Ahzab Suresi Tefsiri

Ahzab Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Ahzab Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre, Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Yetmiş üç âyeti kerimeyi kapsamaktadır. Hendek savaşında birçok düşman grupları gelip müslümanlara karşı cephe almışlardı. O savaşa “Ahzâb” savaşı denilmiştir. Bu mübârek sûre de o gazveye ait ayetleri içine aldığı için buna “Ahzâb Sûresi” ünvânı verilmiştir. Bu mübârek surenin başlıca konuları şunlardır:

(1): İslâmiyete karşı düşmanlarmın nasıl çalışmış ve sonunda nasıl hüsrâna uğramış oldukları.

(2): Aralarında bir din kardeşliği bulunan müslümanlara hak’ka tevekkül ve kalp temizliği akrabalık haklarına riâyet etmeleri.

(3): Resûl-i Ekrem’in müminlere kendi nefslerinden daha önce olduğu ve mübârek eşlerinin müminler için birer mânevi anne bulundukları ve akrabanın birbiriyle olan güzelce münasebetleri.

(4): Cenab-ı Hak’kın mübârek Peygamberlerinden almış olduğu ahd ve yemin.

(5): Ahzab savaşında müslümanların başlangıçta görmüş oldukları korkunç vaziyet ve daha sonra galibiyete kavuşmaları. Ve bu sırada münafıkların pek haince olan kuruntularını teşhir.

(6): Ahzâb savaşında müminlerin ne büyük bir imân kuvvetine mazhar oldukları ve ne gibi mükâfatlara kavuştukları, kâfirlerin de nasıl bozguna, cezaya uğrayacakları.

(7): Peygamber Efendimizin eşleri olmakşerefine sahip olan muhterem annelerimizin ne gibi vasıflara sahip ve ne gibi yüce derecelere nâil bulundukları ve onların ahlâki üstünlükleri.

(8): Hakkiyle İslâmiyet’le şereflenmiş olan erkek ve kadın zümrelerinin ne kadar büyük mükâfatlara aday oldukları ve Cenab-ı Hak ile mübârek Peygamberinin emirlerine ne derece itaatle mükellef bulundukları.

(9): Peygamber Efendimiz ile azatlısı olan bir sahabi arasındaki bir konuşma ve o zâtın kendisinden alâkasını kesmiş olduğu eşiyle Resûl-i Ekrem’in ne gibi bir hikmete binaen evlendiği ve böyle Allah tarafından takdir ve müsaade buyurulmuş olan bir meşru muameleden dolayı bir sıkıntıya, bir yanlış anlamaya mahal bulunmadığı.

(10): Resûl-i Ekrem’in, Son Peygamber olduğu ve ümmetinden olan erkeklerden hiçbirinin soy bakımından babası olmadığı.

(11): Müslümanların nasıl bir zikr ile, tesbih ve tehlil ile mükellef ve meşgul oldukları ve nasıl bir ilâhi lütufa mazhar bulundukları.

(12) Peygamber Efendimizin ne gibi yüksek vasıflara sahip olarak Peygamber gönderilmiş olduğu ve müslümanlara neleri müjdelediği ve kâfirler ile münafıklardan ne kadar kaçınmakla mükellef bulunduğu.

(13) Karılarını boşamoş müslümanların ne yolda hareket edecekleri ve Resûlullah’ın hangi kadınlar ile evlenmesinin meşru olduğu ve onlardan dilediğini nikahı altında tutup tutmayacağı ve onlardan başkasiyle artık evlenemeyeceği.

(14): Resûl-i Ekrem’in evine müminlerin ne şekilde girecekleri ve kimlerin hanelerine girmekte bir mes’uliyet bulunmadığı.

(15): Resûlullah hakkında Cenab-ı Hak’kın ve meleklerin şefkati ve müminlerin Selat ve Selâm ile mükellef olmaları.

(16): Hz. Peygambere ve müminlere eziyet verenlerin nasıl lânete ve şiddetli azaba uğrayacakları.

(17): Peygamber Efendimizin muhterem eşlerinin ve diğer İslâm amlelerinin nasıl örtünmeye riayet edecekleri ve bu şekilde tanınıp bir eziyete mâruz kalmamaları.

(18): Kalpleri nifaktan, kötülükten boş olmayanların da kötü asılsız işlerinden dolayı nasıl bir cezaya lâyık oldukları ve bu husustaki ilâhî kanunun bütün eski kavimler hakkında cereyan etmiş olduğu.

(19): Kıyametin vaktini Cenab-ı Hak’tan başkasının bilmediği ve o günde kâfirlerin ne kadar ceza çekecekleri ve ne kadar pişmanlıklar gösterecekleri.

(20): Üzerlerine düşen vazifelere riayet ile takva ile vasıflanmış olan müminlerin de ne kadar ilâhî lütuflara ve büyük bir başarı ve kurtuluşa nâil olacakları.

(21): Semâların ve yerin kabul etmeye cesaret edemedikleri emaneti insanların yüklenmiş oldukları; ve bu emânete riayet etmeyenlerin büyük mes’uliyeti ve münafıkların, müşriklerin de ebedî azaba uğrayacakları, ehli imânın ise tövbelerinin kabul edilmesiyle ilâhi merhamete nâil olacaklarını müjdelemek.

1. Ey Peygamber! Allah’tan korkmaya devam et ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphe yok ki, Allah alîm, hakîm bulunuyor.

1. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ Hazretlerinin yüce sıfatlarını bildirerek Resûl-i Ekrem’e sakınmayı, ilâhi vahye tâbi olmayı ve Allah’ın zatına tevekkülü tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey peygamberlik şerefine sahip olan zât!. Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem’ine böyle peygamberlik ünvaniyle hitab buyurması, Hz. Peygamber’in yüksek şânına işareti içermektedir. (Allah’tan korkmaya devam et) üzerine düşenpeygamberlik görevini ifa hususunda sabr ve sebattan ayrılma (ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme) hiçbir korku veya ümide binaen onların arzularına, bir ilâhi müsaade bulunmadıkça asla meyil gösterme, çünkü onlar Allah’ın da, senin de düşmanlarındır. (Şüphe yok ki, Allah alim)dir. O’nun dinî herşeyi hakkiyle kuşatmıştır. O dinsizlerin de bütün amel ve davranışlarını bilmektedir ve Allah Teâlâ (hâkim) dir. Bütün beyanatı hikmet ve menfaat gereğidir. O Yüce Yaratıcı işte bu gibi bütün yüce vasıfları toplamış (bulunuyor) artık O’nun bütün emirlerine, yasaklarına, tam manasıyla uymak, elbette ki, icabetmektedir. Bu gibi emirleri, yasakları, Yüce Peygamberimiz vasıtasiyle bütün ümmetine yöneliktir.

2. Ve sana Rabbinden vahy olunana tâbi ol. Muhakkak ki, Allah ne yapar olduğunuzdan haberdardır.

2. (ve) Ey Yüce Peygamber!. (Sana Rab’binden vahy olunana tâbi ol) O’nun bütün vahy ve ilham buyurduğu şeylere riayet edilmesi, insanlık için pek gereklidir, başarı ve kurtuluş sebebidir. İşte takvaya, ehli küfr ve nifaka uymamaya, ve Allah korkusu ile vasıflanmaya ait ilâhi vahy de bu cümledendir. (Ve muhakkak ki, Allah) Teâlâ ey Yüce Peygamber! Ve ey bütün insanlar! Sizin (ne yapar olduğunuzdan haberdardır.) kâfirlerin, münafıkların da bütün yaptıkları, düşündükleri şeyler Cenab-ı Hak’ca malûmdur. Artık herkes, kendisinin fiil ve amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. Bunu düşünmelidir.

3. Ve Allah’a tevekkülde bulun, vekil olmaya Allah yeter.

3. (Ve) Ey Allah’ın kulu!. Her işinde (Allah’a tevekkülde bulun) kendi tedbirine güvenme, her hususta Cenab-ı Hak’ka güven, muvaffakiyeti O’ndan bekle (vekil olmaya) kullarını koruma ve himâye buyurmaya, bütün işlerde muvaffakiyeti yüce zatından beklemeğe (Allah yeter) başkalarına itimada hacet yok.Her kul, işlerini Cenab-ı Hak’ka bırakarak başarıyı O’ndan beklemelidir.

§ Bu âyetlerin iniş sebebi olmak üzere İbni Abbas Hazretlerinden şöyle riâyet olunuyor: Mekke ahalisinden Velidibnil Mugayre ve Şeybe gibi bazı kâfirler, Hz. Peygamber’e müracaat ederek onların dinlerini yermemesi ve putların onlara şefaat edeceğini söylemesi şartiyle kendisine mallarının bir kısmını vereceklerini söylemişler, Medine-i Münevvere’deki münafıklar ile Yahudiler de Resûl-i Ekrem’in iddiasından vazgeçmediği takdirde öldürüleceğini söyleyerek o mübârek Peygamberi korkutmak istemişlerdi. İşte bunun üzerine bu mübârek âyetler inmiş, Resûl-i Ekrem’e teminat vermiştir.

4. Allah bir kişi için içerisinde iki kalp yaratmamıştır. Ve kendilerinden zıharda bulunduğunuz eşlerinizi sizin anneleriniz kılmamıştır ve evlâtlıklarınızı da sizin oğullarınız kılmış değildir. O sizin ağızlarınızdaki bir lâkırdınızdır. Ve Allah hakkı söyler ve O, doğru yola irşâd buyurur.

4. Bu mübârek âyetler, bir kişinin içindeki boşlukta iki yürek bulunmadığını, bir kadının da bir erkeğin hem eşi, hem de anası olamayacağını bildiriyor, zıhar denilen muameleden kaçınılmasına işaret buyurmuşlar. Ve herhangi bir şahsın da babası biliniyor ise ona nisbet edilmesini, bilinmiyorsa müslüman olduğu takdirde dinen kardeş ve dost olacağını ve kasıtlı olmayan bir hatanın af edilmiş bulunduğunu ve Cenab-ı Hak’kın yüce vasıflarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah bir kişi için içerisinde iki kalp yaratmamıştır) Herkesin içerisinde hikmet gereği bir kalp yaradılmıştır. Kalp, ruhun asıl madenidir, bütün kuvvetlerin bir kaynağıdır, Allah Teâlâ’nın izniyle bedenin bir idarecisidir. İki kalp olsa idi hayatında intizam kalmaz, aynı anda farklı tedbirler, hadiseler yüz gösterirdi. Vaktiyle Arap’lar sanıyorlarmış ki, her zekikimsenin iki kalbi vardır. Hatta Ma’meri Fihrî için hafızasındaki kuvvetinden dolayı “iki kalbi vardır” derler imiş. Ma’mer de dermiş ki: Benim iki kalbim vardır. Birisiyle hafızama aldıklarım, Muhammed -Aleyhisselâm-ın hafızasına aldıklarından ziyadedir. İşte bu ayeti kerime, öyle bir iddiada bulunânları yalanlamış bulunuyor. Tefsiri Merağ-ı. (Ve) Ey Müslümanlar!. Allah Teâlâ (kendilerinden zıhırda bulunduğunuz eşlerinizi, sizin analarınız kılmamıştır) binaenaleyh bir kişi eşine hitaben: Sen benim üzerime anamın arkası gibisin” demekle o kadın o kişinin anası olmuş olmaz. Böyle bir tâbir, cahiliyet zamanında boşamak sayılıyordu. İslâm hükümlerine göre ise böyle bir zıharda bulunan kimse, şer’an belirlenmiş kefareti yerine getirmedikçe o eşiyle cinsel ilişkide, şehvetle temasta bulunamaz. Bu zıhar meselesi için “Mücadele Sûresi”nin izahına müracaat!. (Ve) Nitekim Allah Teâlâ (sizin evlâtlıklarınızı da) babalarından başkasına evlât olarak isnât edilenleri de, köleleri de (sizin oğullarınız kılmış değildir) onlar, asıl babaları kimler ise o kimselerin evlâdıdır. Cahiliyet zamanında ve İslâmın başlangıcında bir kimse başkasının oğlunu evlâtlık edinince, yani: Kendisine oğul edinince onun hakkında soy bakımından oğul hükmü geçerli olurdu. Nitekim Resûl-i Ekrem de peygamberlik gelmeden önce Zeyd ibni Harise’yi, Hz. Ömer de Âmir İbni Rebia’yı ve Ebu Huzeyfe ve Sâlim’i oğul edinmişlerdi. Bu âyeti kerime, bu muameleyi ibtâl etmiştir. (O) öyle zıhârda bulunmak ve başkasının evlâdını kendilerine evlâd edinmek (sizin ağızlarınızdaki bir lâkırdınızdır.) Hakikate uygun olmayan soyut bir iddiadan ibârettir. Bir kişinin içinde iki kalp olmadığı gibi bir kimse de iki kimsenin oğlu olamaz ve bir kadın da kocasının hem eşi, hem de annesi bulunamaz. Böyle boş lakırdılardan sakınmalıdır. (Ve Allah hakkı söyler) Gerçeğe uygun, hakikaten sâbit olan şeyi beyânbuyurur. (ve o) Hikmet Sahibi Yaratıcı, kullarını (doğru yola irşâd buyurur) bütün insanlığa selâmet yolunu göstermekte bulunmuştur. Artık insanlar, kendi yanlış sözlerini bırakmalıdırlar, Cenab-ı Hak’kın beyanlarına riayetten ayrılmamalıdırlar.

5. Onları babaları adına çağırınız. O, Allah katında adalete daha yakındır. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir ve dostlarınızdır. Ve sizin için kendisinde hatâ ettiğiniz şeyden dolayı bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kastettiği şeyden dolayı günah vardır ve Allah Teâlâ çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.

5. Artık ey insanlar!. (Onları babaları adına çağırınız.) Kendinize oğulluk edindiğiniz kimseleri kendinize oğul olarak nisbet etmeyiniz, asıl babaları kimler ise onlara nisbet ediniz. Mesela: Harise’nin oğlu Zeyid “deyiniz” Hz. Muhammed’in oğlu “Zeyid” demeyiniz. (O) Asıl babalarına nisbet etmek (Allah katında adalete daha yakındır) Gerçek şu ki evlât edinmek bir şefkat ve bir ihsan eseri ise de gerçeğe aykırı olduğu için adalete uygun değildir ve bazı sakıncalardan uzak da olmayabilir. (Eğer onların babalarını bilmiyorsanuz artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir ve dostlarınızdır.) onlara ey din kardeşlerimiz ey dinen dostlarımız!. Diye hitâb ediniz. (Ve sizin kendisinde hatâ ettiğiniz şeyden dolayı bir günâh yoktur) kasıtlı olmaksızın bir yanlışlık veya bir dil sürçmesi neticesi olarak yaptığınız ve söylediğiniz şeylerden dolayı günahkâr olmuş olmazsınız. Meselâ bir şahıs yanlışlıkla babasının gayrısına nisbet etmekten dolayı bir günah olmaz. (Fakat kalplerinizin kastettiği şeyden) dolayı günâh vardır. Böyle bir şey yasaklanmış olduğu halde bunu bilerek işleyen veya bunu işlemeye kalben karar veren Allah katında mes’ul olur. (ve Allah Teâlâ çok yarlıgayıcı) dır. Binaenaleyh, tövbe ve istiğfareden kullarını affettiği gibi hataen işlenilen kusurlardan dolayı da işleyenlerini sorumlu tutmaz ve o Kerem Sahibi Mabûd (çok esirgeyicidir) onun rahmeti cihanşümuldür. Onun içindir ki, insanlığa bu gibi ilâhi hükümlerini beyan buyuruyor ki, bu hikmet dolu hükümlere uyarak selâmete, saadete nâil olsunlar.

6. Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha önce gelir. Ve onun eşleri de müminlerin anneleridir. Akraba olanlar da Allah’ın kitabında birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesnâ. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.

6. Bu mübârek âyetler, Yüce Peygamberimizin ümmetleri hakkında kendilerinden daha tercihe şayan olduğunu, mübârek eşlerinin de müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor. Müminlerin arasında verasetin nasıl işleyeceğine ve vâsiyetin câiz olduğuna işaret buyuruyor. Diğer azim sahibi Peygamberlerden dinî hükümleri ümmetlerine tebliğ hususunda kuvvetli söz alınmış olduğu gibi Son Peygamber Hazretlerinden de öyle bir söz alınmış bulunduğunu ve bu söze ne derece riayet edilmiş olduğuna dair ne gibi bir sebeb ve hikmete binaen soru sorulacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Peygamber) insanlığı ilâhi dinden, kulluk vazifelerinden haberdar ederek saadet yoluna sevketmeğe Allah tarafından görevlendirilmiş olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm (müminlere kendi nefslerinden daha önce gelir.) daha tercihe şayandır. Çünki müminlerin hakiki bir hayata, ebedî bir saadete nâil olmaları ancak o Yüce Peygamber sayesinde mümkün olacaktır. Binaenaleyh dinî ve dünyevî her hususta o Yüce Peygamberi rehber edinmelidir, onun yolunda fedakârlığı, kendi nefisleri uğrundaki fedakârlığa takdim ve tercihte bulunmalıdırlar. İnsanların kendi nefsleri, çok kere kendilerinibir takım kötü arzu ve isteklere mübtela ederek mânevi hayattan mahrum olmalarına sebebiyet verir. O Resûl-i Ekrem ise bütün insanları yüce tebliğleri ve uyaniları ile aydınlatmaya çalışarak onları mutlu bir hayata nâil kılmak ister. Artık öyle mübârek, şefkatli bir Yüce Peygamber, her insan için onun nefsinden binlerce kat daha kıymetli, daha faideli değil midir?. Artık bir cânânı hakiki olan o muhterem Peygamber uğrunda bu fani hayatı feda ederek o sayede ebedî, mutlu bir hayata kavuşmayı hangi bir akıllı kimse, temenni etmez?.

“Canlar fedâ muhabbet cânâna ser değil”

“Terki ser etmek ehli dîle bir hüner değil”

§ Rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz, Tebük seferine azmederken sefere çıkmaları için insanlara emretmiş, bir takım kimseler ise “babalarımızdan, analarımızdan izin isteyelim” diye o yüksek emre derhal uymamışlardı. Bunun üzerine bu ayeti kerime nazil olmuştur. İşaret buyurulmuş oluyor ki: Din hususunda Resûl-i Ekrem Hazretleri, bütün ümmetine göre bir mânevî babadır ki, umumun ebedî hayatı onun sâyesinde sağlanmış olacaktır. Ve onun sayesindedir ki, müminler birbirinin dinen kardeşi bulunmaktadırlar. Ebussuud Tefsiri (Ve onun) O mübârek Peygamberin muhterem (eşleri de müminlerin) mânen (anneleridir) şayan ve hümet hususunda ve kendileriyle evlenmenin haram olması ve ihtiram hususunda en yüksek anneler hükmündedirler. Fakat veraset gibi, kendilerine bakmak gibi hususlarda sâir namahrem kadınlar hükmünde bulunmuşlardır. (Akrabalar da) Aralarında soy bakımından yakınlık bulunan kimseler de (Allah’ın kitabında) levh-i mahfuzda tesbit edildiğine veya Kur’an-ı Kerim’in bu ayetine göre (birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden) mirasa kavuşma hususunda (daha yakındır) bunlar duruyorken onların mirasını başkaları alamazlar. (Ancakdostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesnâ) yani: Onlara hayatınızda bir vasiyet yapmış olursanız o, usulü dairesinde câiz bulunmuş olur. (bu) anlatılanlar, Resûl-i Ekrem’in üstünlüğü, tercihe daha lâyık oluşu ve verasetin kimlere ait olacağı (kitapta) levh-i mahfuzda ve Kur’an-ı Kerim’de (yazılmış bulunmaktadır.) Artık buna riayet icabeder.

§ Deniliyor ki: İslâm’ın başlangıcında hicretle ve dinen dostluk ve kardeşlik ile veraset geçerli bulunmakta idi. Mesela: Bir muhacir, bir ensariye ve bir mümin kendisine kardeş edindiği bir mümine varis olabilirdi. Bu âyet ise bu veraset mes’elesini kaldırmış, verasetin mümin akraba arasında geçerli olacağını bildirmiştir.

7. Ve hatırla ki, biz Peygamberlerden misâklarını almıştık ve senden ve Nuh’tan ve İbrahim’den ve Musa ile Meryem’in oğlu İsa’dan da misak almıştık ve onlardan pek mühim bir misak ahd, and almış olduk.

7. (Ve) Ey Resûl-i Ekrem!. (Hatırla ki, biz Peygamberlerden misâklarını almıştık) risâletlerini tebliğ, ümmetlerini ilâhi dine davet ilâhi hükümleri onlara telkin edeceklerine dair sağlam ahd ve yeminde bulunmuşlardı. Özellikle ey Son Peygamber!. (Senden ve) Resûllerin ilki olan (Nuh’tan ve) peygamberlerin babası bulunan (İbrahim’den ve) İsrailoğulları Peygamberlerinden ilk kitap sahibi olan (Musa ile) İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin sonu olan (Meryem oğlu İsa’dan da) ahd ve yemin almıştık. Hepsi de üstlendikleri vazifeleri ifâ edeceklerıne dair söz vermişlerdi. (ve onlardan) O mübârek Peygamberlerden (pek mühim bir misâk) bir ahd ve yemin (almış olduk) onların hepsi de yüce şân veya yemin ile pekiştirilmiş bir ahitte, sözleşmede bulunmuşlardı.

8. Tâki, o sadıklara sadakatlarından sual etsin ve kâfirler için de pek acıklı bir azap hazırlamıştır.

8. Bu ahd ve yemin alınmasındaki sebep ve hikmete gelince onu da Hak Teâlâ Hazretleri şöylece beyan buyuruyor: (Tâki o sadıklara) O seçkin Peygamberlere ahirette (sadakatlarından sual etsin) üstlenmiş oldukları vazifeleri nasıl ifâ etmiş olduklarını kendilerinden Cenab-ı Hak sorarak meydana çıkarmış olsun, kendilerini ve kendilerine tâbi olanları mükâfatlara yüksek makamlara nâil buyursun. (ve) Hesaba tâbi olacak olan (kâfirler için de pek acıklı bir azap hazırlamıştır) O Peygamberlere muhalefet edip de inkârcı bir halde ölmüş olanlar da o ebedilik âleminde lâyık oldukları şiddetle cezalara mâruz kalacaklardır.

9. Ey imân edenler! Allah’ın üzerinize olan nimetini hatırlayınız. O vakit ki, size düşmanlarınız tarafından ordular gelmişti. Biz de onların üzerlerine hemen bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah ne yapar olduğunuzu görüyordu.

9. Bu mübârek âyetler, Hendek savaşı esnasındaki dehşet verici vaziyeti gösteriyor. Düşmanların mühim kuvvetlerine karşı korkunç bir durumda kalan müslümanların imdadına ne gibi ilâhi kuvvetlerin yetişmiş olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey Resûl-i Ekrem’e tâbi olan İslâm mücahitleri!. (Allah’ın üzerinize olan nimetini hatırlayınız) onun şükrünü ifâya çalışınız (o vakit ki, size) düşmanlarınız tarafından (ordular gelmişti) Ahzâb denilen Kureyş, Gatfan kabilelerinden ve Kureyze ve Nadîr Yahudi’lerinden meydana gelen on iki bin kadar düşman erleri Medine-i Münevvere civarına yaklaşmışlardı. Bundan haberdar olan Peygamber Efendimiz, Selmani Farisî’nin işareti üzerine Medine-i Münevvere’nin önünde büyük bir hendek kazdırmıştı ve üçbin kadar İslâm mücahidi ile hendek muhafaza altına alınmıştı, düşman da hendek kenarına gelmişti. Bu sırada idi ki, büyük bir rüzgâreserek düşman kuvvetlerini tarumar etti. İşte Cenab-ı Hak, bunu şöylece bildiriyor: (biz de onların üzerlerine) O düşman kuvvetlerine karşı (hemen bir rüzgâr) gönderdik ki, Seba rüzgarından ibaret bulunuyordu. (ve) Ey İslâm erleri!. (sizin görmediğiniz ordular göndermiştik) ki, bunlarda ikibin melekten oluşuyordu. Bu vasıtalar ile o düşman orduları parçalanmış, mağlûbiyete uğratılmış, Medine-i Münevvere kuşatmadan kurtarılmış oldu. (ve Allah) O Yüce Yaratıcı, ey müminler!. (Ne yapar olduğunuzu görüyordu) Nasıl düşmandan korkarak hendek kazdığınızı, nasıl bir savaş vaziyeti aldığınızı ve Allah’ın yardımına sığındığınızı, görüp biliyordu. Onun içindir ki, düşmanlarınızı yenilgiye uğratarak sizi zafere kavuşturdu.

10. O vakit ki, size hem üstünüzden gelmişlerdi hem de aşağı tarafınızdan ve o vakit ki, gözler kaymış ve yürekler gırtlaklara kavuşmuş ve Allah’a türlü türlü zanlar ile zanda bulunuyordunuz.

10. (O vakit ki,) öyle bir zamanda sizi zafere nâil buyurdu ki, (size hem üstünüzden) vâdinin doğu tarafındaki yüksek cihetinden düşmanlarınız (gelmişlerdi) Gatfan oğulları ve onlara tâbi olan ehli Necd ve Kureyze ve Nadir Yahudileri o taraftan hücum göstemekte bulunmuşlardı. (hem de aşağı tarafınızdan) vadinin batı tarafındaki aşağı cihetinden Kureyş taifesi ve Kinâne oğulları ve ehli Tiâme kavimleri toplanıp gelmişlerdi. (O vakit ki, gözler kaymış) Hayret içinde kalarak vaziyetini kaybetmiş (ve yürekler gırtlaklara kavuşmuştu) yani: Pek şiddetli bir korku ve ıstırap içinde kalmıştı. (ve Allah’a türlü türlü zanlar ile zanda bulunuyordunuz) samimi müminler, Cenab-ı Hak’kın vadini yerine getirerek kendilerini zafere nâil buyuracağına veya kendilerini bir hikmet gereği imtihana tâbi tuttuğuna kani oluyorlardı. Kalpleri zayıf olanlar ve münafıklarda ileride beyânolunacağı üzere dedikoduda, kötü zânda bulunuyorlardı.

11. İşte orada müminler imtihana tutulmuşlardı ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

11. (İşte orada) O Hendek vak’ası vaktinde (müminler imtihana tutulmuşlardı) samimi olan müminler ile münafıklar anlaşılmış, metin, sabit olan zâtlar ile korkak, sarsılan şahıslar ortaya çıkmışlardı. (Ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.) Vaziyetlerinin dehşetinden dolayı kalpleri titremekte bulunmuştu.

12. Ve o vakit münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar diyordu ki, Allah ve Resûlu bize bir aldatıştan başka vaad etmiş olmadı.

12. Bu mübârek âyetler de Hendek savaşında münafıkların ve inancı zayıf olanların kötü kuruntularını ve göstermiş oldukları aldatmaları bildiriyor. Öyle kimselerin düşmanlara karşı ne kadar itaatte bulunacaklarına işaret ve onların yapmış oldukları ahde riayet etmemekten dolayı sorumlu olacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve o vakit) O halkın heyecanlar içinde kaldığı Hendek savaşı zamanında (münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık) inanç zayıflığı (bulunanlar diyordu ki: Allah ve Resûlü) İslâmiyet’in yücelmesine ve zaferlere nâil olmasına dâir (bize bir aldatıştan başka birşey vâd etmiş olmadı) halbuki, biz şimdi böyle tehlikeli bir düşman hücumu karşısında bulunuyoruz. Binaenaleyh o yoldaki vâdlar, asılsız şeylerden başka değil, bizi babalarımızın dininden ayırmak, yurdumuza hâkim olmak için yapılmış boş vâdler. Böyle söyleyen münafıklardan maksat, Abdullah ibni Übeyy ve arkadaşları gibi kimseler idi. Bunlar diyorlardı ki: Muhammed -Aleyhisselâm- bize fütuhata nâil olmaktan bahsediyor, halbuki, şimdi korkusundan hendek kazdırıyor, düşmana karşı çıkmaktankorkmakta bulunuyor.

§ Rivayet olunuyor ki: Düşman kuvvetlerinin Medine-i Münevvere’ye hücum edememeleri için hendek kazılırken pek büyük bir kaya çıkmıştı, bunu kolaylıkla kıramıyorlardı. Peygamber Efendimiz, mübârek eline bir külünk aldı, Bismillâh diyerek o kayaya bir külünk vurdu, kayanın üçte biri koptu. Ve kayadan bir kıvılcım çıktı, Şam tarafına sıçradı. “Allahuekber!. Bana Şam’ın anahtarları verildi, Vallahi ben şimdi Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum” diye buyurdu. Sonra külüngü bir daha vurdu, kayanın bir parçası daha koptu. İran tarafına bir kıvılcım sıçradı, bu defa da: “Allahuekber!. Bana Fars ikliminin anahtarları verildi, şu anda Medâini Kisranın beyaz köşklerini görüyorum” dedi. Daha sonra bir daha Bismillâh diyerek vurdu, o kaya tamamen yerinden koparılmış oldu ve çıkan bir kıvılcım Yemen tarafına sıçradı ve “Allahuekber!. Bana Yemen’in anahtarları verildi, ben şimdi San’anın kapılarını görüyorum” diye buyurdu. “Ve bunlar müslümanlara nasib olacaktır, bunları bana Cibril-i Emin müjdeledi” diyerek ashabına müjde verdi. Gerçekten de daha sonra bütün bu beldeler İslâm orduları tarafından fethedilmiştir. İşte Resûl-i Ekrem’in bu gibi müjdeleri ile o münafıklar alayda bulunuyorlardı.. O geçidi bir hâdiseden dolayı ye’se düşerek Hz. Peygamber’in müjdelerinin bir aldatıştan ibaret olduğuna inanıyorlardı.

13. Ve o vakit onlardan bir tâife demişti ki: Ey Yesrîb ahalisi! Sizin için bir duracak yer yok. Artık geri dönünüz ve onlardan bir zümre de Peygamberden izin isteyerek diyorlardı ki: Muhakkak evlerimiz açıktır. Halbuki, onlar açık değildi. Onlar kaçmaktan başka birşey dilemiş olmuyorlardı.

13. (O vakit) O Hendek olayı zamanında (onlardan) o münafıklardan Evs ibni Kıptî ve arkadaşları gibi bir tâife de demişti ki: “Ey Yesrîb ahalisi” Ey Medine ile civarında durankimseler!. (Sizin için bir duracak yer yok) Bu ordugâhta durmanız muvafık değil, vaziyetiniz korkunç (artık geri dönünüz) kaçıp kendi evlerinize dönünüz, böyle bir savaşa iştirâk etmeyiniz. Yahut islam dininin bırakip eski dininize dönünüz (ve onlardan) o samimi İslâmiyet’ten mahrum kimselerden Harîs oğullan ve Selem oğulları gibi (bir zümre de Peygamberden izin isteyerek diyorlardı ki: Muhakkak evlerimiz açıktır) müstahkem bir halde bulunmuyor, düşmanların saldırısına mâruz bulunmaktadır, bize izin ver de hânelerimize dönelim. (Halbuki, onlar açık değildi) Onların evleri bozuk, korunmasız bir hâlde bulunmuyordu (onlar firar etmekten başka birşey dilemiş olmuyorlardı) öyle bir bahane ile savaş alarından ayrılıp kaçmak istiyorlardı.

14. Eğer onların üzerlerine her taraflarından girilse, sonra da kendilerinden fitne istenilecek olsa idi elbette onu meydana getirirlerdi ve bu hususta ancak pek az dururlardı.

14. (Eğer onların üzerlerine her taraflarından) Bir galibiyet neticesi alarak (girilse) onların evleri düşmanlan tarafından ele geçirilse (sonra da kendilerinden fitne istenilecek olsa idi) dinden dönmeleri, müslümanlara karşı savaşta bulunmaları kendilerine teklif olunsa idi (elbette onu) o kendilerinden istenilen bu fenâ hususu meydana (getirirlerdi) o istenilen şeyi kabulden çekinmezlerdi. (Ancak pek az tevakkuf ederlerdi.) O fitneci hareketten fazlaca geri durmazlardı.

15. Halbuki, onlar geriye dönmeyeceklerine dâir evvelce Allah’a kesin olarak taahhütde bulunmuşlardı. Allah için yapılan bir taahhüt ise sorulmuş olacaktır.

15. (Halbuki onlar) öyle fitnelere kapılanlar (geriye dönmeyeceklerine dâir) İslâm ordusundan ayrılıp bozulmuşca bir vaziyet almayacaklarına ait (evvelce) Hendekgazvesinden önce (Allah’a kesin olarak teahhütte bulunmuşlardı) kâfirlere karşı savaşta bulunmaktan firar etmiyeceklerine dair söz vermişlerdi. Kısaca Harîse oğulları, Uhud savaşında böyle bir ahidde bulunmuştu. (Allah için yapılan bir taahhüt ise sorulmuş olacaktır.) O taahhüde riayet edilip edilmemesi ahiret gününde bir hesaba tâbi olacak, riâyet edilmemiş olması, büyük bir mes’uliyet icabedecektir. Artık böyle bir âkibeti düşünmek lâzım gelmez mi?.

16. De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten firar ederseniz, o firar size asla fâide vermez. Ve o vakit pek azdan başka istifâde ettirilmezsiniz.

16. Bu mübârek âyetler de ölümden veya öldürülmesinden korkarak savaşa katılmak istemeyen kimselere o korkularının bir fâide vermiyeceğini ihtar ediyor. Takdir edilmiş olan bir hayra veya bir fenalığa kimsenin engel olamayacağını bildiriyor. Müslümanları cihada iştirakten alıkoymaya çalışan münafıkların Allah katında bilindiklerini tehdit maksadıyla haber veriyor. Müslümanlara karşı cimrilikte ve fena lakırdılarda bulunan münafıkların kötü hallerini tasvir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. O seninle beraber cihâda katılmaktan kaçınan kimselere (de ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten firar ederseniz, o firar size asla fâide vermez.) çünkü takdir edilen ne ise o mutlaka meydana gelir ve bir kimsenin hayat müddeti artıp eksilmez, savaşa iştirak etsin, etmesin vakti gelmiş olunca mutlaka hayattan mahrum kalacaktır. (ve o vakit) O cihattan firar ettiğiniz zaman (pek azdan başka) yani haddizatında pek az olan ecel müddetinizden başka dünyada (istifâde ettirilmezsiniz) artık böyle çabucak yok olan ömrü korumak ümidiyle ebedî hayata ait menfaatleri temine sebep bulunan cihattan kaçınmak nasıl münasip olabilir?.

17. De ki: Sizin için bir fenalık dilerse veyasizin için bir rahmet dilerse sizi Allah’tan saklayacak olan kimdir? Ve onlar kendileri için Allah’tan başka bir veli ve bir yardımcı bulamazlar.

17. (De ki:) Ey gâfiller!. (Sizin için bir fenâlık dilerse) Sizin helakınızı, yenilginizi takdir buyurmuş olursa (veya sizin için bir rahmet dilerse) sizi bir hayra, bir faideye kavuşturmak için irade buyurursa sizi (Allah’tan saklayacak) engel alabilecek (olan kimdir?.) Elbette ki, ona kâdir, selahiyetli kimse yoktur. (Ve onlar) öyle hayatlarını düşünüp cihattan kaçınan kimseler (kendileri için Allah’tan başka bir veli) kendilerine fâide verecek bir zât (ve bir yardımcı) kendilerine yönelen bir beladan kendilerini kurtarabilecek bir yardımcı (bulamazlar) o halde ne için Hak Teâlâ’ya teslim olmakta, işleri O’na bırakmayıp da başkalarının aldatmalarına kıymet veriyorlar?.

18. Muhakkak ki, Allah içinizden sizi geri bırakanları ve kardeşlerine: Bize gelin, diyenleri bilir. Halbuki onlar savaşa gelmezler, bir azı müstesnâ!

18. Ey cihattan kaçınanlan!. (Muhakkak ki, Allah içinizden) Sizden bulunan kimselerden olup da sizi cihattan (geri bırakanlar) sizi Resûl-i Ekrem’in beraberinde bulunarak cihada iştirâkten alıkoymak isteyen münafıkları (ve kardeşlerine) Medine’deki münafıklara (bize gelin) harpten kaçınarak bizim yanımıza gelip sokulun (diyenleri bilir) onların ne zaman münafık kimseler oldukları Allah katında bilinmektedir. (Halbuki onlar) zaten (savaşa) harp sahasına (gelmezler) kaçar dururlar (bir azı müstesnâ) onlar da mahza bir gösteriş için gelmiş olurlar, yine harbe iştirak etmezler, fırsat bulunca kaçıverirler.

19. Size karşı pek cimridirler. Sonra korku gelince onları görecek olursun ki, sana bakıveriyorlar, ölümden üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi gözleri döner bir hâlde bulunur. Vaktaki, korku gitmiş olur, hayrakarşı cimriler olarak keskin keskin dilleriyle size şiddetli sözler söylerler. İşte onlar imân etmediler. Artık Allah da onların amellerini mahvetmiştir ve bu, Allah’a göre kolay olmuştur.

19. Ey müslümanlar!. O münafıklar (size karşı, pek cimridirler) size yardımdan kaçınırlar, Allah yolunda mallarını sarfetmezler (sonra korku gelince) savaş yüz gösterip ön belirtileri görülmeğe başlayınca (onları görecek olursun ki, sana bakıveriyorlar) sanki (ölümden) ölüm emârelerinin yüz göstermiş olmasıdan dolayı korkarak (üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi gözleri döner bir halde bulunur) öyle müthiş bir korku, bir vaziyet içinde kalmış olurlar. (Vaktaki korku gitmiş olur) İslâm ordusu, harbi kazanmış, ganimet malları elde edilmiş bulunur. O zaman da (hayra karşı) ganimet mallarından dolayı (cimriler olarak keskin keskin dilleriyle size şiddetli sözler söylerler) bu malları bizim sâyemizde kazandınız, biz yardıma koşmasa idik bu zafer elde edilemezdi diye gurnurluca lakırdılara cür’et gösterirler. (İşte onlar) öyle münafık, kötü dilli kimseler (imân etmediler) ağızlarıyla mümin olduklarını söyleseler de kalben îman etmiş değildirler. (Artık Allah da onların amellerini mahvetmiştir.) Mükafatsız bırakmıştır. Öyle münafıkça bir şekilde harbe iştirâk etmeleri, bir iyi niyetle, bir sağlam inanca dayanmış olmadığı için bir sevaba vesile olmuş değildir. (Ve bu) Onların amellerini mahvetmek, faidesiz bırakmak (Allah’a göre kolay olmuştur) çünki herhangi birşeyi yok etmek veya sabit bırakmak için yalnız bir ilâhi irade teallûku kâfi bulunmaktadır. Allah hakkında bir güçlük düşünülemez.

20. Sanırlar ki, düşman orduları gitmemiştir. Ve eğer o ordular gelecek olsa arzu ederlerdi ki: Çölde bedevîler içinde bulunup size âit haberleri soruversinler. Ve eğer sizin aranızda bulunacak olsalar, pek azdan başka savaştabulunmazlar.

20. Bu mübârek âyetler de münafıkların ne kadar korkak ve İslâm ordusundan ayrılmayı ne kadar istediklerini bildiriyor. Resûl-i Ekrem’in ise Allah’ın huzurunu temenni ve ahiret günün tefekkür eden ve Allah’ı zikir ile meşgul olan zâtlar için pek mükemmel bir uyulacak örnek olduğunu gösteriyor. Ve hakiki müminlerin düşman ordularını görünce kendileri için Cenab-ı Hak’kın ve Yüce Peygamberin vâd buyurmuş oldukları muvaffakiyete, zafere nâil olacaklarına kani bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: O korkak münafıklar (Sanırlar ki) Hendek savaşındaki Kureyş, Gatfan, Yahudi taifelerinden oluşan düşman (orduları gitmemiştir) hâlâ Hendek savaşına devam edip durmaktadırlar. Artık onlardan korkarak o münafıklar Medine’ye firar etmekte bulunmuşlardı. Halbuki, o düşman orduları bozguna uğramış, artık korkuya mahal kalmamıştı. (ve eğer o) bozguna uğramış düşman (orduları) faraza tekrar (gelecek olsa) o münafıklar (arzu ederlerdi ki: Çöl bedeviler içinde bulunup) da kendileri savaşa katılmaktan kurtulmuş olsunlar ve (size ait haberleri soruversinler.) İslâm ordusunun vaziyetine dâir haber alsınlar. Allah etmesin! Müslümanların mağlûbiyetini haber alarak seviniversinler. (ve eğer) O münafıklar ey müslüman erleri, harp sahasında (sizin aranızda bulunacak olsalar) yurtlarına kaçıp gitmemiş bulunsalar (pek azdan başka savaşta bulunmazlar) ancak gösteriş için, kınanmamaları için şöyle, böyle savaşa katılmış olurlar, harp meydanından ayrılmak için boş bahaneler ile izin almak isterler.

21. Andolsun ki, sizin için Rasûlullah’da bir güzel örnek vardır, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokca zikireden zât için.

21. Ey bütün insanlar!. (Andolsun ki) sırf hakikattır ki, (sizin için Resûlullah’tan bir güzelörnek vardır) o mübârek Peygamberin hayat tarzı gözönüne alınmalıdır. O hak yolunda ne kadar fedakardır. İlahi dine ne kadar hizmetçidir, harp sahalarında düşmana karşı ne kadar yiğitlik ve kahramanlık göstermektedir. Evet.. O Yüce Resûl!. (Allah’ı ve ahiret gününü uman) Cenab-ı Hak’kın sevabını, mânevi huzuruna kavuşmayı ümid eden ve ahiret gününü düşünen (ve Allah’ı çokca zikreden zât için) pek mükemmel bir önderdir. Herkes o Yüce Peygamber’e uymalıdır, onun yolunu tâkibetmelidir, onun yüksek ahlâkiyle vasıflanmaya çalışmalıdır.

§ Usve; Kıdve: Reislik, beraberlik, önder olmak demektir.

22. Vaktaki, müminler, orduları gördüler, dediler ki: Bu, bize Allah’ın ve onun Resulunun vaadettiğidir ve Allah ve Resûlu doğru buyurmuştur. Ve onlar için başka değil, imânı ve teslimiyeti arttırmış oldu.

22. Hakiki imân sahiplerine gelince (Vakta ki, müminler) imânları kâmil olan eshab-ı kiram (orduları gördüler) düşmanlarının toplanıp Medine-i Münevvere’ye doğru harekette bulunduklarını müşahede ettiler (dediler ki: Bu, bize Allah’ın ve O’nun Resûlünun vâd ettiğidir) Allah Teâlâ ve onun muhterem Peygamberi buyurmuştur ki: Hak yolunda bir takım eski milletler gibi zahmetlere katlanmalısınız ki, cennete girebilesiniz, ve dikkatli olunuz ki, Allah’ın zaferi yakındır ve size karşı toplamp cephe alacak düşman ordularına siz galip olacaksınızdır, sonunda galibiyet size âittir. (Ve Allah ve Resûlü doğru buyurmuştur) Elbette ki, o müminlere vâ’dedilmiş olan galibiyet tecelli edecektir. Nitekim etmiştir. Mekke-i Mükerreme fethedimiş, nice düşman ülkesi müslümanların eline geçmiştir. (ve onlar için) O samimi müminlere o gördükleri müthiş düşman kuvvetleri (başka değil) ancak Allah Teâlâ’ya (imânı) ve Yüce mâbud’un emirlerine(teslimiyeti arttırmış oldu) ilâhi takdire razı oldular, ilâhi vâdin gerçekleşeceğine kani bulundular, savaş meydanına atılmaktan asla çekinmediler, dinî sağlamlıklarını bu şekilde de göstermiş oldular.

23. Müminlerden bir kısım erler vardır ki, Allah’a karşı üzerine muahedede bulundukları şeyde sâdık oldular. Artık onlardan öylesi vardır ki, adağını ödedi ve onlardan öylesi de vardır ki, gözetiyor. Hiçbir şekilde değiştirmemişlerdir.

23. Bu mübârek âyetler de münafıkların aksine olarak müminlerin güzel vasıflarını ve yapmış oldukları ahtlara riayetkâr bulunduklarını ve bu sâdıkâne hareketlerinin mükâfatina ereceklerini bildiriyor. Tövbe etmeyen münafıkların da azaba uğrayacaklarını ve kâfirlerin bir hayra nâil olmayarak savaştan heyecanlı bir hâlde geri bırakıldıklarını, ehli imânın ise savaşlarında Allah’ın kudreti ile muvaffak olduklarını haber veriyor. İslâm düşmanlarına yardım eden ehli kitabın da mağlup olarak kal’alarının ellerinden çıkarılmış, bir kısmının öldürülmüş ve bir kısmının da esir düşmüş olduğunu ihtar ediyor. Müslümanların da o gibi kâfirlerin yurtlarına, varlıklarına sahip ve gelecekte nice yerlere de hâkim olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Yukarıdaki âyetlerde zikredilen ve edilmeyen samimi (müminlerden bir kısım erler vardır ki) onlar (Allah’a karşı üzerine muahedede bulundukları şeyde sâdık oldular) Resûl-i Ekrem’e verdikleri sözde durdular, din düşmanları ile savaşta bulundular. (Artık onlardan öylesi vardır ki, adağını) teahhüt ettiği muameleyi (ödedi) ona hakkiyle riâyette bulundu, hak yolunda cihada atıldı, şehitlik şerefine nâil oldu. Hz. Hamza, Enes İbni Mâlik, Musab İbni Ümeyr gibi sehâbe-i kiram bu cümledendir. (Ve onlardan öylesi de vardır ki, gözetiyor) Adağını, sözünü yerine getirmek için takdir edilen günü beklemektedir. Hz.Osman, Hz. Talha gibi zâtlar da bu cümledendir. Bunlar da Uhud savaşında ve diğerlerinde Resûl-i Ekrem’e pek çok yardımda bulunmuşlar, büyük kahramanlıklar göstermişler, daha sonra şehit olmuşlardır. Yüce Allah onların hepsinden razı olsun!. Ve bu zâtlar (hiçbir şekilde) sözlerini, hak yolundaki azim ve gayretlerini (değiştirmediler) sözlerinde durarak İslâmiyet uğrunda birçok fedakârlıklar gösterdiler.

24. Tâki, Allah sâdıkları sadakatları sebebiyle mükâfatlandırsın. Münafıkları da dilerse cezalandırsın veya onlara tövbe nasib etsin. Şüphe yok ki, Allah çok yarlıgayıcıdır, çok merhametlidir.

24. İşte söze riayet edilip edilmemesine dair durumlar, öylece meydana gelmiştir. (tâki Allah sadıkları) Sözlerinde duran müminleri bu (sâdakatları sebebiyle mükâfatlandırsın.) Ahirette nice nimetlere nâil buyursun (münafıkları da) kendilerinden meydana gelen haince halleri, sözleri sebebiyle (dilerse muazzep kılsın) onlara tövbe nâsip etmesin. (veya) Dilerse (onlara tövbe nâsip etsin) onları azaptan kurtarsın, haklarında hikmetin gereği ne ise o meydana gelsin (şüphe yok ki, Allah çok yarlıgayıcıdır) tövbe eden kullarını mağfiretine nâil buyurur ve o Yüce Yaratıcı (çok merhametlidir) kullarına tövbe etmelerini emretmesi ve tövbelerini kabul buyurması da o Hikmet Sahibi Yaratıcının pek büyük rahmet ve şefkatinin bir tecellisidir. Biran evvel tövbekâr olarak bu rahmete nâil olmaya çalışmalıyız.

25. Ve Allah, kâfir olan kimseleri öfkeli oldukları halde geri çevirdi, bir hayra kavuşamadılar. Ve Allah, müminlere savaşta muvaffak olmaları için kâfi oldu. Ve Allah Teâlâ pek kuvvetlidir, pek galiptir.

25. (Ve Allah) Teâlâ Hazretleri o Hendek savaşında (kâfir olan kimseleri) öyle toplanıp Medine-i Münevvere üzerine saldırmak isteyen İslâm düşmanlarını (öfkeli oldukları halde)maksatlarına nâil olamayıp bozguna uğramaya mecbur, fevkalâde üzüntülü, heyecana mağlup bir şekilde (geri çevirdi) muhasarayı bırakarak eliboş ve ziyana uğramış bir şekilde dönüp gittiler. Artık o kâfirler (bir hayra kavuşamadılar) ne dinî ve ne de dünyevî bir faide elde edemiyerek zelilce bir vaziyette kalmış oldular. (Ve Allah, müminlere savaşta muvaffak olmaları için kâfi oldu) onları rüzgârlar ile, melekler ile perişan ederek başarıya nâil buyurmadı (ve Allah Teâlâ pek kuvvetlidir.) dilediğini vücude getirmeğe kâdir ve (pek galiptir) herşey üzerinde galibiyet, hâkimiyeti geçerlidir.

26. Ve ehli kitaptan olup da onlara yardımda bulunanları kal’alarından indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Bir tâifeyi öldürüyordunuz, bir tâifeyi de esir alıyordunuz.

26. (Ve) O Hendek savaşında (ehli kitaptan olup da onlara) o Medine-i Münevvere civarına gelen düşman kuvvetlerine (yardımda bulunanları) o müşriklere yardımda bulunmak isteyenleri ki, bunlar Kureyze Yahudi’leriyle onlar ile beraber bulunan Nadir oğulları Yahudilerinden ibaret bulunuyordu. Cenab-ı Hak bunları (kal’alarından indirdi) onları o müstahkem yerlerinden mahrum bıraktı, onları bilahara ehli İslâm’a nasip buyurdu (ve kalplerine korku düşürdü) kendilerini öldürmeğe çocuklarını, kadınlarını esârete mâruz bırakmış oldular. Artık ey İslâm erleri!. Siz o hainlerden (bir tâifeyi öldürüyordunuz) onların erkeklerini öldürüverdiniz ve onlardan (bir tâifeyi de esir alıyordunuz) bunlar da çocuklar ile kadınlardan ibâret bulunuyorlardı.

27. Ve sizi onların yerlerine ve yurtlarına ve mallarına ve daha kendisine ayak basmadığınız bir yere vâris kıldı ve Allah Teâlâ herşey üzerine tamamiyle kadir bulunmaktadır.

27. (Ve) Ey müminler!. Hak Teâlâ (sizi onların) O İslâmiyet düşmanı kimselerin (yerlerine veyurtlarına ve mallarına) varis kıldı. Onların servetlerini, bağlarını ve bahçelerini size nâsip buyurdu (ve daha kendisine ayak basmadığınız bir yere) de sizi (varis kıldı) burası, tefsircilerin çoğuna göre Hayber kal’asıdır veya Fars ve Rum ülkeleridir ve İkrime’den rivâyet olunduğuna göre de kıyamete kadar müslümanlar tarafından fethedilecek olan herhangi bir yerdir. Nitekim daha sonra İslâm orduları bir nice kıt’aları fethe muvaffak olmuşlardır. İşte Kur’an’ın ebedî bir mucize olduğu bu şekilde de gerçekleşmiş bulunmaktadır. (ve Allah Teâlâ herşey üzerine tamamiyle kaadir bulunmaktadır) onun kudreti ezelidir, ebedidir. Her irâde buyurduğu şeyi yüce kudretiyle meydana getirir, dilediği kuvvetleri her türlü zaferlere, nimetlere nâil buyurur. Buna inanmışızdır. Hendek sayaşı: Hicretin beşinci senesi meydana gelmiştir. Şöyle ki: Kureyş taifesi Yahudi’lerin teşvikiyle bir takım kabileleri ittifakları içine alarak onbin kişiden fazla bir kuvvetle Medire-i Münevvere’ye doğru hareket etmek istediler. Bundan haberdar olan Resûl-i Ekrem, Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz, Eshab-ı Kirami ile istişarede bulundu, Selmanı Farisi Hazretlerinin tavsiyesi üzerine Medine-i Münevvere’nin düşmaların gelecekleri tarafına iki hafta içinde bir hendek kazdılar, savunma vaziyeti aldılar. İşte bu esnada Yüce Peygamber Efendimiz ümmetinin birçok yerleri fethe muvaffak olacaklarını eshab-i kiramına müjdelemişti. Aralarında bulunan münafıklar ise: “Muhammed -Aleyhisselâm- birçok fetihlere kavuşmaktan bahsediyor, biz ise hendeğin içinden dışarıya çıkamıyoruz” diye alay ediyorlardı. Düşmanlar Medine-i Münevvere’ye yaklaşınca hendeği görüp şaşırdılar. O zamana kadar Arabistan’da bu usul görülmemişti, hendeği geçip gelmek isteyenler alttan oklar ve taşlar ile men ediliyorlardı. Bu muhasara onbeş gün devametmişti, sonra şiddetli bir fırtına çıkmış, artık düşman orduları perişan bir hâlde kalıp dağılmışlardı. Bu ordu birçok kabilelerden oluşmuştu. Necd bölgesindeki Gatfan, Beni Süleym, Beni Esed ve Eşça’ kabilleri, Beni Nadir ve Beni Kureyze Yahudileri de bu cümledendir. Asıl bunlar, o düşman ordusunu teşvikte bulunmuşlardı. İşte düşman ordusu öyle bir takım tâifelerden müteşekkil olduğu için bu Hendek savaşına “Ahzab Savaşı” denilmiştir. “Beni Nadir” Yahudi milletinden ve Harun Aleyhisselâm’ın neslinden bir kabile idi. Medine-i Münevvere’ye iki mil uzak olan “Zühre” adındaki bir nahiyede otururlardı. Muhkem kalaları vardı. Resûl-i Ekrem’in aleyhinde bulunmamak üzere bir sözleşme yapmışlardı. Daha sonra yine münafıkların teşvikiyle müslümanlara karşı düşmanlığa başlamışlardı. Daha sonra yine münafıkların teşvikiyle müslümanlara karşı düşmanlığa başlamışlardı. Hz. Peygamber’in hicretinin dördüncü senesi, Resûlullah tarafından nâhiyeleri kuşatıldı, eman dileyerek bir kısmı Hayber’e ve bir kısmı da Şam ile Filistin tarafına gittiler. Kal’aları ve bir kısım malları müslümanların ellerine geçmiş oldu, ensar-ı kiram muhacirin güzinin ihtiyaçlarını göz önüne alarak o malların muhacirlere verilmesini istediler, Hz. Ebu Bekr’de ensar-ı kirama karşı teşekkürde bulunmuş ve o vakit ensar-ı kiramın fezâili hakkındaâyeti kerimesi nâzil olmuştu. İşte bu Nadir Yahudileri de bu Hendek savaşının olması için düşmanları teşvikte bulunmuş, müslümanlara saldırmak istemişlerdi. “Kureyze oğulları” da bir Yahudi tâifesi idi. Medine-i Münevvere’nin civarında bir nahiyede bulunuyorlardı. Orada sağlam kal’aları var idi. Evvelce Resûl-i Ekrem ile birantlaşma yapmışlardı. Daha sonra bu antlaşmaya aykırı olarak Hendek savaşında düşmanlar ile birleşmişlerdi. Binaenaleyh hendek savaşı sona erince hemen Cibril-i Emin gelmiş, Resûl-i Ekrem’in Kureyze oğulları üzerine derhal yürümesi için Allah tarafından bir emir getirmişti. Yüce Peygamber Efendimiz de tekrar silahlanarak üç bin kadar eshab-ı kiramı ile Kureyze oğulları üzerine yürüdü, sancağı şerifi, Hz. Ali taşıyordu, kal’aları onbeş gün kadar kuşatma altına alındı. Onlar kendilerine evvelce verilen nasihatları dinlememiş, sonra da düşman ordusuna yardım etmişlerdi. Bu defa antlaşmayı bozmuş olduklarını itiraf eylediler ve ensar-ı kiramın en büyüğü olan “Sad ibni Muaz” Radiallahu Anh’ın vereceği hükme râzı olduklarını söylediler. O zat da “Kureyze oğulları”ndan eli silâh tutan erkeklerin idamına, çocukları ile kadınlarının da esir alınmasına karar verdi. Onlar bu şekilde lâyık oldukları cezaya kavuştular. Arazileri de ensarı güzînin rızalariyle muhacirin kirama verildi.

28. Ey Peygamber! Eşlerine de ki: Eğer siz dünya hayatını ve ziynetini diliyorsanız haydi geliniz, size boşanma bedelinizi vereyim ve sizi bir güzelce salıvermekle salıvereyim.

28. Bu mübârek âyetler de takva ile, Allah’ın emrine saygılı olmakla vasıflanmış olan Resûl-i Ekrem’in şefkat ile de tam manasiyle vasıflanmış olduğunu gösteriyor ve eşlerinin şefkate pek lâyık olduklarına ve özellikle Yüce Peygamberin eşi olmak şerefine sahip olanların özel önemlerine işaret için onların haklarında yapılacak muameleyi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey Merhametli Resûl!. (Eşlerine de ki: Eğer siz dünya hayatını ve ziynetini diliyor iseniz) dünyadaki pek geniş nimetleri, refahı ve bir takım boş alayişi, haddizatında kıymetsiz süsleri arzu eyliyor iseniz (haydi geliniz) hemen bana haber veriniz, arzunuzusöyleyiniz (size boşanma bedelinizi vereyim) icabeden mehrinizi ödeyeyim (ve sizi bir güzelce salıvermekle salıvereyim) size bir zahmet vermeden, bir hiddet göstermeden sizi nikahım altından kolayca bırakayım.

29. Ve eğer siz, Allah’ı ve Resûlünü ve ahiret yurdunu diliyor iseniz elbette ki, Allah sizlerden güzel amellerde bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

29. (Ve eğer siz) Ey Yüce Peygamber’mn eşleri! (Allah’ı ve Resûlünü ve ahiret yurdunu diliyor iseniz) öyle yüksek temennilerde bulunuyor iseniz (elbette ki, Allah sizden güzel âmellende bulunanlar için) Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine razı, kulluk şânına lâyık ibadetlere devam edenlere mahsus (büyük bir mükâfat hazırlamıştır) onlar dünyada da, ahirette de selâmet ve saadet için yaşarlar, ahirette tasavvurların üstunde nimetlere, derecelere nâil olurlar.

30. Ey Peygamberlerin eşleri! Sizden hangi biri haddızatında açık bir kötülüğü meydana getirirse onun için azap, iki katlanır. Ve o, Allah’a kolay olmuştur.

30. (Ey Peygamberin eşleri!.) Ey o Yüce Resûlün öyle emsalsiz bir şerefe sahip olan eşleri!. (sizden hangi biri haddizatında açık) olan (bir kötülüğü yaparsa) söz veya fill olarak bir günahı işlerse, meselâ: Resûl-i Ekrem’e karşı itaattan kaçınırsa, dünyanın fani varlığını, ziynetini ister durursa (onun için azap iki kat katlanır) çünkü en büyük bir şerefe, bir nimete nâil bulunmuş oldukları halde onun kadrini bilmemiş olacakları için elbette ki, başka kadınlara nisbetle kendilerinin cezası ziyade olmak gerekir. Mesela: Bir hür kimsenin cezası, bir kölenin cezasından çok olur, bir âlimin kusurundan dolayı cezası, bir cahilin cezasından ziyâde bulunur. Artık Resûl-i Ekrem’in eşi, olmak ise ne kadar büyük bir şereftir, nimettir, bunun değerini bilmeyen, inkârcı bir vaziyet olan birkimse kat kat cezya lâyık olmaz mı?. Evet.. Bu yoldaki bir ilâhî tehdit de o muhterem eşler hakkında bir ilâhi lütufdur ki, onların uyanmasına vesiledir, insanlık icabı bir kusurda bulunacak olurlarsa hemen nâdim ve pişman olarak Hz. Peygamber’in rızasını kazanmaya çalışsınlar. (ve o) öyle iki kat ceza vermek (Allah’a kolay olmuştur) onların öyle bir eşlik şerefine sahip olmaları, kendilerini o halde cezadan kurtaramaz. Cenab-ı Hak, kulları hakkında dilediği gibi mükâfat ve ceza verebilir, buna kimse engel olamaz. “Bu mübârek âyetlerin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: Bu esnada Hz. Peygamber’mn dokuz muhterem eşi nikâhı altında bulunuyordu. Düşmanlar mağlup olmuş, onların birçok malları ve eşyaları müslümanların eline geçmişti. Bu muhterem eşlerinden bazıları nafakalarının arttırılmasını, kendilerine ziynetli elbiseler vesaire verilmesini arzuda bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu, Resûl-i Ekrem de evvela Aişe annemizden başlayarak Resûl-i Ekrem’in nikahı altında kalıp kalmamak hususunda onların serbest bulunduklarını kendilerine tebliğ buyurdu. Evvela Hz. Aişe, sonra da diğer temiz eşleri: “Hayır biz Allah’ı, Resûlunu ve ahiret yurdunu tercih ederiz” dediler, Resûl-i Ekrem’e evvelâ muhabbet ve bağlılıklarını gösterdiler. Onların bu pek samimi ve temiz tercihleri Allah katında şükrâna lâyık görülmüş, artık Resûl-i Ekrem’in de onların üzerine başka eş edinmemesi ve onlardan ayrılmaması emr edilmiş oldu. “Resûl-i Ekrem’in ahirete irtihali zamanına kadar nikahı altında bulunan dokuz muhterem eşleri şunlardır:

(1): Hz. Âişe Binti Ebi Bekr.

(2): Hafza Binti Ömeril Farik.

(3): Ümmi Habibe Binti Ebi Sefyan.

(4): Ümmü Selem Binti Ebi Ümeyye.

(5): Sevde Binti Zem’a.

(6): Zeynep Binti Cehş.

(7): Meymune Bintül’ Haris.

(8): Cüveyre Bintü’l Haris.

(9): Vasfiyye Binti Huyey. Resûl-i Ekrem’in ilk eşi olan Hz. Haticeile Zeyneb binti Huzeyme adındaki muhterem diğer bir eşi ise Hz. Peygamber’in irtihalinden evvel vefat etmişlerdir. Allah onlardan razı olsun “İbni Hişam’ın es-siretu’n-Nebeviyye” “Peygamber Efendimizin ilk eşi Haticetülkübra annemizdir. Kadınlardan ilk evvel İslâm ile şereflenen O’ur. Hz. Peygamber’e çok hizmette bulunmuştur, bütün temiz eşlerinin en üstünüdür, Peygamberimizin İbrahim adındaki oğlundan başka bütün çocukları, Hz. Hatice’den dünyaya gelmiştir. Fatimetüzehra Hazretlerinin annesidir. Fahri Âlem Hazretleri elli yaşına kadar başka bir kadınla evlenmemiştir. Böyle gençlik zamanı geçtikten sonra çeşitli kadınlar ile evlenerek onları da müminlerin anneleri dizisine idhâl katması bir nice menfaatlere, hikmetlere dayanmaktadır. Hz. Aişe’den başka eşleri, yaşlı ve dul bulunmuşlardı. Onlar ile evlenmesi, haşâ; nefsani bir meyle dayanmış değildi, bilakis bir şefkat ve merhamet eseri idi. Evet.. Peygamberimizin bu evlenmesi, şehit olan eshab-ı kiramın eşleri hakkında bir şefkat olmuştu, onları sefaletten, ihtiyaçtan kurtarmıştı. Bununla beraber Resûl-i Ekrem’in âile münasebetine ve diğer bir hayli hususlara ait fiil ve sözleri, ancak bu muhterem eşleri vasıtasiyle bilinerek birçok şer’i hükümlerin ortaya çıkarılmasına sebep olmuştur. Resûlullah’ın temiz eşleri hakkında “Muvazzah ilmî kelâm dersleri” adındaki âcizane eserimde oldukça geniş bilgi vardır. “Mehr; Karının nikâh akdi ile kocasından almaya hak kazanmış olduğu maldır. Miktarı belirlerirse “Mihri Müsemma” adını alır. “Mihr” belirlenmeksizin veya mehr verilmemek üzere nikah akdedilse koca ile karıdan bir vefat edince veya analarında cinsel ilişki veya halveti sahihe gerçekleşince kocanın üzerine mehri misl lâzım gelir. Fakat karı daha sonra dilerse o mihri kocasına bağışlayabilir. Sahih bir nikâhta mehr belirlenmediği takdirde cinsel yaklaşmadan veya halveti sahihagerçekleşmeden boşama vaki olursa mehni mislin yarısını geçmemek üzere boşama bedeli lâzım gelir.

§ Mut’a yetecek kadar azık, istifade olunacak şey ve faidelendirmek manasınadır. İstılâhta koca tarafından boşadığı karısına verilecek üç veya beş parça elbisedir. Üç olduğuna göre bir başörtüsü, bir gömlek, bir de çarşaftır. Beş olduğuna göre de bir entari ile diğer bir giysi daha ilave edilir. Bunların kıymeti de verilebilir.

§ Mehri misl; Karının babası tarafından ve olmadığı takdirde beldesi ahalisinden akit tarihinde yaş, güzellik, bekaret gibi vasıflarda akran ve emsâli kadınların mehridir. Miktarı peşin verilen mihre “Mehri Muaccel” peşin olmayan mehre de müeccel denilir.

31. Ve kim ki, sizden Allah için ve Peygamberi için itaat ederse ve güzel amelde bulunursa ona mükâfatını iki defa veririz ve onun için bol bir rızk hazırlamışızdır.

31. Bu mübârek âyetler de üzerlerine düşen dinî vazifeleri ifa ile vasıflanmış olan temiz eşlerin kat kat sevaba nâil ve büyük bir geçime muvaffak olacaklarını müjdeliyor. Ve onların diğer kadınlar arasında büyük bir üstünlüğe sahip olduklarını ve ne kadar temizce bir tarzda konuşup hareket edeceklerini telkin buyuruyor. Ve o muhterem annelerimizin hanelerinde ikamet edeceklerini, câhiliyye merâsiminden uzak bulunmalarını ve namazlarını edâ edip, zekatlarını vererek bir hayat temizliği içinde yaşayacaklarını ve kendi hanelerinde okunan ayetleri, hikmetleri hatırlamakla mükellef bulunmuş olduklarını beyân buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey Resûl-i Ekrem’in muhterem eşleri!. (kim ki, sizden Allah için ve Peygamberi için itaat ederse) takvada ve güzel geçinmede bulunursa, Hz. Peygamber’e karşı hürmetten, itaattan ayrılmazsa (ve güzel amelde bulunursa) üzerine düşen dinî vazifelerini güzelce ifâyaçalışırsa (ona mükâfatını iki defa veririz.) onu dünyada da, ahirette de nimetlere kavuştururuz. Çünkü onları, hem ibadet ve itaatte bulunmuş, hem de Yüce Peygamber’in rızasını isteyerek onunla güzelce geçinmeye devam etmiş olacakları için kat kat sevaba, mükâfata liyakat kazanmış olurlar. (ve onun için) öyle ahlaki yüceliklere sahip bir peygamber eşi için (bir bol rızk hazırlamışızdır.) O, ahirette olacağı gibi dünyada da hoşnutluğunu câlip muazzam bir rızka, bir geçim vasıtasına nâil olacaktır. Bu ilâhî vâd tahakkuk etmiştir. Şöyle ki: Daha sonra İslâm orduları birnice kâfirlerin yurtlarını feth ve nice hazinelerini elde temiş, bütün müslümanlar büyük servetlere kavuşmuşlardır. Özet olarak Ömerü’l-Faruk, Radiallahu Anh’ın zamanı hilafetinde bütün müslümanlara bol bol erzak verilmiş, hatta meme emer çocuklara bile tahsisat yapılmış ve özellikle Resûlullah’ın temiz eşlerinin birine yıllık bin dinar tahsis edilmiş, Hz. Aişe annemizin Resûlullah’ın katındaki büyük mevkiine hürmeten onun için yıllık yirmibeş bin dinar tahsis edilmek istenilmişti. Fakat o muhterem annemiz, bunu kabul etmemiş, kendi arkadaşları olan diğer peygamber eşlerinden fazla birşey almaktan kaçınmış, pek büyük bir eşitlik örneği göstermişti. Allah onlardan razı olsun. Essiracül-Münir.

32. Ey Peygamberin eşleri! Siz kadınlardan hangi biri gibi değilsinizdir, eğer takva sahibi bulunuyor iseniz. Lâkırdıyı yumuşakça yapmayınız, sonra kalbinde bir fesat bulunan tamaa düşer ve güzel söz söyleyin.

32. (Ey Peygamberin eşleri!.) Ey o bir şerefe sahip olan muhterem müslüman hanımları!. (siz) diğer (kadınlardan hangibiri gibi değilsinizdir) sizin kadriniz pek yücedir, sizin fazilet ve şerefiniz pek büyüktür, eğer siz (takva sahibi bulunuyor iseniz) Cenab-ı Hak’kın hükmüne muhalefetten, Resûl-iEkrem’in rızasına aykırı hareketten kaçınıyor iseniz, öyle bir imtiyaza sahip bulunmuş olursunuz. Binaenaleyh insanlar ile konuşurken, bir yabancı erkeğin işiteceği bir (Lâkırdıyı yumuşakca yapmayınız) tatlıca bir şîve ile ifadei merâmda bulunmayın (sonra kalbinde bir fesat bulunan) kalbi nifaka, kötü meyillere hazır olan kimse (tamaa düşer) hürmet duygusundan mahrumiyetler içinde kalarak kendisi bir haince etki altında kalır (ve) siz ey muhterem temiz eşler!. Daima (güzel söz söyleyin.) İslâm terbiyesi icaplarına uygun olup yanlış düşüncelere sebebiyet vermeyecek bir tarzda konuşmaktan ayrılmayınız.

33. Ve hânelerinizde oturunuz ve evvelki cahiliye zamanındaki açılış gibi açılıvermeyiniz ve namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz ve Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz ve ey ehli beyt! Allah sizden ancak kiri götürmek ve sizi tertemiz kılmak dilemektedir.

33. (Ve) Ey muhterem Resûlullah’ın eşleri!. (hânelerinizde oturunuz) Kendi mübârek evlerinizde ikâmette bulunmaya devam ediniz. (ve evvelki câhiliyye zamanındaki açılış gibi açılıvermeyiniz) Meselâ: Hz. İsa ile Hz. Muhammed -Aleyhimesselâmın aralarındaki fetret devrelerinde yaşamış olan gayrı müslim kadınların vaziyetini takınmayınız. Onlar, örtünmeye riayet etmez, açık saçık gezerek ziynetlerini ona, buna gösterir, mağrunâne bir vaziyet alırlardı. Böyle bir hareket ise insanlık terbiyesine aykırıdır, hiçbir kadın için uygun değildir. Özellikle Yüce Resûl’ün âilesinden bulunmak şerefine sahip olan muhterem bir şahsiyet için böyle bir vaziyette bulunmak elbette ki, asla münâsip değildir. (ve) Ey Resûl-i Ekrem’in faziletli eşleri!. (namazı dosdoğru kılınız) Çünki namaz en büyük bir ibâdettir. Namaz, insanı her türlü fahşi hareketlerden, çirkin amellerden men’eder, alıkor. (ve zekâtı veriniz) bu da mühim bır malîibadettir, bu şekilde insanlığa hizmette bulunmuş, başka kadınlara da bir uyulacak örnek teşkil etmiş olursunuz. (ve Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz) her hususta Allah Teâlâ’nın ve Cenab-ı Peygamber’in emirlerine, tavsiyelerine uymaktan ayrılmayınız, sizin ebedî şeref ve saadetiniz buna bağlıdır. (ve ehli beyt!.) Ey Yüce Resûl’ün hanei saadetinden bulunmak şerefine nâil olan muhterem müslüman hanımlar!. Ve ey o yüce haneye mensub olan erkekler ve kadınlar.. (Allah sizden ancak kiri götürmek) Şerefinizi ihlal edecek günahları, şeytani vesveseleri yok etmek (ve sizi tertemiz kılmak) sizi bütün lekelerden, hissi ve manevî noksanlıklardan uzak ve temiz bir halde bulundurmak (dilemektedir) bütün bu emirler, yasaklar böyle birer hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Artık şüphe yok ki, böyle bir ilâhi korumaya nailiyet için ilâhi emirlere, yasaklara riâyet etmek ve o Yüce Yaratıcıya daima şükür arzında bulunmak en mühim bir kulluk vazifesidir.

§ Teberruc; Salınmak, ziyneti ve güzelliği göstermektir, kendisini tezyin ettikten sonra dışarıya çıkıp süsünü, endam ve alayişini erkeklere göstermektir, açık-saçık bir hâlde gururluca gezmektir, güzellik, ziynet itibariyle bir feleki burç gibi kendisini göstermeğe çalışmaktır.

34. Ve hânelerinizde Allah’ın ayetlerinden ve hikmetten okunanları hatırlayınız. Şüphe yok ki, Allah herşeyin iç yüzünü bilendir.

34. (Ve) Ey muhterem temiz eşler! (hânelerinizde) Resûl-i Ekrem vasıtasiyle (Allah’ın ayetlerinden) Kur’an-ı Kerim’den (ve hikmettin) Hz. Peygamberin sünnetinden, hadis-i şeriflerden, veya Kur’an-ı Kerim’e ait hükümlerden, öğütlerden (okunanları hatırlayınız) kendi nefslerinizde onları güzelce düşününüz veya onları başkalarına vaaz ve tâlim için telkin buyurunuz (şüphe yok ki, Allahlâtiftir) hakkınızda lütf ve yardımı pek çoktur, o sayededir ki, öyle bir Yüce Peygamber’in ailesinden bulunmak şerefine nâil bulunuyorsunuz ve o Yüce yaratıcı (hâbir bulunmaktadır) bütün mahlûkatının hallerini bilmektedir. Sizin de bütün hal ve hareketleriniz Allah katında tamamen malûmdur. Üzerlerinize düşen vazifelere riayetinizin mükâfatına elbette ki, sizleri nâil buyuracaktır.

35. Şüphe yok ki, İslâmiyet’i kabul eden erkekler ve İslâmiyet’i kabul eden kadınlar ve imân eden erkekler ve imân eden kadınlar ve itaate müdavim, erkekler ve itaate devam eden kadınlar ve sadakatli erkekler ve sadakatli kadınlar ve sabırlı erkekler ve sabırlı kadınlar ve hak için mütevazi erkekler ve tevazuda bulunan kadınlar ve sadaka veren erkekler ve tesaddukta bulunan kadınlar ve oruç tutan erkekler ve oruçlu kadınlar ve namuslarını koruyan erkekler ile muhafaza eyleyen kadınlar ve Allah Teâlâ’yı çokca zikireden erkekler ve zikireyleyen kadınlar var ya onlar için Allah Teâlâ bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

35. Bu mübârek âyet de, on büyük vasıf ile vasıflanmış olan erkeklerin ve kadınların ilâhi mağfirete nâil olacaklarını ve büyük bir mükâfata aday bulunduklarını şöylece müjdelemektedir. (Şüphe yok ki, İslâmiyet’i kabul eden erkekler ve İslâmiyet’i kabul eden kadınlar) yani: İslâmiyet’e dahil ve Allah’ın hükmüne boyun eğmiş olan erkekler ile kadınlar, bu birinci vasfa sahip bulunanlar (ve imân eden erkekler ve imân eden kadınlar) tasdik edilmesi gereken dinî hükümleri, hakikatları tasdik edici bulunan erkekler ile kadılar, bu ikinci vasıf ile de nitelenmiş olanlar (ve itaate devam eden erkekler ve itaate devam eden kadınlar) îman ve İslâmiyet hususunda ihlas sahibi olan erkekler ve kadınlar, bu üçüncü vasfı da kazananlar (vesadakatli erkekler ve sadakatli kadınlar) söz ve amel bakımından doğruluktan ayrılmayan erkekler ile kadınlar, böyle dürdüncü bir vasfa da sahip bulunanlar (ve sabırlı erkekler ve sabırlı kadınlar) ibadet ve itaat hususunda, günâhlardan kaçınmak hususunda sabr ve sebata sahip olan erkekler ile kadınlar, böyle beşinci bir vasıf ile de vasıflanmış bulunanlar (ve hak için mütevâzi erkekler ve tevazuda bulunan kadınlar) Allah için kalpleriyle, bütün bedeni azalarıyla, Allah korkusundan, tevâzudan ayrılmayan erkekler ile kadınlar, böyle altıncı bir vasıf ile de donanmış bulunanlar (ve sadaka veren erkekler ve tasaddukta bulunan kadınlar) mallarından harcayan, zekat gibi, sadaka gibi malî vazifelerini gizli ve açık olarak yerine getiren erkekler ve kadınlar, böyle yedinci bir vasıf ile de vasıflanmış bulunanlar (ve oruç tutan erkekler ve oruçlu kadınlar) farz ve nafile kabilinden oruç tutanak kalbi temizlemeye çalışan erkekler ve kadınlar, bu gibi sekizinci bir vasıf ile nitelenmiş olanlar (ve namuslarını muhafaza eden erkekler ile) namuslarını (muhafaza eyleyen kadınlar) haram şeylerden, gayrı meşru arzulardan nefslerini korumaya muvaffak olan erkekler ve kadınlar, böyle dokuzuncu bir vasfa, bir ahlâk temizliğine sahip bulunanlar (ve Allah Teâlâ’yı çokca zikreden erkekler ve zikreyleyen kadınlar) kalpleriyle ve lisanlariyle vakit vakit Allah’ı zikre devam eden, bu güzel onuncu vasf ile de ruhlarını aydınlatmaya muvaffak bulunmuş olan zâtlar, gerek erkek ve gerek kadın olsunlar, var ya!. Onlar, Allah katında ne kadar makbul, selâmet ve saadete namzet kullardır!. Evet.. (onlar için Allah Teâlâ bir mağfiret) hazırlamıştır. O güzel amelleri inançları sebebiyle, birnice küçük günahları af edilecek ve örtülecektir. (ve) Cenab-ı Hak (onlar için) o güzel ibadet ve itaatları sebebiyle (pek büyük bir mükâfat) da (hazırlamıştır) o mükâfata mutlaka nâilolacaklardır. Ne büyük bir ilâhi lütuf!. Her mükellef insan erkek olsun, kadın olsun, bu yüce gayeyi düşünmeli, üzerine düşen dinî, ahlaki vazifelerini bir şevk ve gönül rahatlığı ile ifâya çalışmalıdır. “Bir rivayete göre Peygamber Efendimizin “Ümmü Seleme” adındaki muhterem eşi, demiş ki: Ya Resûlullah!. Ne için Kur’an-ı Kerim’de erkekler zikredildiği gibi biz kadınlar zikredilmiyoruz?. Sonra bir gün kulak vermiş dinlemiş ki: Resûl-i Ekrem, minberde cemaate hitaben bu âyeti kerimeyi okuyor. Diğer bir rivâyete göre de Peygamber Efendimizin muhterem eşleri hakkında ayeti kerime nâzil olunca diğer İslâm kadınlar: “Bizim hakkımızda neden birşey nazil olmadı” diye telâşa düşmüşler, kendilerinin de güzel amellerinin makbul olup olmadığını anlamak istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, o güzel vasıflar ile nitelenmiş olanların -gerek erkek ve gerek kadın bulunsunlar- Cenab-ı Hak’kın lütfuna mazhar olacakları kendilerine tebşir buyurulmuştur.

36. Ve bir mümin ve bir mümine için sahîh değildir ki, Allah ve Resûl bir işe hükmettiği vakit onlar için kendi işlerinden dolayı o ilâhî hükme karşı bir seçme hakkı olsun. Ve her kim Allah’a ve Peygamberine isyân ederse artık apaçık bir sapıklık ile sapıtmış olur.

36. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın ve Yüce Peygamber’in emr ve hükmüne muhalefetin câiz olmadığını bildiriyor ve Resûl-i Ekrem’in Hz. Zeynep ile evlenmesindeki hikmete ve cahiliye zamanına âit bir adetin ibtal edilmiş olduğuna işareti kapsamaktadır. Şöyle ki: (ve bir mümin bir mümine için sahih değildir ki,) uygun ve doğru olmaz ki, (Allah ve Resûl’ü bir işe hükmettiği vakit) bir muamelenin yapılmasını takdir ve emr buyurduğu zaman (onlar için kendi işlerinden dolayı) o ilâhi hükme, o peygamber emrine karşı aykırı (bir seçme hakkı olsun) bu aslacâiz olamaz. Onlar için bir vecibedir ki, Cenab-ı Hak ve onun Resûlü neyi tercih etmiş olurlarsa ona rıza ile tâbi olsunlar, ona muhalif reyde bulunmasınlar. (ve her kim Allah’a ve Peygamberlerine isyân ederse) hangi bir hususta muhalefet göstererek kendi görüşüne göre harekette bulunmak isterse (artık apaçık bir sapıklık ile sapıtmış olur.) pek açık bir hataya, bir günaha düşmüş bulunur. Binaenaleyh her müslüman için gereklidir ki, Allah Teâlâ’nın ve Resûl-i Ekrem’inin emir ve buyruğuna tam bir ihlas ile uysun. İsterse o emir ve buyruk görünürde bir meşakkati, bir kalbi isteklere aykırılığı gerektirsin. Çünkü, haddizâtında menfaat ve selâmetin kendisi o emr ve buyruğa uymaya bağlıdır.

§ Bu âyeti kerime, Hz. Zeynep Binti Cahş hakkında nazil olmuştur. Bu Zeynep Radiallahuanha Resûl-i Ekrem’in halası Ümeyme Binti Abdulmuttâlib’in kızı idi. Peygamber Efendimiz, bunu kendisine oğulluk edinmiş olduğu azatlısı Zeyd ibni Harise ile evlendirmek istemişti. Hz. Zeynep ise, yüksek bir tabiata sahip, Hz. Peygamber’in ailesine mensup olduğu için azatlısı bir köle ile evlendirilmesini garip görmüş “Ya Resûlullah!. Halanızın kızını kölenize mi lâyık görüyorsun..” demişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş. Resûlullah’ın emrine muhalefetin câiz olmadığını bildirmiş oldu. Hz. Zeynep de evlenme işini Peygamber Efendimize bıraktı, onun emrine uyarak Zeyd ile evlenmeyi kabul etti. Allah onlardan razı olsun!.

37. Ve hatırla o zaman ki: O kendisine Allah’ın nimet verdiği ve senin de kendisine ihsan ettiğin kimseye “eşini kendin için tut ve Allah’tan kork” diye diyordun ve kendi içerinde Allah’ın açığa çıkaracağı sesi gizliyordun ve insanlardan korkuyordun. Halbuki, korkmaya en fazla lâyık olan Allah’tır. Sonra Zeyd, o kadından alâkasını sona erdirince onu seninle evlendirdik. Tâki: Oğulluklarının alâkalarınıeşlerinden kestikleri zaman o eşlerde müminler üzerine bir darlık bir günâh olmasın ve Allah’ın emri yerine getirilmiş oldu.

37. (Ve) Ey Yüce Resûl!. (hatırla o zaman ki, o kendisine Allah’ın nimet verdiği) kendisini İslâmiyete nâil ve Hz. Peygamber’in huzurunda bulunarak güzelce bir terbiyeye muvaffak buyurduğu (ve senin de kendisine ihsan ettiğin) kendisini azat ederek oğulluk edindiğin (kimseye) Zeyd Bini Hârise’ye hitâben (eşini) Zeynep Radiallâhu Anha’yı (kendin için tut) nikahın altından ayırma (ve Allah’tan kork) eşlik hukukuna riâyet et. Onu boşuna (diyordun.) öyle bir tavsiyede bulunuyordun. (Ve kendi içerinde Allah’ın açığa çıkaracağı şeyi gizliyordun) Zeyd’in, eşi Zeyneb’i boşayacağını ve (senin) temiz eşlerine katılacağını bir ilâhi ilham biliyordun (ve insanlardan korkuyordun) bu ilâhi ilhamı insanlara bildirdiğin takdirde dedikoduda bulunacaklarını, hakkında suizân edeceklerini düşünüyordun. (halbuki, korkmaya en ziyâde lâyık olan Allah’tır) asıl Allah’tan korkmalıdır, ilâhi emre aykırı bir sözde, bir harekette bulunmamalıdır. Binaenaleyh ilâhi emir ve takdire dayanmış olan birşeyi insanlara haber vermekten korkmaya mahal yoktur. (sonra Zeyd o kadından) Hz. Zeynep’ten (alâkasını sona erdirince) onu boşayıp iddeti bitince, aralarında evlilik münasebeti kalmayınca (onu seninle evlendirdik) yani: Onu nikâhı altına almak için sana emrettik veya onu bir akt vasıtasiyle olmaksızın senin eşin kıldık, onu öyle güzel bir şerefe nâil buyurduk (tâki, oğulluklarının alâkalarını eşlerinden kestikleri zaman) o eşler ile evlenmek hususunda (o eşlerde müminler üzerine birer darlık) bir günah, bir mes’uliyet (olmasın) Yüce Peygamber bu hususta da bir uyulacak örnek bulunsun. Çünkü cahiliyet zamanında bir kimse kendi üvey annesiyle bile evlendiği halde azatlısı olan bir kölesinin vefatından veya boşamasından sonra eşiyle evlenemezdi. Bunucâiz görmüyorlardı. İşte bu cahlliyyet âdeti de bu ilâhi emir ile ortadan kaldırılmış bulundu. (ve Allah’ın emri yerine getirilmiş oldu) Zeynep Radiallâhu Anha’nın nikahı işi hakkındaki ilâhî takdir yerine gelmiş oldu. Evvela: Zeyd ile evlendirilmesi, sonra da Resûlullah’ın eşlerinden olmak şerefine nâil bulunması: bütün ilâhi takdirlerin birer tecellisinden başka değildir. “Zeyd Bin Haris’e Radiallâhu Anh, Zeynep Radiallahu Anh’a ile evlenmişti. Fakat Hz. Zeyneb’in yüksek bir aileye mensup ve kendisine karşı büyüklük gösterir bir vaziyette bulunduğunu takdir ederek onu daha sonra boşamıştı. Resûl-i Ekrem’in Zeynep Hazretlerine kalben bir meyil göstermiş olduğu iddia edilemez. Resûl-i Ekrem’in ahlakı, yüce yaratılışı buna mânidir. Öyle bir meyli bulunsa idi, onu daha evvel nikahı altına alabilirdi. Ancak o mübârek annemiz, vaktiyle Resûl-i Ekrem’in emrine itaat etmiş, sonra boşanarak üzüntülü kalmış ve Hz. Peygamber’in halası kızı bulunmuş olduğu için Yüce Peygamber Efendimiz onun hakkında bir iltifat ve bir teselli olmak üzere onu da mübârek eşleri arasında katmıştır. Hz. Aişe buyurmuştur ki: Diyanetce Zeyneb’ten hayırlı kadın yoktur. Takva sahibi ve doğru sözlü idi. Sılai rahme riayetkâr ve sadakası çok idi. Hz. Peygamberin hicretinin yirminci senesinde vefât etmiştir. Allah onlardan razı olsun.

38. Allah’ın kendisi için mukadder kıldığı bir şeyde Peygamber üzerine bir güçlük yoktur. Evvelce gelip geçmiş olanların haklarındaki ilâhî sünnet gibi ve Allah’ın emri yerine getirilmiş bir kader bulunmaktadır.

38. Bu mübârek âyetler de Yüce Peygamberimiz için Allah tarafından takdir edilmiş olan hangi birşeyden dolayı bir meşakkat, bir sorumluluk olmadığını bildiriyor. Bu gibi mukadderatın peygamberlik vazifesini ifa eden ve Cenab-ı Hak’tan başka hiçbir kimseden korkmayan diğer Yüce Peygamberlerhakkında da cari olmuş olduğunu haber veriyor. Ve Hz. Muhammed’in erkeklerden hiçbir kimsenin babası olmadığını, Bilen ve Yaratan Allah’ın bir resûlü ve peygamberlerin sonuncusu olduğunu beyân ile şânını yüceltmektedir. Şöyle ki: (Allah’ın kendisi için takdir ettiği) Nasip ve kısmet buyurduğu (bir şeyde) meselâ: Nikah meselesinde (peygamber üzerine bir güçlük yoktur.) bu, meşrudur, mukadderdir, bundan dolayı ümmetin fertleri hakkında bir güçlük olmadığı halde neden bir Yüce Peygamber hakkında bir güçlük bulunsun. Bu hal (evvelce gelip geçmiş olanların) evvelki Peygamberlerin (hakkında ilâhi sünnet gibi) dir. Onlar da kendileri için mübah olan şeyleri yapmışlardı. Mesela: Birden fazla eşlere sahip bulunmuşlardı. Bu cümleden olarak Dâvut Aleyhisselâm’ın yüz eşi ve üçyüz cariyesi, Süleyman Aleyhisselâm’ın da üçyüz eşi ve yediyüz de cariyesi var imiş. Artık Son Peygamber Hazretlerine öyle sınırlı birkaç eş neden çok görülsün?. Onlar eşleri hakkında her bakımdan adaleti, eşitliği uygulamaya kâdir ve onların varlıkları eşleri için ebedî saadete sebep bulunmuştur. (ve Allah’ın emri yerine getirilmiş bir kader bulunmaktadır.) İşte Resûl-i Ekrem’in Hz. Zeynep ile evlenmesi de mukadder olduğundan o evlilik gerçekleşmekle bu kader, bu ilâhi hüküm gerçekleşmiştir.

39. Onlar ki, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve ondan korkarlar ve Allah’tan başka bir kimseden korkmazlar ve hesap görücü olmaya da Allah kâfidir.

39. (Onlar ki,) O haklarında ilâhi sünnet uygulanmış olan Peygamberler ki (Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler) di. Ümmetlerine gerek nikâha ve gerek diğer şeylere ilâhi hükümleri bildirirlerdi. (ve ondan) O Yüce Yaratıcıdan (korkarlar) dı. Peygamberlik görevini ifa hususunda kimseden sıkılmazlardı. (ve Allah’tan başka bir kimseden korkmazlar)di. Artık peygamberlerin en üstünü olan Hz. Muhammed de elbette ki, yalnız, Allah Teâlâ’dan korkar, insanların dedikodusuna iltifatta bulunmaz (ve hisap görücü olmaya da Allah kâfidir.) o hikmet sahibi mâbud, kullarının amellerini tesbit eder ve onları muhasebeye tâbi tutar. Binaenaleyh lâyık olan odur ki, yalnız o Yüce Yaratıcıdan korkulsun, onun rızasına aykırı hareketlerden kaçınılsın.

40. Muhammed Aleyhisselâm sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir ve lâkin Allah’ın Resulüdür ve Peygamberlerin sonuncusudur ve Allah herşeyi tamamen bilendir.

40. Ey insanlar!. Biliniz ki: (Muhammed) Aleyhisselâm, soy itibariyle (sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir) binaenaleyh Zeyd Bin Harise’nin de babası değildir. Onu vaktiyle oğulluk edinmekle o, hakikaten Hz. Peygamber’in oğlu olmuş değildir ki, onun boşanmış eşiyle evlenmesi, câiz olmasın. Böyle birşey ile bir hürmeti musahere sâbit olmaz. (velâkin) Hz. Muhammed (Allah’ın Resûlüdür) bu sebeple ümmeti hakkında babalarından daha önce gelir, daha şefkatlidir ve daha iyilik ister, onların ebedî hayatlarına sebebtir. (ve) O Yüce Resûl (Peygamberlerin sonuncusudur) artık onunla risâlet ve peygamberlik zinciri sona ermiştir, başka bir Peygamber daha gelmeyecektir, onun peygamberliği bütün insanlığı kıyamete kadar kapsar Hz. İsa Peygamberimizden evvel Beni İsrail’e gönderilmiş bir Peygamber idi. Daha sonra kıyamete yakın dünyaya inmesi, yani bir peygamberlik vazifesine sahip olarak değildir, o da Son Peygamber Efendimizin şeriâtiyle amelde bulunacaktır. Onun kıblesine yönelerek namaz kılacaktır. (ve Allah herşeyi tamamen bilendir) Binaenaleyh hikmet ve faydaya en lâyık olan şeyleri de hakkiyle bilir ve Hz. Muhammed’in Son Peygamber olması da ohikmet sahibi Yaratıcının ilm ve hikmeti gereği bulunmuştur. “Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice’den Kasım, Tayyib ve Tahir adında üç oğlu dünyaya gelmiş ve daha bülûğ çağına ermeden vefat etmişlerdir ve Maniye adındaki eşinden de İbrahim adındaki oğlu dünyaya gelmiş, daha süt emer çocuk iken vefât etmiştir. Ve Hz. Hatice’den dört kızı da dünyaya gelmiştir ki: Zeynep, Rukiyye, Ümmügülsüm ve Fatimetüzzehra adında bulunuyorlardı. Bunlardan üçü, Resûlüllah hayatta iken vefat etmişlerdir. Hz. Fatime de Peygamber Efendimizin irtihalinden altı ay sonra vefat etmiştir. Allah Teâlâ cümlesinden razı olsun. “Zeyd Bin Harise” Ebu Üsametülkelbi, Peygamber Efendimizin pek sevgili bir kölesi idi. Annesi mensup olduğu “Mein” kabilesini ziyarete giderken yanında bulunan bu çocuk esir tutulup Mekke-i Mükerreme’ye götürülmüş, orada satılığa çıkarılmış, Hekim Bin Hizam tarafından satın alınarak teyzesi Hz. Hatice’ye bağışlanmış, Hz. Hatice radiallahu Anha da onu Resûl-i Ekrem’e hibe etmişti. Peygamber Efendimiz de henüz sekiz yaşında bulunan Zeyd’i azat edip oğulluğuna kabul buyurmuş, çok sevgilisi bulunmuştu.Onları babalarına nisbet ederek çağırın…) ayeti kerimesinin nuzülüne kadar ona “Zeyd Bin Muhammed’e” denilirdi. Zeyd’in babası Harise, oğlunun bu gaybolmasından dolayı çok üzülmüş bulunuyordu. Daha sonra Kelb oğullarından bazı kimseler Hac mevsiminde Zeyd’i görmüşler, gidip babaskına haber vermişlerdi. Babası ile amcası Keab Mekke-i Mükerreme’ye gelmişler, fidye mukabilinde Zeyd’i Resûl-i Ekrem’den almak istemişlerdi. Peygamber Efendimiz de Zeyd’i serbest bıraktı, Zeyd’de Hz. Peygamber’i ana babasına tercih ederek peygamberin yanından ayrılmak istemedi. Resûl-i Ekrem de onu kendisine oğuledindi. Bundan memnun olan babası ve amcası geri dönüp gittiler. Zeyd Radiallahu Anh, ilk İslâmiyet’i kabul edenlerin üçüncüsü veya dördüncüsüdür. Hz. Hatice ile Ebubekirissıddık ve Aliyülmurteza’dan sonra İslâm şerefine nâil olmuştur. Bedr savaşında hazır olup galibiyyet müjdesini Medine-i Münevvere’ve getirmişti. Hicretin sekizinci senesi Rum’lara karşı Şam’a gönderilen birliğe komutan olarak tayin edilmiş, mü’tede vuk’u bulan bir çarpışmada şehit düşmüştür. Kendisinden sonra, kumandanlığı üstlenen Cafer İbni Ebi Talip Hazretleri de bu muharebede şehit olmuştur. Allah Tealâ ikisinden de razı olsun. Resûl-i Ekrem, Sallallâhü Aleyhi Vesellem Hazretleri bu iki muhterem mücahitin şehitlik haberini alınca çok üzülmüş olmuş ve ağlamıştır. Bu Zeyd Radiallâhu Anh’dan başka hiçbir sehâbinin ismi Kur’an-ı Kerim’de zikredilmiş değildir. Kendisinden ve oğlu Üsame’den bir hayli hadisi şerif naklolunmuştur. Ne büyük muvaffakiyyet!.

41. Ey imân etmiş olanlar! Allah’ı çokça zikir ile zikrediniz.

41. Bu mübârek âyetler de müminlerin Hak Teâlâ Hazretlerini zikr ve tesbih ile mükellef olduklarını bildiriyor. Ve o Yüce Mâbud’un ve Melâike-i Kiram’ın müminler hakkındaki merhamet ve şefkatlerini beyân buyuruyor ve o müminleri haklarında hazırlamış pek yüce mükâfat ile müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini tasdik etmek şerefine nâil bulunanlar!. (Allah’ı çokça zikr ile zikr ediniz) O Yüce Mâbud’u daima techide, takdise, temcide devam eyleyiniz, gafilce bir halde yaşamayınız.

42. Ve O’na sabah ve akşam tesbihte bulunun.

42. (Ve O’na) O Kerem Sahibi Yaratıcıya (sabah ve akşam) öyle faziletli vakitlerde vesâir zamanlarda (tesbihte bulunur) onunilâhi zâtını lâyık olmayan şeylerden tenzihe devam eyleyiniz. O mukaddes mâbudunuzun hakkınızdaki nimetlerine karşı şükrân vazifesini ifaya çalışınız.



=Allah, noksan sıfatlardan yücedir, hamd Allah’a mahsustur, Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, güç ve kuvvet ancak Allah’tandır.) denilmesi en güzel bir tesbih ve takdisten ibarettir.

43. O Yüce Yaratıcıdır ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet buyurur, melekleri de. Ve müminler için pek merhametli bulunmaktadır.

43. Evet.. O Yüce Mâbud’u zikre, tesbihe devam ediniz. Çünki (O) Yüce yaratıcı (dir ki) Ey müminler!. (sizi karanlıklardan) Küfrden ve günahlardan (nûra) îmana ve ibadet ve itaate (çıkarmak için size merhamet buyurur) sizi imân ve itaat dairesinde yaşatir (melekleri de) hakkınızda istiğfârda bulunurlar. Onların da böyle mağfiret talebinde bulunmaları, müminler hakkında bir merhametten, bir şefkatten başka değildir. (ve) O Yüce Mâbud bütün (müminler için) dünyada da ve ahirette de (pek merhametli bulunmaktadır) bunun içindir ki, müminleri, dünyada hallerinin iyiliğini, şânlarının yücelmesini temin edecek şeyler ile mükellef kılmış, onları zikr ve fikne, ibadet ve itaate teşvik buyurmuştur. Melekleri de onların haklarında duahân bulundurmuştur.

44. Ona kavuşacakları gün duâları, selâmdır ve onlar için pek şerefli bir mükâfat hazırlamıştır.

44. O Şanı Yüce Yaratıcının, müminler hakkında daha bu dünyadalarken öyle ilâhi merhametinin tecelli etmiş olduğu gibi (O’na kavuşacakları gün) de, ahiret âleminde de cennetlere dahil, Allah’ı görmeye nâil olacakları vakit de (duâları) o müminler hakkında Cenab-ı Hak’kın veya meleklerin sağlık, selâmet, saadet dilemesi de (selâmdır) onların her türlü korkudan, afetten, emin, selâmete nâil olduklarını kendilerine müjdedir. (ve) Allah Teâlâ Hazretleri (onlar için) o müminler hakkında sırf ikram ve iltifat için öyle selâmet ve saadete kavuşmakla beraber (pek şerefli bir mükâfat) da (hazırlamıştır.) O da ebediyyen cennetlerde kalmalarıdır, Allah’ı görmeye mazhar olarak ebedî bir ruhani zevke nâil olmalarıdır. Cenab-ı Hak cümlemize nasip buyursun. Amin.

45. Ey Peygamber! Şüphe yok ki, biz seni bir şâhit ve bir müjdeci ve bir korkutucu olarak göndermişizdir.

45. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in ne gibi güzel vasıflar ile vasıflanmış ve ne gibi bir nurâniyete sahip bulunmuş olduğunu bildiriyor. Müminleri büyük bir ilâhi lütfa mazhar olmakla müjdeliyor. Ve Yüce Peygamberin Hak’ka tevekkül ile mükellef ve ilâhi korumaya nâil olup îmansız kimselere iltifat etmekten uzak bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey Son Peygamber!. (şüphe yok ki, biz seni) diğer halkımıza (bir şâhit) onların hallerine, tasdikte mi, yalanlamadamı bulunduklarına, kurtuluşa mı, sapıklığa mı müstait olduklarına şahit olmak üzere gönderdik (ve) seni (bir müjdeci) imân edenleri cennetle müjdelemeye (ve bir korkutucu) dinsizleri de cehennem ateşiyle korkutmaya memun (olarak göndermişizdir.) sen böyle bir risalet vazifesine sahip bulunmaktasın.

46. Ve Allah’a izni ile bir dâvet edici ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.

46. (Ve) Ey en üstün peygamberi!. Seni (Allah’a) Cenab-ı Hak’kı birlemeleri ve ona itaat etmeleri için o Yüce Mabûd’un (izniyle) onun gösterdiği kolaylık ve muvaffakiyet ile (bir dâvet edici) olmak üzere gönderdik, seni öyle yüce bir vazife ile görevli kıldık (ve) ey hidâyet rehberi olan Yüce Peygamber!. Seni (nurlandırıcı) cehalet karanlıklarını gidererek etrafa hidâyet nurları yayıcı (bir kandil olarak) gönderdik. Sen, insanlık muhitini, manevî nurlar ile aydınlatan, sahip olduğun ilâhi nurlar ile insanları diyanet ve hidâyet yoluna sevk eden pek parlak bir kandil hükmünde bulunmaktasın. Kabiliyetli olan kimseler, senin yaydığın nurlardan iktibasa, onunla selâmet sahasına kavuşmaya muvaffak olurlar.

“O Envâr-ı Muhammed’dir, furuği ruyi Ahmed’dir”

“Ziyâsı çarha mümteddir, zehi nur muallâdır” “Vahbî

47. Ve müminleri müjdele, muhakkak ki, onlar için elbette Allah tarafından pek büyük ihsan vardır.

47. (Ve) Ey hidayet rehberi olan Yüce Resûl!. (müminlere müjdele) Senin yaydığın nurlar ile vicdanlarını aydınlat, hidayet yolunu takibeden ehli imâna müjde yer (muhakkak ki, onlar için elbette Allah tarafından pek büyük bir ihsan vardır.) Onların şerefleri Allah katında pek âlidir veya onlara güzel amellerinden dolayı bir ilâhi lütuf olarak kat kat sevaplar verilecektir. “Rivayete göre Peygamberimizi mağfirete kavuşmakla müjdeleyen

= Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, diye… Fetih/2) âyeti kerimesi nazil olunca Eshab-ı Kirâm demişler ki: Yâresûllah!.Senin hakkında Cenab-ı Hak’kın ne yapacağını bilmiş olduk, ya bizim hakkımızda ne yapacaktır? Bunun üzerine bu (= Müminleri müjdele…) âyeti kerimesi nazil olmuş, bütün müminler ilâhi lütfa nailiyetle müjdelenmişlerdir. -Tefsiri merağı-

48. Ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme ve onların ezâlarını bırak ve Allah’a tevekkülde bulun ve Allah seni koruyucu olmaya kâfidir.

48. (Ve) Ey Mahlukatın en faziletlisi!. Sen (kâfirlere ve münafıklara itaat etme) onlara memur olduğun ahkamı tebliğ et, kendilerine asla dostluk gösterme, senin aleyhindeki sözlerinden dolayı endişede bulunarak onlara karşı peygamberlik vazifeni ifâdan geri durma. (ve onların ezalarını bırak) Onların eziyetlerine aldırma, meselâ: Hz. Zeynep ile evlenmenden dolayı öyle cahil, beyinsiz kimselerin dedikodularına ehemmiyet verme, sabr et, Cenab-ı Hak onların eziyetlerini senden uzaklaştıracaktır. Çünki sen hak için çalışmaktasın, bütün insanlık hakkında hayır dilersin (Allah’a tevekkülde bulun) Her hususta Cenab-ı Hak’ka itimattan, teslimiyetten ayrılma (ve Allah) seni (Koruyucu olmaya kâfidir) o Kerem Sahibi Yaratıcı, bütün işlerinde seni muvaffak kılar, düşmanlarından korur, senin yaydığın İslâm dinî, bütün ufuklara yayılır. O Yüce Yaratıcı, seni bir mukaddes kuvvet ile güçlendirmiş bulundurmaktadır. Ne büyük bir ilâhi iltifat!.

49. Ey imân etmiş olanlar! İmân sahibi olan kadınları nikâh ettiğiniz, sonra da onları daha kendilerine temas etmeden evvel boşadığınız vakit, artık sizin için onların üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. O halde onları fâidelendiriniz ve onları güzelce bir şekildesalıveriniz.

49. Bu mübârek âyet, müminlerin âile hayatına ait mühim bir vazifelerini bildirmektdir, onların boşanması takdirine, nasıl insana yakışır bir tarzda hareket edeceklerini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!) Ey İslâm erleri!. (imân sahibi olan kadınları nikâh ettiğiniz) zaman (sonra da onları daha kendilerine temas etmeden) onlar ile cinsel ilişkide ve cinsel ilişki hükmünde olan bir halveti sahihada bulunmadan (boşadığınız vakit) hemen nikâh bağı yok olmuş olur. (artık sizin için onların) O boşadığınız eşlerinizin (üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur.) O boşanmış kadınlara bir iddet gerekmez, evlilik bağı, kalmamış olacağından başkalarıyle evlenebilirler. (O halde onları fâidelendiriniz) Eğer kendilerine bir mehr tâyin edimiş ise o mehr’in yarısını hak etmiş olurlar, o miktarı onlara veriniz ve eğer mehr adına birşey tâyin edilmemiş ise “müt’a” adıyla onlara bir miktar mal vermek lâzım gelir. (ve onları) O boşadığınız kadınları (güzelce birşekilde salıveriniz) onları bir müddet hânenizde habsetmeyin, bir iddet beklemeye mecbur kılmayın, kendilerine bir zarar vermeyin, ahlâki olmayan bir muamelede bulunmayın. Ehi-i Kitap ile nikâh ve boşanma hakkında da bu hükm câridir. Müminelerin tahsisen zikredilmesi, müminlerin, mümineler ile evlenmeyi tercih etmelerine işaret içindir.

§ Halveti sahihe; Koca ile karının bir hânede, bir odada veya kapısı

§ İddeti Nikah; Vefât veya ayrıldıktan sonra geriye kalar nikâh izlerinin son bulması için şer’ân muayyen olan bir müddettir ki, bu müddet nihayet bulmadıkça karı başkasiyle evlenemez. Bazı hususlarda koca için beklemek lâzim gelir, başkasiyle evlenemez. Meselâ dört karısı olan bir erkek, bunlardan birini boşasa bu kadının iddeti bitmedikçe başka bir kadınla evlenemez ve boşadığı kadıniddeti bitmedikçe onun kız kardeşiyle evlenemez. Boşanmış bir kadın, hayz görmüyorsa, boşandığı günden itibaren doksan gün bekler, hayz görüyorsa üç hayz görmekle iddeti sona erer. Gebe bir kadında çocuğunu doğurmakla iddetten kurtulur. Kocası ölüp gebe olmayan bir kadın da yüz otuz gün iddet bekler. Bu müddet bitmedikçe başkasiyle evlenemez. Mihr ve müt’a için 30’uncu âyeti kerimenin izâhına müracaat!.

50. Ey Peygamber! Şüphe yok ki, biz sana helâl kıldık, mehrlerini verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana ganimet olarak verdiğinden elinin altında bulunan cariyeleri ve seninle beraber hicret etmiş bir amıcan kızlarını ve halan kızlarını ve dayın kızlarını ve teyzen kızlarını ve bir de imân etmiş bir kadın eğer nefisini Peygambere bağışlarsa Peygamber de onu nikâhı altına almak isterse o da diğer müminlere değil Ey Peygamber sana mahsus olmak üzere helâl kılınmıştır. Onların diğer müminlerin üzerine eşleri ve sağ ellerinin mâlik olduğu cariyeleri hakkında ne farzetmiş olduğumuzu elbette bilmişizdir. Sana bu böyle bir âile teşkilini helâl kıldık tâki senin üzerine bir darlık olmasın. Ve Allah yarlığayıcı, bağışlayıcı bulunuyor.

50. Bu mübârek âyet de Resûl-i Ekrem Hazretlerine hangi kadınlar ile evlenmenm helâl ve hangi kadınların o Yüce Peygamber’e mahsus olduğunu bildiriyor. Ve diğer ehli imân hakkında da hangi kadınlar ile nikâhın, yaklaşmanın, helâl bulunduğunu ve gafur ve rahim olan Cenab-ı Hak’kın bu hususta Resûl-i Ekrem’ine kolaylık göstermiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey peygamberlerin en üstünü (şüphe yok ki,) Bir ilâhi lütuf olmak üzere (biz sana helâl kıldık) dinen meşru bulundurduk (mehr’lerini verdiğin eşlerini) onlar ile aranızda evlilik bağı meydana gelmiştir. Nikâh aktedilirken belirtilen mehr, ya hemen verilir veya bir sureile kayıtlı bulunur. Her iki takdirde de nikâhın sıhhati bakımından mehr verilmiş sayılır, cinsel yaklaşma helâl olur. (ve) Ey Resûl-i Ekrem!. (Allah’ın sana gânimet olarak verdiğinden) cihat neticesinde din düşmanlarından esir olman arasındaki kadınlardan (elin altında olan câriyeleri) de sana helâl kılmıştır. İşte Hz. Safiyye, Güveyre, Reyhâne, ve Mariye adındaki câriyelerini de Resûl-i Ekrem azat ederek nikâhı altına almak şerefine nâil buyurmuştu. (ve) Yine Resûl-i Ekrem’e hitaben buyuruluyor ki: (seninle beraber hicret etmiş olan amucan kızlarını ve halan kızlarını ve dayın kızlarını ve teyzen kızlarını da) Cenab-ı Hak sana helâl kılmıştır, bunlardan dilediğini nikâhın altına alabilirsin. Elverir ki, hicrette bulunmuş olsunlar. Resûl-i Ekrem, amucası kızı Ümmühaniyi nikâhı altına alamamıştı. Çünki o hicrette bulunmamıştı. İbni Adil diyor ki: Daha sonra nikâhın helâl olması için bu hicret şartı kaldırılmıştır. “Essirac-ül-Münir” (ve bir de imân etmiş bir kadın, eğer nefsini Peygamber’e) mehirsiz (bağışlarsa, Peygamber de onu nikâhı altına almak isterse o da diğer müminlere değil) Ey kadri Yüce Peygamber (sana mahsus olmak üzere) helâl kılınmıştır. Başka müminler için mehirsiz bir kadınla evlenmek helâl değildir. Bir kadın nefsini, bir erkeğe mehirsiz eş olmak üzere hibe edecek olsa o kimse de kabul etse o kadın için mehri misl lâzım gelir. Şu kadar var ki, bir kadın nikâhdan sonra, isterse mihrini kocasına bağışlayabilir. (onların) Diğer müminlerin (üzerine eşleri ve sağ ellerinin sahip olduğu) cariyeleri (hakkında ne farzetmiş olduğumuz elbette bilmişizdir.) yani: Onların haklarındaki nikâhların doğru olması için riâyet edilmesi lâzım gelen şartlar ve diğer haklar ve hangi kadılar ile evlenmelerinin helal olup olmadığı Allah katında bilinmektedir, bu hususta hikmet ve menfaatin gereği ne ise o meşru bulunmuştur. Binaenaleyh bu husustaki ilâhi hükümlere riâyet edilmesi ehli imân içinbir görevdir. Ve ey Yüce Peygamber!. Sana bildirilen kadınlar ile evlenmeni sana helâl kılmış olduk. (tâki, senin üzerine bir darlık olmasın) taki, bir geniş hayat tarzına nâil, gönlü rahat olarak yaşayasın, peygamberlik vazifeni güzelce ve kolaylıkla ifâya muvaffak olasın. (ve Allah yarlıgayıcı) dir. Kullarının birnice kusurlarını af eder ve örter ve o Hikmet Sahibi Yaratıcı (bağışlayıcı bulunuyor.) kulları hakkında merhameti pek ziyâdedir. Onun içindir ki, haklarında hikmet ve menfaate muvafık, ictimai hayatı güzelce tanzime vesile olan hükümleri beyân buyurmaktadır.

51. Onlardan dilediğini geri bırakırsın ve dilediğini kendi yanına alabilirsin. Geri bıraktığından da kimi istersen yanına alabilirsin. bunda sana bir günâh yoktur, böyle senin reyine bırakılması gözlerinin aydın olmasına ve üzgün olmamalarına ve kendilerine verdiğinden razı olmalarına en yakın olandır. Ve Allah, kalplerinizde olanı bilir. Ve Allah bilen, hilim sahibi bulunmaktadır.

51. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’in muhterem eşleri hakkında memnuniyetlerini, hoşnutluklarını sağlayacak şekilde muamele yapacağını ve başka kadınlar ile ne kadar güzel olsalar da artık evlenemiyeceğini, yalnız câriye edinmesinin müstesnâ olduğunu ve Allah Teâlâ’nın herşey hakkında koruyucu ve bilici bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Allah’ın sevgilisi!. (Onlardan dilediğini geri bırakırsın) Eşlerinden hangi biriyle beraber yatmayı, geceleri bir arada bulunmayı terkedebilirsin (ve dilediğini kendi yanına alabilirsin) onu mutluluk katında bulundurarak geceleri onunla beraber bulunabilirsin. Bu senin reyine bırakılmıştır, onları eşitlik onunla beraber bulunabilirsin. Bu senin reyine bırakılmıştır, onları eşitlik üzere yanında bulundurmaya mecbur değilsin. Bu, senin tensibine brakılmıştır. Bununla beraber bir müddet (geri bıraktığından) talakı rec’i ileboşamış olduğun eşlerinden (de kimi ister isen) tekrar nikahın altında bulunmasını arzu eylersen (yanına alabilirsin) rüc’atte bulunarak onu tekrar eşlik şerefine kavuşturabilirsin. Eşlerin haklarında böyle bir muamelede bulunacağından dolayı (sana bir günâh yoktur) bundan mes’ul olmazsın, bu sana Allah tarafından hikmet gereği verilen bir selâhiyettir. Bu muamelenin böyle senin görüşüne bırakılması, sana tefvîz edilmesi, eşlerinin (gözlerinin aydın olmasına ve mahzun olmamalarına ve kendilerine verdiğinden râzı olmalarına en yakın olandır) çünkü bu takdirde hepsine karşı aynı selâhiyete sahip bulunmuş olursun. Artık aralarında kasme riâyet eden, eşitliği her bakımdan temine çalışır isen bunu senin bir lütfun bilerek kalben memnun, hoşnut olurlar ve eğer bazısını bazısı üzerine tercih edecek olursan bunu da hikmet gereği bir ilâhi hükme, bir ilâhi müsaadeye dayanmış ve takdir edilmiş olduğunu anlayarak kalben, razı, mutmain bulunurlar. (ve Allah ezeli ve ebedî olarak bilendir), herşeyi tamamen bilir ve o Yüce yaratıcı (hâlim bulunmaktadır.) isyankar olanların cezalarını hemen vermez kendilerine bir müddet verir, tâki hâllerini islâha çalışsınlar, ebedî nimetlere nâil olsunlar.

52. Bundan sonra sana başka kadınlar helâl olmaz ve bunları başka eşler ile değiştirmek de helâl olmaz, isterse, güzellikleri pek hoşuna gidecek olsun. Ancak sağ elinin sahip olduğu müstesnâ. Ve Allah herşey üzerine nâzır olmuştur.

52. Ve ey Resûl-i Ekrem!. (Bundan sonra) Böyle nikâhı altında dokuz eşin bulunduğunu müteakip (sana) başka (kadınlar helâl olmaz) artık başka bir kadınla daha evlenemezsin. (ve bunları) Şimdi nikahın altında bulunan eşlerini (başka eşler ile değiştirmek de) sana helâl olmaz. Bunlardan hangi birini boşayıp da yerine başkasını alamazsın, bunları boşamayamüsaade yoktur. (İsterse) O başka almak istediğin kadınlarm (güzelikleri hoşuna gidecek olsun) onlar pek güzel olsunlar, büyük bir soy ve sopa sahip bulunsunlar. Herhalde onlar ile artık evlenemezsin, bu câiz değildir. (ancak sağ elinin sahip olduğu müstesnâ) yani: Ancak sahip olduğun câriyeleri saadet katında tutabilirsin, onlar üzerinde sahipliğin geçerli olur. Nitekim Kostantaniye Rum İmparatorunun İskenderiye’de emiri bulunan Mukevkıs, hicretin sekizinici senesi Mariye adındaki câriyesini ve “Siyrin” adındaki hemşiresini hediye olarak Resûl-i Ekrem’e göndermişti. “Mariye Hazretleri İslâm şerefine nâil olup Resûl-i Ekrem’in câriyesi bulunmuş ve Peygamberimizin İbrahim adındaki mübârek oğlunu doğurmuştur. Hz. İbrahim daha süt emer bir yaşında iken vefat etmiştir, Hz. Mâriye de hicretin onaltıncı senesinde vefât edip cenaze namazını halife bulunan Ömerülfâruk Hazretleri kıldırmıştır. “siyrin” adındaki hemşire de ashab-ı kiramdan Hassan İbni Sâbit Hazretleri ile evlendirilmişti. (Ve Allah herşey üzerine gözetleyicidir) Bütün kullarını sözleri ve fiillerini bilmektedir, görmektedir. Binaenaleyh meşruiyet dâiresinden çıkmamak, ilâhi hükme razı ve riayetkâr olmak icabeder. “İbni Cerir’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem Efendimize eşleri hakkında serbestlik verilince muhterem eşleri boşanacaklarından korkmuşlar, o eşlik şerefinden mahrum kalmamaları için Hz. Peygambere müracaat etmişler, “Ya Resûlullah!. Bizi nikahın altında tut, da bize malından, nefsinden dilediğini işle, biz râzıyız, demişler, Hz. Peygamber’e olan pek ziyâde sevgi ve bağlılıklarını göstermişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, artık o muhterem annelerimizin üzerine o bağlılıklarının bir mükâfatı olmak üzere Peygamber Efendimizin başka kadınlar ile evlilikte bulunmayacağını beyan buyurulmuştur.

53. Ey imân etmiş olanlar! Peygamberin hanelerine bir yemeğe dâvet olunmadan girip yemek pişmesini beklemeyin. Meğer ki, size izin verilmiş olsun. Fakat öyle dâvet olunduğunuz vakit giriniz. Yemeği yedikten sonra lâfa dalmaksızın dağılınız. Çünkü o, şüphe yok ki, Peygamber’e eziyet verir, o da sizden utanır. Fakat Allah hakkı bildirmekten çekinmez. Ve onlardan bir lüzumlu şey soracağınız vakit de onlardan bir perde ardından sorunuz bu sizin kalpleriniz için ve onların kalpleri için daha temizdir ve Allah’ın Resûlüne sizin eziyet vermeniz doğru değildir ve ondan sonra zevcelerini nikâh etmeniz de ebediyyen câiz değildir şüphe yok ki, o, Allah katında çok büyük bir günâh bulunmaktadır.

53. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’in hanei saadetine ne gibi ahlak kurallarına riayet edilmek suretiyle girileceğini, ve temiz eşlerden birşeyin ne şekilde sorulabileceğini ve Yüce Peygamberden sonra muhterem eşleriyle başkalarının evlilikte bulunamayacaklarını bildiriyor, bu husustaki dinî terbiye ve ictimai hikmete işaret buyuruyor. Ve Hak Teâlâ Hazretlerinin herşeyi hakkiyle bilir olduğunu beyân ile insanları uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey Resûlullah ile görüşmek şerefine sahip bulunan müslümanlar!. (Peygamber’in hanelerine) Muhterem âilelerinin ikamet ettikleri evlere (bir yemeğe davet olunmadan girip yemek pişmesini beklemeyin) böyle bir dâvet ve müsaade bulunmaksızın kendi kendinize öyle bir arzuda bulunmayın (meğer ki, size izin verilmiş olsun) saadet hânesine ginmek için bir müsaade bulunsun, o zaman girebilirsiniz. (fakat) öyle (dâvet olunduğunuz vakit) peygamberin evine (giriniz) o dêvete icabetten geri durmayınız. Şu kadar var ki, (yemeği yedikten sonra lâfa dalmaksızın) birbirinizle çokca sohbette bulunmaksızın (dağılınız) gideceğiniz yerlere gidiniz, hâneisaadeti işgal edip durmayınız (çünkü O) sizin öyle fazla lâkırdılara dalıp durmanız (şüphe yok ki, Peygamber’e eziyet verir) Resûl-i Ekrem’in kalp huzuruna, yüce mesaisine engel olabilir (o da sizden utanır) çıkıp gitmenizi emredemez, hilmi keremi buna mani olur. (Fakat Allah hakkı -bildirmek-den çekinmez.) Hak’kınızda uygun olanı, ictimai terbiyeniz icâbından bulunanı size ihtar buyurur. O bütün mahlûkatın Yaratıcısı ve rızık vericisi olan yüce mâbud hakkında öyle bir utanma tasavvur olunamaz. O bütün hakikatları kullarına açıkça beyân buyurur, O’nun ilâhi rahmeti, kulları hakkında bu şekilde de tecelli etmiş bulunur. Ve ey müminler!. (onlardan) Resûl-i Ekrem’in muhterem eşlerinden (bir lüzumlu şey) hane eşyasından çanak, çömlek, elbise gibi bir mal (soracağınız) isteyeceğiz (vakit de bemen bane içerisine girmeyiniz onlardan bir perde ardından) sorunuz, isteyiniz, onlar ile sizin aranızda, bir engel, bir perde bulunsun. (bu) Sizlere teklif edilen şey, izinsiz Hz. Peygamber’in evine girilmemesi, fazla lâkırdılarda bulunulmaması, perdesiz birşeyin istenilmemesi (sizin kalpleriniz için ve onların kalpleri için daha temizdir) böyle bir hareket, daha ziyâde, ahlâk temizliği icabıdır, böyle bir muâmele kalpleri şeytanın vesveselerinden uzak bulundurmuş olur. (Ve Allah’ın Resûlüne eziyet vermeniz doğru değildir,) Siz o Yüce Peygamber’e her bakımdan hürmette, saygı sunmakta bulunmakla mükellefsiniz, onun bütün ümmetin fertleri hakkındaki hayır isteyiciliğine karşı teşekkür etmelidir, onun mübârek kalbini hoş edecek şekilde harekette bulunmalıdır, bunun hilâfına hareketle onun mübârek kalbini incitmek nasıl muvafık olabilir?. (ve) O Yüce Peygambere karşı daha hayatta iken öyle hürmet ve tâzimde bulunmak lâzım olduğu gibi (ondan sonra) ahirete irtihalini müteâkip veya hangi bir eşini boşadıktan sonra (eşlerini nikâh etmeniz de ebediyyen) câiz değildir. Çünkü Resûl-iEkrem’in muhterem eşleri, manen müminlerin anneleridir, onların şerefleri pek fazladır, onlar ile evlenmeye kalkışmak, Yüce Peygamber’e karşı hürmete, bağlılığa aykırıdır, ümmetin fertleri arasında ihtilâfı, dargınlığı gerektiricidir. Binaenaleyh, öyle bir muamele, hikmete, İslâmi terbiyeye uygun olamaz. (şüphe yok ki, o) Resûl-i Ekrem’e eziyet vermek, hürmetsizlikte bulunmak, kendisinden muhterem eşleriyle evlenmeye kalkışmak (Allah katında çok büyük) bir günah (bulunmaktadır) müslümanların vazifeleri ile, Resûl-i Ekrem, Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz hakkında gerek hayatta iken ve gerek ahirete irtihâlinden sonra daima hünmette, saygıda bulunmaktır, buna muhalif hareketlerden kaçınmaktır.

54. Eğer birşeyi açıklar veya onu saklar iseniz, şüphe yok ki, Allah herşeyi hakkıyla bilici bulunmaktadır.

54. Artık ey müslümanlar!. Bilmelisiniz ki, siz (Eğer bir şeyi açıklar) iseniz, dinen yasak, hürmete aykırı birşeyi lisânen söyler iseniz, meselâ: Hz. Peygamber’in vefâtından sonra muhterem eşlerinden biriyle evlenmek istediğinizi söylemek günâhında bulunursanız (veya onu saklar iseniz) öyle bir arzuyu kalplerinizde bulundurur iseniz, bütün bunları Cenab-ı Hak bilir. Zira (Şüphe yok ki, Allah herşeyi hakkiyle bilici bulunmaktadır) sizin o açık ve gizli olan lâkırdılarınızı da, kuruntularınızı da tamamen bilir. Ona göre sizi mükâfata ve cezaya kavuşturur. Artık güzelce düşünerek hareketinizi buna göre tanzime gayret etmelisiniz.

§ Birçok tefsirlerde ve Sahihi Buhârî ve Sahihi Müslim gibi hadis kitaplarında beyân olurduğu üzere Resûl-i Ekrem, Sallallâhü Aleyhi Vesellem Efendimiz, hicreti Seniyyelerinin beşinci senesi Zilkâde ayında “Zeynep Binti Cahş” Radiallâhü Teâlâ Anha ile evlendiği zaman saadet hanesinde bir ziyafet tertipbuyurmuştur. Bazı zâtlar dâvetli bulunuyorlardı, gelip oturdular, yemeklerini yediler, sonra oturup fazlaca sohbete daldılar, Hz. Peygamber, bir aralık yanlarından ayrıldı, sona yine teşrif etti, o zâtlar halâ konuşmakta idiler. Nihayet uzunca bir sohbetten sonra çıkıp gittiler. Bunun üzerine sabahleyin bu mübârek hicab âyeti nâzil olmuştur. Bu sayede bütün ümmetin fertleri için de bir fazilet dersi verilmiş bulunmaktadır.

55. Onların üzerlerine bir vebâl yoktur, ne babalarında ve ne oğullarında ve ne kardeşlerinde ve ne kardeşlerinin oğullarında ve ne kız kardeşlerinin oğullarında ve ne kendi kadınlarında ve ne de ellerinin sahip olduklarında. Bunlar ile görüşebilirler. Ve Allah’tan korkun. Şüphe yok ki, Allah herşey üzerine bir şahittir.

55. Bu mübârek âyetler, müslüman kadınların kimler ile perdesiz görüşebileceklerini bildiriyor ve kendilerine Allah korkusunu telkin buyuruyor. Allah Teâlâ’nın rahmetine ve meleklerini istiğfarına mazhar olan Yüce Peygambere müminlerin de selâtüselâmda bulunmalarını emrediyor. Allah Teâlâ’nın emrine muhalefet ve Peygamberine ezaya cür’et edenlerin dünyada da ahirette de ilâhi lânete ve pek fecî bir azaba uğrayacaklarını ihtarda bulunuyor. Ehli imân olan erkekler ile kadınlara haksız yere ezada bulunanların da, büyük ihanetten ibâret olan bir iftirada ve pek açık bir günâhta bulunmuş olduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (onların) O islam kadınlarının (üzerlerine bir vebâl yoktur) perdesiz bir arada buluşup görüşmelerinden dolayı bir günah terettüp etmez. (ne babalarında ve ne oğullarında ve ne kardeşlerinde ve ne kardeşlerinin oğullarında ve ne kız kardeşlerininn oğullarında) bunlar ile perde arkasında olmaksızın görüşmelerinde bir sakınca yoktur. Bu hususta süt babalar da soy bakımından olan baba hükmündedir. Amucalarve dayılar da baba hükmünde oldukları için ayrıca zikredilmemişlerdir. (ve) Müslüman kadınlarının (ne kendi kadınlarında) kendileri gibi müslüman bulunan kadınlar ile görüşmelerinde bir günah yoktur, aralarında bir akrabalık bulunsun bulunmasın. Müslüman bulunmayan kadınlar ise bir görüşe göre yabancı erkekler hükmündedirler. İmam-ı Nevevi’ye göre iş görürken açılan azalara o yabancı kadınların bakmaları câizdir. (ve ne de ellerinin sahip olduklarında) Bir vebal yoktur, bunlar ile görüşebilirler. Bunlardan maksat, köleler ve cariyelerdir. Bunların üzerindeki sahiplik hakkı, onların saygılı bir vaziyet almalarını gerektirir ve bunlar daima hizmetle meşgul bulunurlar, onlardan tamamen kaçınmak, müşkül bulunur. Bundan dolayı bunlar tam yabancı erkekler ve kadınlar gibi değildirler. Bununla beraber bir görüşe göre bunlardan maksat yalnız cariyelerdir. Özet olarak: Bu bildirilen kimseler ile perdesiz görüşebilir, bu yasak değilir. (ve) Ey İslâm kadınları! (Allah’tan korkun) Onun emrettiği ve yasakladığı şeylere lâyıkiyle riâyette bulunun ve özellikle bu örtünme meselesinde Hikmet Sahibi Yaratıcının hükümlerine uymaktan ayrılmayın (Şüphe yok ki, Allah herşey üzerme bir şâhittir) O Yüce Yaratıcı’ya karşı hiçbir şey gizli kalamaz, onun ezelî ilminden hiçbir şey hariç bulunamaz. Binaenaleyh sizin de bütün fiilleriniz ve amellerinizi O Yüce Mabûd bilmektedir, bunu düşünerek ona göre hareketlerinizi tam bir temizlik ile tanzime gayret eyleyiniz. Deniliyor ki: Perde âyeti kerimesi nâzil olunca babalar ve oğullar ve diğer akrabalar demişler ki: Ya Resûlullah!. Bizlerde mi perde arkasından konuşacağız?. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, onların bu hususta müstesnâ bulundukları bildirilmiştir.

56. Muhakkak ki, Allah Teâlâ ve melekleri Peygamber üzerine sel âtta bulunurlar. Eyimân etmiş kimseler! Onun üzerine selâtta, teslimiyetle selâmda bulunun.

56. (Muhakkak ki, Allah Teâlâ ve melekleri Peygamber üzerine selâtta bulunurlar.) yani: Allah Teâlâ Yüce Peygamberine rahmet eder, onu meleklere karşı övgüde bulunur. Melekler de o Yüce Resûl hakkında duada, istiğfarda bulunarak ona olan muhabbet ve hürmetlerini göstermiş olurlar. Artık (ey imân etmiş kimseler!.) O Allah Resûlünün peygamberliğini kabul, kendisine mensup olmakla iftihar eden müslümanlar!. Siz de (onun üzerine selâtta, teslimiyetle selâmda bulunun) mesela: Onun mübârek ismi anılınca: “Ey Allah’ım! Muhammed Aleyhisselâm’a Selatüselâm buyur” diye temenniye devam edin. O kadri Yüce Peygamber’e olan muhabbet ve bağlılığınızı bu şekilde de göstermiş olan, bu sebeple de mükâfata nâil olursunuz. Nitekim bir hadisi şerifte buyurulmuştur: Her kim bana bir selâtta bulunursa Allah Teâlâ ona on selâtta bulunur, ondan on hatasını düşürür, onun için on derece yükseltir. “Essirac-ül-Münir.”

57. Şüphe yok ki, o kimseler ki, Allah’a ve Peygamberine ezâda bulunurlar onlara Allah Teâlâ dünyada ve ahirette lânet etmiştir ve onlar için pek hakaretli bir azap hazırlamıştır.

57. (Şüphe yok, o kimseler ki, Allah’a ve Peygamberine ezâda bulunurlar) yani: O kâfirler ki, Cenab-ı Hak’ka ortak, evlat isnât ederler, ilâhî ayetlerini inkâra cür’et gösterirler ve onun Yüce Peygamberine şâir, sihirbaz, deli demek terbiyesizliğinde bulunurlar, onun muhterem âile hayatına dil uzatma alçaklığında bulunmuş olurlar. Artık (onlara) öyle kâfir, iftiracı şahıslara (Allah Teâlâ dünyada ve ahirette lânet etmiştir.) onlar ilâhi rahmetten uzak düşürülmüşlerdir. (ve onlar için pek hakaretli bir azap hazırlamıştır) Onlar ahirette pek büyük bir ihanete, ebedî bir cehennem âteşine tutulmuş olacaklardır.

58. Ve o kimseler ki, mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmamış oldukları birşey sebebiyle ezâda bulunurlar, artık muhakak ki, pek mühim bir iftirayı ve bir açık günâhı yüklenmiş olurlar.

58. (Ve o kimseler ki, müminlere ve müminelere yapmamış oldukları birşey sebebiyle) Cezayı ve kınama ve ayıplamayı icâbeden bir hareket kendilerinden meydana gelmemiş olduğu halde (ezada bulunurlar) öyle ahlak dışı, iftiracı şekilde bir harekete cür’et gösterirlen (artık muhakkak ki, pek mühim bir iftirayı) büyük bir alçaklığı, dünyada da ahirette de cezayı gerektiren bir hareketi işlemiş (ve bir açık günâhı yüklenmiş) ahirette de cezayı gerektiren pek açık bir günahı işlemiş (olurlar) ve Yüce Peygamber’in ümmetinin fertlerinden herhangi birine böyle haksız yere dil uzatmakta bulunmak, o merhamet sahibi Peygambere karşı da bir eza mahiyetinde olacağından bu bakımdan da o cür’etkar kimseler her türlü kınamaya, cezaya lâyık bulunmuş olurlar. “Deniliyor ki: Bu ayeti kerime, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Onlar İmam-ı Ali Hazretlerine ezada bulunuyorlar, “Onda bir hayr yoktur” diyorlar imiş. Veyahut iffetli müslüman kadınlarına söz atarak onlara iffetsiziik isnâdına cür’et eden iftiracı şahıslar hakkında nâzil olmuştur

59. Ey Peygamber! Eşlerine ve kızlarına ve müminlerin kadınlarına deki, üzerlerine ferâcelerini sıkı örtsünler. Bu, onların tanınmalarına ve ezâ edilmemelerine en yakın en uygun bir sebepdir. Ve Allah çok mağfiret edendir, çok merhametli olandır.

59. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in muhterem eşlerinin, kızlarının ve diğer müslüman kadınlarının şereflerinin korunması ve onun bunun kötü lakırdılarından muhafaza edilmeleri için örtünmeye riâyetle mükellef bulunduklarını gösteriyor. Münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların ve yalanneşriyat yapanların da sonunda lânetlenmişce bir halde kalır ve şidetli cezaya maruz kalacaklarını ve bunun bir ilâhi kanun gereği bulunduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey peygamberlik şerefine sahip olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm!. (eşlerine ve kızlarına ve müminlerin kadınlarına de ki: Üzerlerine ferâcelerini sıkı örtsünler) başörtülerini vücutlarına yaklaştırsınlar, açık-saçık bir hâlde gezip durmasınlar. (bu) Böyle kendilerini örtmeleri (onların tanınmalarına) onların birer cariye olmayıp birer hürriyet sahibi hanımlar bulunduklarına (ve ezâ edilmemelerine) birer cariye, birer âdi kadın sanılarak onun-bunun söz atmalarından, rahatsız etmelerinden kurtulmalarına (en yaki) en uygun bir sebeb (dir) böyle bir hareket, kendi menfaatları ieâbidir. Çünkü, böyle bir örtünmeğe riâyet onların şerefli birer hün kadın olduklarını gösterir, vaktiyle cüniyelere, açık-saçık gezenlere karşı vuk’u bulan çirkin bakışlara, lakırdılara mâruz kalmaktan korunmuş olurlar. (Ve Allah çok mağfiret edendir) Vaktiyle bu usule riâyet etmemiş olduklarından dolayı onların cezalandırmaz ve o Yüce Yaratıcı (çok merhametli olandır) onları korumaktadır. Onlara böyle faideleri temin edecek şeyleri emretmektedir. Böyle bir emir, bir ilâhi rahmetin tecellisidir ki, insanlar hakkında hayrdır, hikmet gereğidir.

§ Celâbıb; Kadınların örtündükleri çarşafları, ferâceler, elbiselerinin üzerinden giydikleri giysiler, yani çarlar demektir. Müfredî Cilbâb’dır.

60. Andolsun ki, eğer münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunan kimseler ve şehirde kötü haberler yayanlar, bu hâllerine son vermezlerse elbette seni onların üzerlerine musallat ederiz. Sonra sana orada ancak pek az komşu olabilirler.

60. (Andolsun ki, eğer münâfıklar) Görünüştemüslüman görünüp içerilerinde küfrlerini saklayanlar (ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler) sinelerinde kin ve haset besleyenler (ve şehirde kötü haberler yayanlar) müslümanlar aleyhinde yalan söyleyenler, meselâ: Düşmana karşı gitmiş olan İslâm kuvvetlerini bozguna uğramış olduğunu yalan yere neşre çalışanlar, bu hallerine son vermezlerse (elbette seni) ey Yüce Resûlum!. (onların üzerlerine musallat ederiz.) Onları öldürmek ve sürgün eylemek için sana emr ederiz. (Sonra) O hâin şahıslar (sana orada Medine-i Münevvere’de ancak pek az komşu olabilirler.) orada artık fazla ikamet edemezler, oradan çkarılmış, koğulmuş ve cezalandırılmış bulunurlar.

61. Nerede bulunurlarsa lânetlenmişler olarak tutulurlar ve öldürülmekle öldürülürler.

61. Evet.. O münafık, fitne koparan şahıslar (Nerede bulunurlarsa lânetlenmişler olarak tutulurlar) Medine-i Münevvere’den çıkarılmakla canlarını kurtarmış olamazlar (ve) onlar nerede bulunurlansa bulunsunlar (öldürülmekle öldürülürler.) onların haklarında ilâhi hüküm, bu şekilde işler, sonunda ebedî cezalarına kavuşurlar.

62. Bu Allah’ın daha evvel gelip geçenler hakkındaki kanunudur ve elbette ki, sen Allah’ın kanunu için bir tebdil bulamazsın.

62. Onların böyle bir âkibete düşmeleri (Allah’m daha evvel gelip geçenler hakkındaki kanunudur) ilâhi adet böyle işlemiştir. Eski kavimler arasındaki münafıklar, bozguncu kimseler de vaktiyle böyle bir öldürülmeye, sürgün ve cezaya maruz kalmışlardı. (ve elbette ki, sen Allah’ın kanunu için bir değişiklik bulamazsın.) ilâhi âdeti, onun tâyin ve takdir buyurmuş olduğu yolu değiştirme ve bozmaya hiçbir kimse güç yetiremez. Çünkü bu, bir hikmet ve menfaate dayanmış olduğundan bunu başkalarının değiştirmesine kudreti, selâhiyeti yoktur.

63. İnsanlar, sana kıyametten sorarlar. Deki: Ona bilgi. Allah katındadır. Sana onu ne şey bildirir? Umulur ki, kıyamet yakınlaşmış olacaktır.

63. Bu mübârek âyetler, kıyametin gerçekleşeceği zamanı Cenab-ı Hak’tan başkasının bilmediğini ve onun yaklaşmış olmasının umulduğunu bildiriyor. Kâfirlerin ilâhi lanete uğrayıp cehennemin ebedî âteşleri içinde kalacaklarını ve kendilerine hiçbir yardım edecek bulunamayacağını ihtar ediyor. O dinsizlerin kıyamet gününde ne fecî bir vaziyette kalacaklarını ve kendilerini saptırmış olanların haklarında nasıl beddualarda bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey âlemin Peygamberi!. (Sana kıyametten sorarlar) Kıyametin ne zaman kopacağını müşrikler, bir alay yoluyla sormakta bulunurlar. Yahudi’ler de bir imtihan maksadiyle böyle bir soruya cür’et ederler. Çünki, gerek Tevrat’ta ve gerek diğer semavi kitaplarda kıyametin kopma zamanı hikmet gereği bildirilmemiştir. Bunu soranlar, Resûl-i Ekrem’in buna aykırı birşey söyleyip söylemeyeceğini anlamak isterler. Yüce Resûlüm!. Onlara (deki: Ona bilgi Allah katındadır.) kıyametin ne zaman kopacağını melekler de, Peygamberler de bilmezler. (Sana) Ey Yüce Peygamber!. o kıymet gününü (ne şey bildirir?.) o hiçbir mahlûka malûm değildir ki, sana bildirebilsin (umulur ki, kıyamet yakınlaşmış olacaktır.) Evet.. Geçmiş binlerce asırlara göre kıyametin yakında kopması düşünülebilir. Bunu güzelce düşünerek ona göre hazırlanmalıdır. Cenab-ı Hak, kıyametin vaktini kimseye bildirmemiştir. Bu da hikmet gereğidir.

64. Şüphe yok ki, Allah kâfirlere lânet etmiştir ve onlar için bir şiddetli âteş hazırlamıştır.

64. (Şüphe yok ki: Allah) Teâlâ Hazretleri (kâfirlere lânet etmiştir.) onları dünyada da ahirette de rahmetinden kovmuşuzaklaştırmıştır. (ve onlar için) Ahirette (bir şiddetli âteş hazırlamıştır) pek tutuşmuş bir cehennem ateşi onlar yakalayacaktır. Öyle kıyameti inkârlarının ve dine muhalif hareketlerinin cezasına kavuşmuş olacaklardır.

65. Orada ebediyyen kalmalar takdir edilmiştir, ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.

65. (Orada) O cehennem ateşi içinde o dinsizlerin (ebediyyen kalmaları mukadderdir) oradan bir daha çıkamayacaklardır. Kendileri için orada (ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamayacaklardır) kendilerine şefaat edecek bir koruyucu ve ne de kendilerini oradan kurtarabilecek bir yardımcı bulunamayacaktır. Onlar dünyadaki kesin daimi olan kötü i’tikatlarından dolayı böyle şiddetli ve devamlı bir azaba lâyık olmuşlardır.

66. O günde yüzleri âteş içinde çevrilip durur. Derler ki: keşke biz Allah’a itaat etse idik ve Peygamber’e itaat etse idik.

66. İşte o müşriklerin ve diğer bâtıl inançl kimselerin (O günde) o kıyamet günü cehennem içine atılarak (yüzleri âteş içinde çevrilip durur) âteş ile kızartılan bir et parçası gibi her tarafa döndürülüp yanan yakılan, artık büyük bir pişmanlık ve fecaat tesiriyle (derler ki, keşke biz) daha dünyada iken (Allah’a itaat etse idik ve Peygambere itaat etse idik) de bugün bu azaba tutulmasa idik. Ne yazık ki, artık pişmanlık kendilerine fâide vermeyecek.

67. Ve demiş olacaklardır ki; Yarabbi! Muhakkak biz reîslerimize ve büyüklerimize, itaat ettik. Artık onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.

67. Ve o ebedî ateşe atılmış kimseler: (Demişlerdir ki) Yani: O ateşe mâruz kalınca herhalde diyeceklerdir ki: (Yarabbi!. Muhakkak biz) dünyada iken (reislerimize) efendilerimize (ve buyüklerimize) bize o kâfirce telkinlerde bulunmuş olanlara (itaat ettik) onlarınaldatmalarına kapıldık (artık onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.) Onların makamlarına aldandık, onların fenalıklarını taklit ederek böyle bir azaba düşmüş olduk.

68. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki katını ver ve onları pek büyük bir lânet ile lânete uğrat.

68. O cehennem ahalisi yine boş mâzeretlerine devam ederek derler ki: (Ey Rab’bimiz!. Onlara) O bizi iğfâl edenlere, selâhiyetlerini, makamlarını, kötüye kullanarak bizi sapıklığa düşürmüş olanlara (azaptan iki katını ver) onlar hem kendi sapıklıklarından ve hem de başkalarını sapıttırmış olduklarından dolayı iki kat cezayı hak etmişlerdir. (ve onları pek büyük bir lânet ile lânete uğrat) onları son derece rahmetinden uzak düşür, dünyada iken yapmış oldukları fenâlıkların ve başkalarına yapmış oldukları kötü telkinlerin ebedî cezasına kavuşmuş olsunlar, nitekim olacaklardır. Fakat öyle telkinlere kapılanlar da mazur değildirler. Akıllarını, kabiliyetlerini güzelce kullanıp da öyle aldatıcılara tâbi olmamaları icâbetmez mi idi?. Kendilerini irşâda çalışan, hak yoluna davet eden zatlara tâbi olmalı değil mi idiler. İşte Cenab-ı Hak buna da işaret buyuruyor:

69. Ey imân eden zâtlar! Siz Musa’ya ezâda bulunan kimseler gibi olmayınız. Allah onu onların dediklerinden uzak tuttu ve Allah’ın katında yüksek bir değer sahibi oldu.

69. Bu mübârek âyetler de bu müslümanlara pek güzel bir ahlâk dersi veriyor. Musa Aleyhisselâm’a eziyette bulunmuş kimseler gibi olmamalarını, Resûl-i Ekrem’in kalbi şerifini incitecek sözlerden kaçınmalarını emrediyor. Allah Teâlâ’dan korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını tenbih ediyor ki, sâyede güzel amelere, günâhlarının af edilmesine ve pek mükemmel bir başarı ve kurtuluşa nâil olsunlar. Şöyle ki: (Ey imân eden zâtlar!.) Ey Cenab-ı Hak’kın birliğini, Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliğinitasdik etmek mutIuluğuna nâil bulunurlar!. (siz Musa’ya eziyette bulunan kimseler gibi olmayınız) Siz kendi Yüce Peygamberinizin mübârek kalbini, üzecek, incitecek sözlerde bulunmayın (Allah onu) Musa Aleyhisselâm’ı (onların) o kavminden bâzılarının (dediklerinden uzak tuttu.) o muhterem Peygamber’e isnat ettikleri şeyden onun beraati daha sonra sâbit oldu. (ve) O kadri Yüce Peygamber (Allah’ın katında) mânevi katında (yüksek bir değer) bir yüce makama (sahibi oldu.)

§ İbni Abbas Radiallâhü Anh’tan rivâyet olunuyor ki: Hz. Musa’nın Allah katındaki değeri büyüktü. Cenab-ı Hak’tan her ne ister ise Allah Teâlâ onu kendisine verirdi. Hz. Musa’ya yapılan eziyetin mahiyeti bizce kesin olarak malûm değildir. Onu Allah’ın ilmine havale ederiz. Bununla beraber deniliyor ki: Harun Aleyhisselâm Hz. Musa ile beraber gidip Tih çölünde vefât edince İsrailoğullarından bazıları demişler ki, onu kardeşi Musa Aleyhisselâm öldürmüştür. Böyle bir isnât ile o mübârek zâtın kalbini incitmişlerdi. Sonra melekler, Cenab-ı Hak’kın emriyle Hz. Harun’un cesedini İsrailoğullarının arasına getirmişler, onun öldürülmüş olmadığı anlaşılarak Hz. Musa’nın beraati sâbit olmuştu. Şöyle de rivayet olunuyor ki: Karun, bir iffetsiz kadına birçok mal vermiş ki, Hz. Musa’nın kendisi ile cinsel ilişkide bulunmuş olduğunu bir cemaat arasında yalan yere iddiada bulunsun, fakat o kadın, cemaat arasına gelince Musa Aleyhisselâm’ın temizliğini, kendisiyle bir alakada bulunmamış olduğunu itiraf etmiş, o Yüce Peygamber’in iffeti, ismeti Allah’ın yardımı ile ortaya çıkmıştı. İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz hakkında da Hz. Zeynep ile evlenmesinden dolayı bazı cahilce dedikodularda bulunanlar görülmüştü ki, Cenab-ı Hak, Yüce Peygamber’inin bu husustaki temizliğini, selahiyetini Kur’an-ı Kerim’de beyân buyurmuştur.Şöyle de rivayet olunuyor ki: Huneyn savaşı neticesinde elde edilen gânimet malları taksim edilirken Resûl-i Ekrem Efendimiz “Akna Bini Habîs” gibi bazı zâtlara fazlaca deve vesâire venmişti. Bu bir maslahat gereği bulunuyordu. Bunu takdir edemeyen bir şahıs ise: “Resûl-i Ekrem’in bu taksimde adalete riâyet etmediğini söylemişti. Bu sözden haberdar olan Peygamber Efendimiz üzüldü: “Eğer Allah ve Resûlü adalete riayete bulunmazsa kim adalette bulunabilir?. Allah Teâlâ Musa’ya rahmet etsin, o bundan fazla eziyete uğramış, fakat sabr etmişti” diye buyurdu. İşte bu âyeti kerime de Resûl-i Ekrem’in o gibi sözlerle üzülmemesini müminlere ihtar etmiş bulunuyor.

“Essirac-ül-Münir” ve “Tefsirülmerağı”.

70. Ey müminler zümresi! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.

70. (Ey müminler zümresi!. Allah’tan kokun) Her işinizde, sözünüz de takvadan, doğruluktan ayrılmayınız, özellikle Cenab-ı Hak’kın muhterem Resûlunu ineitecek lâkırdılarda bulunmayın (ve doğru söz söyleyin) sözleriniz hakikate uygun olsun, gerek Resûl-i Ekrem’in hakkında ve gerek çoluk çocuğu hakkında ve gerek diğer müminlerin ve eşlerinin haklarında gerçek dışı lâkırdılardan kaçının.

71. Tâki, sizin için amellerinizi ıslâh etsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın ve her kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse muhakkak ki, pek büyük bir zafere ermiş olur.

71. Taki, öyle hakikate aykırı, kalbi nebeviyi mahzun edecek sözlerden kaçındığınız için Allah Teâlâ (Sizin için amellerinizi islâh etsin) yaptığınız iyilikleri kabul eylesin, sizi sâlih amellere muvaffak kılsın, mükâfatlara nâil buyursun (ve sizin için günâhlarınızı yarlıgasın) sizden insanlık icabi meydana gelen bir kısım günahları af etsin ve örtsün (ve her kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse)onların emirlerine ve yasaklarına ve bu cümleden alarak bu husustaki tekliflerine, tenbihlerine riayette bulunursa (muhakkak ki, pek büyük bir zafere ermiş olur.) iki âlemde de kadri pek yüce olan bir başarı ve kurtuluşa kavuşur, muradına erer, öyle bir ilâhi mükâfata liyakat kazanmış olur. Artık böyle pek büyük bir nimete, bir ilâhi lütufa kavuşmak için insan, çok uyanık bulunmalı, üzerine düşen vazifeleri büyük bir zevk ile ifâya çalışmalıdır.

72. Biz emaneti göklere ve yere ve dağlara teklif ettik, onlar onu yüklenmeden hemen çekindiler ve ondan korkuya düştüler ve onu insan yüklendi. Şüphe yok ki, o, çok zâlim, çok bilgisiz oldu.

72. Bu mübârek âyetler de, Yüce Allah’ın mahlûkatına yöneltmiş ve teklif buyurmuş olduğu vazifelerin büyük önemini bildiriyor. Göklerin, yerlerin kabulüne cür’et edemedikleri bir kısım dinî yükümlülükleri insanlığın kabul etmiş olduğunu beyân buyuruyor. Bunun neticesinde de bu yükümlülüklere riâyet etmeyen nifâk ve şirk ehlinin cezalandırılacaklarını ihtar, bunlara riâyet eden ehli imânin da ilâhi lütufa nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Yüce Yaratıcı hazretleri, insanlığı uyanmaya dâvet ediyar, insanlığın ne kadar mühim vazifeleri üstlenmiş olduğunu şöylece beyân buyuruyor. (Biz emaneti göklere ve yere ve dağlara teklif ettik) yani: İbâdetlere, emanetleri korumaya, âdilce hareketlere ve diğer görevleri yerine getirmeye âit dinî görevleri o büyük varlıklara emr ettik, onları bu hususta serbest bıraktık (onlar) ise o kadar büyük birer varlık sahipleri oldukları halde (onu yüklenmekden çekindiler) o teklif edilen vazifeleri üstlenmeye cür’et edemediklerini itiraf ettiler (ve ondan korkuya düştüler) böyle ilâhi teklifleri üzerine almaktaki mes’uliyeti düşünerek ondan dolayı titreyip durdular, onları kabul edeceklerinedair söz vermeğe cesaret edemediler. Yani: Onlar ya Cenab-ı Hak’kın verdiği bir kabiliyetle böyle bir teklifle karşı karşıya kalmışlar, böyle bir mazerette bulunmuşlardı. Yâhut onların mahiyetleri bakımından böyle bir teklife karşı lisanı hâlleriyle bu şekilde âcizlik gösterecekleri temsil yoluyla beyan buyurulmaktadır. (ve) Halbuki, o Yüce emaneti (insan yüklendi) insan nevi ruhlar âleminde: Belâ – Evet diyerek o muazzam ilâhî teklifleri kabul etmiş oldu. Bünyelerindeki zaafa rağmen böyle mühim vazifeleri ifa edeceklerine dair söz verdiler. Veyahut insan nevini temsil eden ilk babaları Àdem Aleyhisselâm böyle bir taahhütte bulunmuş oldu. (şüphe yok ki, O) İnsan nev’i, fertlerinin çoğunluğu itibariyle (çok zâlim, çok bilgisiz oldu) nefislerine zulm eder oldular, üstlendikleri emânetler hakkında bilgisizlik gösterdiler, onlara riâyette bulunmadılar, kendilerinin değer ve şerefini yükseltecek olan o emanetleri güzelce korumaya çalışmadılar.

§ Emanet” Eminlik, başkasına ait olmak üzere bir kimsenin yanında bulunan şey, bu şey muhafaza için verilmiş olunca “vedia” adını alır. Dini vaziflere de ehemmiyetlerine işaret için emanet denilmiştir. Geciktirmeksizin yerine getirmesi mükellefe vâcip olan hangi bir dinî vazife, bir emânettir. Emanetlere riayet ise, bir mühim görevdir. Onlar Allah’ın haklarından oldukları için onların tam bir itaat ve boyun eğmekle kabul edilip muhafazasına çalışılması icabetmektedir. Emânete hiyânet ise en büyük bir cinâyettir.

“Hâin olma; yer emânetle cihâna şöhreti”

“Herkesin destindedir âlemde zill-ü rif’ati”

73. Allah, münafık erkekler ile münafık kadınları ve şirke düşmüş erkek ile şirke düşmüş kadınları cezalandırsın için ve Allah imân sahibi olan erkekler ile imân sahibesi olan kadınların da tövbelerini kabul buyursun için öyle bir teklifte bulunmuştur ve AllahTeâlâ çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.

73. Evet.. İnsanlar, o emânetleri üstlenmişlerdir. Cenab-ı Hak insanları bu verdikleri sözlerine riâyetle mükellef kılmıştır. (nifâka düşmüş erkekler ile nifâka düşen kadınları ve şirke düşmüş erkekler ile şirke düşen kadınları) bu sözlerine riâyet edemediklerinden dolayı (cezalandırsın için) onları bu emânetlere riayetsizliğin cezasına kavuştursun için (Ve Allah, imân sahibi olan erkekler ile imân sahibesi olan kadınların da) emanetlere riayet edecekleri için kendilerinden insanlık hali meydana gelecek kusurlarından dolayı yapacakları (tövbelerini kabul buyursun için) onlara öyle bir teklifte bulunmuştur. Bu teklif, böyle bir hikmet ve faydayı içermektedir. (ve Allah Teâlâ çok yarlıgayıcı) dir. Bunun içindir ki, ehli îmanın kusurlarını, tövbeleri sebebiyle af eder ve örter ve o Yüce Yaratıcı (çok esirgeyicidir) öyle emanetlere riâyette, doğrulukta bulunan kulları hakkında ilâhi rahmeti sonsuzdur. Artık o kerem sahibi mabûdumuzun bütün ilâhi tekliflerine riayete çalışmalıyız, kusurlarımızdan dolayı onun af etmesine ve bağışlamasına sığınmalıyız ve hakkımızda tecelli edip duran sonsuz nimetlerinden dolayı şükr ve hamde devam eylemeliyiz. Nitekim bu mübârek sureyi takibeden “Sebe”‘ sûresinin ilk âyeti kerimesinde bu hamde işâret buyurulmuştur. Başarı Allah’tandır.
Daha yeni Daha eski