimseyi) istiyorum, benim tebligatım üzerine imân şerefine nâil, hidayete ulaşanların varlığını, o vesile ile Allah yanında ecir ve mükâfata nâil olmamı Cenab-ı Hak’tan niyâz eyliyorum. Artık her insaf sahibi, düşünen insan için lâzım değil midir ki, bunu takdir ederek Allah’ın yoluna girmiş olsun?.

58. Ve ölmeyecek olan bir hayat sahibine tevekkül et ve ona hamd ile beraber tesbihte bulun ve kullarının günahlarına onun haberdar olması kifayet eder.

58. (Ve) Ey şânı yüce Resûl!. Bütün menfaatlerin elde edilmesi zararların giderilmesi hususunda (ölmeyecek olan bir hayat sahibine) yani ölmeyecek diri olan ve kıdem ve beka sıfatlariyle vasıflanmış bulunan Allah Teâlâ’ya (tevekkül et) yalnız ona itimatda bulun. Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan, ancak O’dur. Ölüme mahkûm olan mahlûkat ise tevekküle mahal olamaz, onlar fanidirler, onlara tevekkül edenler onların ölmeleriyle büyük ümitsizlik ve kedere, hayal kırıklığına uğramış olurlar. (ve) Ey en kerim dost!. (ona) o ezeli ve bâki olan mabûduna (hamd ile beraber tesbihte bulun) onun nimetlerine hamd ve şükret, onun mukaddes zatını bilcümle noksanlardan tenzihe çalış. Bu kulluk vazifesini ifa için () mübârek cümlesini çokça okumalıdır. (ve kullarının günahlarına onun) o büyük yaratıcının (haberdar olması kifayet eder) onların gizli ve âşikâr bütün günahlarını ve peygamber aleyhindeki dedikodularını, kötü niyetlerini Cenab-ı Hak tamamen bilmektedir. Artık sen, Ey Yüce Resûl!. Üzülme, onların küfurlerinden dolayı sen mesul değilsin. Onlar kendi cinâyetlerinin cezasına ergeç uğrayacaklardır.

59. O ki, gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yarattı, sonra arş üzerine hükümran oldu. O, Rahmandır, onu haberdar olandan sor.

59. Ey Yüce Peygamber!. (O ki) seni tevekkül ile tevhit ve tesbih ile mükellef kılan kerim mâ’bud ki (gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları) fezaları, maddeleri, çeşitli hayat sahiplerini (altı günde yarattı) yani: O kadar bir müddet içinde yoktan meydana getirdi. (sonra arş üzerine hükümran oldu) yani: İlâhi hükümranlığı tecelli etti, bütün bu vücudegeten âlemler üzerinde Cenab-ı Hak’kın tedbiri, idari hâkimiyyeti cereyan etmeğe başladı. İşte (o) bu kâinatı böyle yaratıp idare buyuran (Rahmandır) o Kerim ve merhamet sahibi olan yaratıcıdır ki, ondan başkasına kulluk edip bağlılık arzetmek, ta’zim secdesinde bulunmak asla câiz değildir. Artık (o’nu) öyle kısaca bildirilen kâinatın yaratılışına Cenab-ı Hak’kın arş üzerine istivasına ait meseleyi her şeyden hakkıyla (haberdar olandan sor) yani: Bütün kâinâtın zahirine, içyüzüne tamamiyle vakıf olan şânı yüce yaratıcı Hazretlerinden sual et, onun Kur’an lisanı ile, vahiy ve ilhamiyle açıklamalarını bekle. Çünkü o pek muazzam şeyler hakkında lâyıkı ile bilgi sahibi olabilmek için başka çare yoktur.

60. Ve onlara “Rahmana secde ediniz” denildiği zaman, dediler ki: Rahman nedir? Bize emrettiğine biz secde eder miyiz? Ve bu emir onların daha ziyade nefretlerini arttırdı.

60. (Ve onlara) o müşriklere (Rahmana secde ediniz) namaz kılınız kulluk secdesinde bulununuz (denildiği zaman) o kâfirler, bilmezlikten gelen bir vaziyet alarak (dediler ki: Rahman nedir?) biz onu bilmiyoruz, artık (bize emrettiğine) böyle neden ibaret olduğunu bilmediğimize (biz secde eder miyiz?.) Biz böyle bir secde emrine asla riayette bulunmayız. (ve) böyle rahmana secde ile emir veya müslümanların secdeye vardıklarını görmeleri (onların) o müşriklerin (daha ziyade) îmandan, hakka tâbi olmaktan (nefretlerini arttırdı) dinsizliklerinde ısrar edip durdular, böyle hidâyetlerine vesile olacak bir emre riayet etmediler, kulluk secdesinden kaçındılar. Ne büyük bir mahrumiyet!. Bu âyeti kerime, yedinci secde âyeti bulunmaktadır. Bunu okuyanın ve dinleyenin tilâvet sevdesinde bulunması hanefilere göre vâcip, diğer imamlara göre sünnettir.

61. Pek yüce o, büyük yaratıcı ki, gökteburçlar vücuda getirmiştir ve orada bir çırağ ve bir nurani ay yaratmıştır.

61. Bu mübârek âyetler, Allah’ın zatı için kullarının kulluk secdesi etmekle mükellef olduklarını büyük yaratıcının bir kısım yüce kudret eserlerine dikkat nazarları çekiyor. Hâlis kulların hareket tarzlarını ve ne gibi yakarışlarda bulunarak ibadete ve taate devam ettiklerini bildiriyor ve Allah’ın azâbının pek şiddetli olduğunu hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Pek yücedir) ortak ve benzerden uzaktır (o) Büyük yaratıcı (ki; Gökte burçlar vücude getirmiştir) bunlar gezegen denilen yedi yıldız için birer yüksek köşk mesabesinden bulunan yüksek menzillerdir. (ve orada) o gökte veya burçlarda (bir çırağ) yani: Güneş (ve bir nurani ay) geceleyin ışık saçan ayı (yaratmıştır) bunlar ne kadar büyük birer kudret eseridir!. “Burûç” lügatte burcun çoğuludur, yüksek makamlar, saraylar, köşkler demektir. Astronomi tâbirine göre: Oniki semavi makamdan ibarettir ki, bunlar Kuzu, Boğa, İkizler, Yengeç, Asian, Başak, Terazi, Akrep, Yay, öğlak, Kova, Balık, adındaki burçlardır. Kuzu ile Akrep, Merih yıldızının menzilleridir. Boğa ile Terazi, Zühre yıldızlarının menzilleridir. İkizler ile Başak, Utarit yıldızının mezilleridir. Yengeç, Ayın menzilidir, Aslan, Güneşin menzilidir. Yay ile Balık Müşteri yıldızının menzilidir. Oğlak ile Kova da Zuhal yıldızının menzilleridir. Bu burçlar, tabiat itibariyle üçer üçer olarak dört kısma ayrılmıştır. Şöyle ki: Boğa, Başak ve Oğlak burçları yaratıştan toprakla ilgilidir. Kuzu, Aslan ve Yay burçları yaratılıştan âteşle ilgilidir. İkizler, Terazi ve Kova burçları yarattlışlarından hava ile ilgilidir. Yengeç, Akrep ve Balık burçları da yaratılıştan su ile ilgilidir.

62. Ve o, o Hâlikı Kerimdir ki: Tefekkür eden veya şükürde bulunmak isteyen kimse için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca gelmektekılmıştır.

62. (Ve o) Kerim yaratıcı (dır ki, tefekkür eden) Cenab-ı Hak’kın şefkatini tefekkür edip, kudretinın san’atını düşünen (veya şükürde bulunmak isteyen) onun nâil olduğu çeşitli nimetlerine karşı şükretmeye bir kulluk vazifesi bilen (kimse için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca gelmekte kılmıştır) bunlardan her bir diğerine halef oluyor, biri diğerinin yerine geliyor, herbiri kendisine ait nurdan, ışıktan yeryüzündeki olanları faydalandırıyor. Bunlardan her biri, kendi hareketindeki, varlığındaki intizam ve hikmet itibariyle bir kudret hârikası, bir Allah’ın birliğinin delili mahiyetinde bulunmaktadır. Eğer bunların her biri daima aynı vaziyette bulunsa nizamı âlem, insanların menfeatleri zayi olur gider.

63. Ve Rahmanın hâlis kulları, onlardır ki, yeryüzünde mütevâzi bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “selâmetle” derler.

63. (Ve Rahmanın) O Rabbi Kerim’in samimi, düşünen (kulları) ise öyle kulluk secdesinden kaçınan kimseler gibi değildirler. O muhterem kullar (onlardır ki: Yeryüzünde mütevaziane bir halde bulunurlar) Allah’ın büyüklüğünü düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar, kendi âcizliklerini bilerek yumuşaklık ile, tevazu ile hareket ederler, kimseye karşı kibirli olarak, kendilerini öven bir vaziyet almazlar. (ve cahiller onlara hitabettikleri vakit) bir takım ahmaklar, o alçak gönüllü zatlara karşı hoş görülemiyecek lakırdılarda bulundukları zaman, o muhterem zatlar, fena bir tarzda karşlıkta bulunmazlar, belki (selâmetle derler.) yani: Haydi işinize gidiniz, sizinle bizim aramızda ne hayır ve ne de şer vardır, biz sizden selâmette bulunmaktayız, siz de hâlinizi düzelterek selâmete kavuşunuz.

64. Ve onlar ki: Rableri için secde edenler ve kıyamda bulunanlar olarak gecelerler.

64. (Ve onlar ki:) O samimi müminler ki (Rableri için secde edenler) oldukları: halde (ve kıyamda bulunanlar olarak) ibadete devam eder bir halde (geceler), böyle gecelerini ibadet ve taatle tamamen veya kısmen değerlendirmeğe çalışırlar, kerim mabûdumuza kulluk etmeye devam ederler.

65. Ve onlar ki: Ya rabbena! Bizden cehennem azabını defet derler. Şüphe yok ki, onun azabı, bertaraf olmayan bir hüsrandır.

65. (Ve onlar ki) O ibâdet eden mütteki kullar ki, Hak Teâlâ’ya yakarışta bulunarak (Ey Rabbimiz!. Bizden cehennem azabını defet derler) kendi güzel amellerine bu amellerinin devam edeceğine aldanmayarak böyle bir şefkat istemeye gerek görürler. Evet.. (Şüphe yok ki, o’nun) o müthiş cehennemin (azabı bertaraf olmayan bir hüsrandır.) bir sürekli felâkettir. Artık ondan korunmak, öyle bir azaba uğramamak temennisinde bulunmak her düşünen insan için bir görevdir.

66. Filhakika o cehennem pek kötü bir karargâh bir ikâmetgâhtır.

66. (Filhakika o) Cehennem, o ebedî azap yurdu (pek kötü bir karagâh) dır, pek âteşli bir istikrar yeridir (ve) orası kâfirler için pek müthiş, sonsuz (bir ikametgâhtır) orada sürekli azap görüp duracaklardır. Artık böyle pek korkunç bir cezâ yurduna sevkedilmemek için kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışmaktan ve kerem ve merhamet sahibi olan mabûdumuzun korumasına sığınmaktan başka çare yoktur. İşte samimi, düşünen müminler, bu görevi pek güzel değerlendirirler.

67. Ve onlar ki: Harcama yaptıkları zaman ne israfta ve ne de darlık göstermekte bulunmuş olmazlar. Bunun arasında mutedil bir halde bulunmuş olurlar.

67. Bu mübârek âyetler de samimiyet sahibi, mutteki olan kulların bir kısım seçkin özelliklerini güzel göstermek için beyanbuyurur. Dinen yasak olan şeyleri işleyenlerin de ne büyük bir sorumluluğa düşeceklerini hatırlatıyor. Fakat daha sonra tevbe edip, af dileyip de yararlı amellerde bulunacak olanların da ilâhi affa nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ve onlar) o salih kişiler (ki, harcama yaptıkları zaman) itidâlden ayrılmazlar, (ne israfta ve ne de darlık göstermekte bulunmuş olmazlar) üzerlerine düşen malî vazifeleri, sadakaları yerine getirirler, fakirlere, zayıflara iyilikte bulunurlar. Fakat lüzumsuz yere, gösteriş için israfta bulunmazlar, kendilerini ihtiyaç içinde bırakacak derecede başkalarına yardıma koşmazlar, aksine cimrilik göstererek yardım etmeye muhtaç olanlara da yardım etmekten geri durmazlar. (bunun arasında) böyle israf ile cimrilik arasında (mutedil bir halde bulunmuş olurlar) hayatlarında bir intizam bulunur, hem kendilerini muhtaç, güç bir halde bulunmaktan korurlar, hem de başkaları hakkında yardımda, iyi muamelede bulunur dururlar.

68. Ve onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya dua etmezler ve Allah’ın haram kıldığı nefisi öldürmezler, hakkıyla olan müstesnâ ve zinada bulunmazlar ve her kim bunu yaparsa büyük bir cezaya uğrar.

68. (Ve onlar ki) o dürüst, düşünen kullar ki: (Allah ile beraber başka tanrıya dua etmezler.) Cenab-ı Haktan başka mabûdluk sıfatına hiç bir kimsenin sahip olmadığını bilir, yalnız o şânı yüce yaratıcıya kullukta bulunurlar, ona duaya ve yalvarmaya devam ederler. (ve Allah’ın) öldürülmesini (haram kıldığı nefsi öldürmezler) öyle suçsuz kimselerin hayatlarına suikasdde bulunmaz (hak ile olan) katl ise (müstesnâ) usulü dairesinde kısas tatbiki gibi, İslâm varlığına hücum eden din düşmanlarına karşı savaşta bulunulması gibi haller, müstesnâ, bu takdirde hâlkın selâmetini temin için öldürmek câiz vebazan da gerekli olur. (ve) o iyi kullar (zinada) da (bulunmazlar) çünkü zina en çirkin, en mesuliyeti gerektiren bir cinayettir. (ve herkim bunu yaparsa) bu beyan olunan haramlardan hangi birini işlerse (büyük bir cezaya uğrar) hakkında ağır bir ceza uygulaması gerekli olur.

69. Onun için kıyamet gününde azap kat kat olur ve orada çeşit çeşit zillete tutulmuş olarak devamlı kalır.

69. (Onun için) o dinî yasakları işleyen herhangi bir şahıs için (kıyamet gününde azap kat kat olur) yaptığı alçaklığın lâyık olan cezasına uğrar (ve orada) o azap içinde (çeşit çeşit zillete tutulmuş olarak devamlı kalır) bedeni ve ruhani bir surette azap görür durur. İşte küfrün ve ona bağlı kötülüklerin neticesi, böyle dehşetli, ebedî bir azaptır.

70. Ancak tövbe eden ve îmân eden ve salih amel ile amelde bulunan müstesnâ. Artık Allah onların günahlarını sevaplara tebdil eder ve Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyici bulunmaktadır.

70. (Ancak) daha dünyada iken, bir güzel düşünce neticesinde (tövbe eden) yapmış oldukları kusurları terkederek onlardan kaçınan, Cenab-ı Hak’tan aflar temenni ederek (salih amel ile amelde bulunan) dinen övülmüş sevaba vesile bulunan güzel hareketlere, ibadetlere başlayan kimse (müstesna) Cenab-ı Hak onu af ve mağfiret buyurur. Evet.. (Allah Teâlâ) öyle tövbe istiğfar etmiş (olanların günahlarını sevaplara tebdil eden) kötülüklerini af ederek kendilerini güzel mükâfatlara nâil buyurur (ve Allah çok yarlıgayıcı)dır. Tövbekâr kullarının kusurlarını afveder ve örter ve o Kerim Yaratıcı (çok esirgeyici bulunmaktadır.) kusurlarını bilip itiraf eden, onları terk eyeleyen kullarını azaptan korur, haklarında rahmet ve şefkat ile muamele yapar.

71. Ve her kim tövbe etmiş ve salih ameldebulunmuş olursa artık şüphe yok ki, o Allah Teâlâ’ya rızasını kazanmış olarak döner.

71. Evet.. (Ve her kim tövbe etmiş ve salih amelde bulunmuş) meşru olmayan davranışlarına samimi bir şekilde son vererek üzerine düşen dinî vazifelerini ifaya başlamış (olursa artık şüphe yok ki, o) kimse bu güzel hareketi neticesinde (Allah Teâlâ’ya rızasını kazanmış olarak döner) artık vaktiyle yapmış olduğu günahları, kusurları ilâhi afv sayesinde işlenilmemiş gibi olur. İşte Hak Teâlâ Hazretlerinin kulları hakkında lütuf ve şefkati böyle pek ziyadedir. Binaenaleyh günahkâr olanlar, ümidsizliğe düşmemelidirler, hemen tövbe edip ve afv dileyerek ilâhi afva sığınmada bulunmalıdırlar.

72. Ve onlar ki, yalan yere şahitlikte bulunmazlar ve faidesiz bir şeye uğradıkları vakit kerimler olarak geçer giderler.

72. Bu mübârek âyetler de o seçkin kulların diğer bir kısım güzel vasıflarını, temennilerini bildiriyor, o muhterem zatların o yüksek vasıfları sebebiyle ne kadar güzel, muazzam, ebedî mevkilere, nimetlere nâil olacaklarını şöyle müjdelemektedir. (Ve onlar ki) o salih, mutteki kullar ki (yalan yere şahitlikte bulunmazlar) yahut yalan sözler söylenilen yerlerde hazır bulunup durmazlar, hakka aykırı, adâba zıt lakırdıları dinlemekten kaçınırlar. Çünkü, o gibi bâtıl şeyleri seyredip durmakta onlara ortak olmak demektir. (ve) o muttekiler (faidesiz bir şeye uğradıkları vakit) meselâ: Çirkin bir lakırdıyı işittikleri veya ahlâka aykırı bir hareket gördükleri zaman (kerimler olarak geçer giderler) kendi şereflerini koruyarak o gibi kötülüklerden yüz çevirmiş olurlar veyahut mümkün ise iyilik ile emir kötülükten sakındırarak işlenilen kötülüklerin ortadan kalkmasını sağlamaya çalışırlar, bu suretle de insanlık adına iyilikte, ihsanda bulunmuş olurlar.

73. Ve onlar ki, Rablerinin âyetleriylekendilerine öğüt verildiği zaman ona karşı sağır ve kör olarak yıkılıp durmazlar.

73. (Ve onlar ki) o güzel inançlı zatlar ki (Rablerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiği zaman) nasihatleri, hükümleri ihtiva eden Kur’ân âyetleri kendi yanlarında okunduğu zaman onları tam bir hürmet ile dinlerler (ona) o verilen öğüte (karşı sağır ve kör olarak yıkılıp durmazlar) onun yüce hakikatını idrak ederler, onu düşünüp dinleyerek kulluk secdesine kapanırlar, bir takım inançsızların, cahillerin, zillet çukurunda yıkılıp kalmış kimselerin o çirkin vaziyetlerinde asla bulunmazlar.

74. Ve onlar ki: “Ey Rabbimiz”! Bize eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et ve bizi takva sahiplerine iman kıl derler.

74. (Ve onlar ki) o ibâdetlerden mütteki müminler ki, daima Cenab-ı Hak’ka yakarış ve niyâzda bulunurlar (Ey Rabbimiz!. Bize zevcelerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et) diye dua ederler. Çünkü, bir kimsenin temiz, iffetli, dinî terbiyesi olan bir hanımefendiye sahip olması büyük bir mutluluk alâmetidir yine: Bir kimsenin itaatkâr, güzel inanç, ahlâka sahip evlâd ve torunlan bulunması, kendisi için tebrike değer büyük bir bahtiyarlık âlâmetidir, ruhen pek ziyade rahat olmasına büyük bir sebeptir. Binaenaleyh her akıllı, dindar zat, böyle yüksek ahlâk ile, güzelliklerle aydınlanmış olan bir aileye, bir hânedan fertlerine nâil olmasını Hak Teâlâ’dan temenni eder. (ve) öyle salih zatlar, ey Rabbimiz!. Bizi (takva sahiplerine imam kıl derler) yani: Ey Allah’ım!. (Bizi din ilmi ile, ahlâki faziletler ile vasıflandır. Bir haldeki, mümin, mutteki olan din kardeşlerimiz, dinî görevlerini ifa hususunda bize uysunlar. Biz hakdan korkan, dinî vazifelerini ifa etmek isteyen kimselere birer davranış rehberi olarak bu yüzden de manevî mükâfata nâilolalım. Diğer bir görüşe göre de Yarahbi!. Mütteki zatları bizim için bir davranış klavuzu kıl, onlara tâbi olalım, onlar ile beraber dinî vazifelerimizi ifa edelim. “Kurrete a’yun” gözlerin nuru, aydın olması demektir. Kalbin ferahlaması ruhun huzur bulmasuna ve iftihara vesile olan şey için kullanılır.

75. İşte onlar sabretmiş oldukları şey karşılığında en yüksek köşkler ile mükâfatlanacaklardır ve orada bir sağlık ve selâmet duasıyla karşılanacaktır.

75. (İşte onları) o açıklanan yüksek meziyetlere sahip, büyük mertebelere nâil olan zatlar (sabretmiş oldukları şey karşılığında) yani: Dini vazifelerini hakkiyle yerine getirme hususunda ve bir takım inkârcıların dedikodularına kıymet vermeyerek birtakım eziyetlere, hoş olmayan hallere tahammül etmeleri dolayısiyle gösterniş oldukları sabır ve sebatin bir güzel neticesi olarak (en yüksek köşkler ile) en üstün derecedeki cennet makamlariyle (mükâfatlanacaklardır) öyle bir ilâhi merhamete mazhar olacaklardır (ve orada) o yüksek makamda melekler tarafından (bir sağlık ve selâmet duasıyla karşılanacaklardır.) melekler, onları karşılayarak onların ebediyen yaraşarak selâmet içinde hayat sürmelerine dua edeceklerdir, onları böyle ebedî bir saadetle müjdelemiş olacaklardır. Diğer bir görüşe göre de: O cennetlere girmek mutluluğuna eren zatlar, birbirlerine Allah ömür versin, diyerek selâmda bulunacak, bütün belâlardan uzak olarak yaşamalarına dua ederek bu vesile ile de Cenab-ı Hak’ka hamd ve şükürde bulunmuş olacaklardır. “Gurfe” lügatte yüksek çardak, yüce derece ulu makam, cennet, yedinci gök demektir. Çoğulu: Guref ve Gurufattır. Bundan maksat cennetlerin en yüksek tabakalarıdır. “Tehiyye” de dua, övmek, selâm, mülk mânasınadır. “Allah ömürünü uzun etsin” yerindekullanılmaktadır.

76. Orada ebedî olarak kalacaklardır, orası bir karargâh ve bir ikametgâh olmak üzere ne güzel olmuştur.

76. Artık o cennetlere nâil olacak kişiler (Orada) o yüksek cennet âleminde (ebedî olarak kalacaklardır) artık ne öleceklerdir ve ne de oradan çıkarılacaklardır. Yarabbi!. Bu ne büyük bir şefkat ve saadet!. Orası, o cennet âlemi ne kadar ebedî (bir karargâh) bir istikrar yeri (ve) orası ne kadar sürekli (bir ikametgâh olmak üzere ne güzel olmuştur) ne kadar temenniye lâyıktır, ebedî saadet için nekadar yüce bir tecelli yeridir. İşte bütün bu nihâyetsiz nimetler, şefkatler, gerçek bir îmana hali olmanın ebedî bir mükâfatıdır. Allah Teâlâ Hazretleri cümlemizi kendi ihsânı ile böyle bir mükâfata nâil buyursun, Amin. “Görülüyor ki: (63)üncü âyeti celîleden işbu (76)ıncı âyeti kerimeye kadar olan mübârek âyetler, mümin, salih kulların dokuz seçkin özelliklerini açıklamaktadır Şöyle ki:

(1) nci özellik; o kulların yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürümeleridir.

(2)inci özellik, cahillerin dedikodularına karşı “selâmetle” deyip, iyilik dilemektedirler.

(3) üncü özellik Cenab-ı Hak’ka ibadetle secdelere, kıyamlara devam etmelidir.

(4) üncü özellik, Hak Teâlâ’ya sığınarak cehennem azabından emin olmalarını temenni eylemeleridir.

(5)inci özellik, harcamada bulundukları zaman israftan ve cimrilikten kaçınmalarıdır.

(6)ıncı özellik Allah Teâlâdan başkasına kulluk etmemeleri ve haksız yere insan öldürmemeleri ve zina rüsvaylığından sakınmalarıdır.

(7)inci özellik, yalan yere şâhidlik etmekten kaçınmaları ve faidesiz, terkedilmesi gerekli şeyler ile meşgul olmamaları ve fenalıklara karşı kendi haklarında soylu bir vaziyet almalarıdır.

(8)inci özellik, kendilerine âyetler ile öğüt verilince onu tam bir saygı ve şuur ile dinleyip pek hürmet edici bir vaziyet almalarıdır.

(9)uncuözellik de, zevceleri, âile fertleri haklarında hayırlı dualarda, temennilerde bulunarak kendilerinin de muttakiler için birer uyulacak önder olmalarını istemeleridir. İşte bu üstün vasıfların böyle beyan buyurulması, bütün müslümanlar için bir uyarı ve aydınlatma hikmetini taşımaktadır. Artık her müslüman bu gibi yüksek vasıflar ile bezenmeye çalışmalıdır ki, yüce yaratıcının övgüsüne, şefkatine lâyık olabilsin bu gibi üstün vasıflardan yoksun kalan kimselerin ise gelecekleri pek dehşetlidir.

77. Deki: Sizin ibadetiniz olmayınca Rabbim size ne kıymet verir. Halbuki, siz yalanladınız, artık bu yalanlamanın cezası size yakın bir zamanda gelecektir.

77. Bu mübârek âyetler de iyi kullara aykırı bir durumda bulunan ibadet ve itaaten yoksun, dinî gerçekleri inkâr eden kimselerin Allah yanında hiçbir mevkii olmayıp ebedî hüsrana uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey Şânı Yüce Resûl!. Mekke-i Mükerreme’deki kâfirlere ve benzerlerine (deki: Sizin ibadetiniz olmayınca) Siz Allah Teâlâ’ya îman ve ona ibadet ve itaatle meşgul olmadıkça, o Kerim yaratıcıya muhtaç olduğunuzu bilerek daima ona dua ve yalvarışta bulunmadıkca (Rabbim size ne kıymet verir.) İnsanların Allah yanında makbul, iltifata lâyuk olabilmeleri için îman ile, güzel ameller ile bezenmiş olmaları lazımdır. Cenab-ı Hak cinleri de, insanları da ancak kulluk vazifelerini ifa etmeyen, yaratılış gayelerine aykırı hareketlerde bulunan kimselerin hayyanlardan ne farkları olabilir?. Hatta öyle kimseler, hayvanlardan daha aşağı bulunmaktadırlar. Çünkü hayvanlar zaten mükellef değildirler, insanlar ise mükelleftirler. Artık ey inkârcılar, ey ibadet ve itaatten kaçınanlar!. Siz nasıl bir kıymete sahip, iltifata lâyık olabilirsiniz?. (halbuki siz yalanladınız) Size sunulan ilâhî hükümleri tasdik etmediniz, Allah’ın Peygamberini inkâra yeltendiniz, hakkıkabulden kaçındınız. (artık) bu yalanlamanızın, bu kötü hareketlerinizin cezası, size (yakın bir zamanda gelecektir) o cezanın size gelmesi gereklidir, tesbit edilmiştir. Evet.. Öyle inkârcılar, ergeç felâketlere, azaplara maruz kalacaklardır. Nitekim bir kısmı Bedir savaşında öldürülerek cezalarına kavuşmuşlardı, bir kısmı da dünyada bir cezaya uğraması da ölür-ölmez ebedi cezaya kavuşmuş olacaktır. Artık öyle kendi irâdelerini kötüye kullanarak küfre düşen, o sebeple ebedî olarak felâkete maruz kalan kimseler, kendi korkunç geleceklerini düşünsünler. Resûl-i Ekrem, Sallallahu Aleyhi Vesellem efendimiz, peygamberlik vazifesini hakkiyle yerine getirmiş olduğu için kendisi mesul değildir, üzülmesine gerek yoktur. Ebedi mutluluk o Peygambere ve ona uyanlara aittir. Nitekim “Şuara Sûresinin” ilk âyetleri de bu gerçeği beyan ederek yüce Peygamberimize teselli vermiş olmaktadır. Ve hamd ancak Allah’a mahsustur.
Daha yeni Daha eski