Tasavvufi Düşüncede İlahi Aşk

Tasavvufi Düşüncede İlahi Aşk

Giriş: Aşkın Mahiyeti

Sufiler ve filozoflar tarafından kâinatın “varlık/varoluş sebebi” olarak telakki edilen “aşk”, Arapça sarmaşık anlamındaki عشق /a-şe-ka (ışk) kökünden türemiş olup şiddetli ve aşırı sevgi; bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması gibi manalara gelir. Tasavvuf tarihinin ilk devrinde yaşamış olan zahitler ve onlardan sonra gelen ilk sufiler, aşk kelimesinin daha ziyade beşerî sevgi anlamı taşıması sebebiyle, aşk yerine muhabbet tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Nitekim ilk tasavvuf kaynaklarında aşk yerine kullanılan muhabbet, genel olarak Allah’a duyulan sevgi anlamında tanımlanmıştır. Mesela, Kuşeyrî muhabbeti, “sevgiliye dertli ve ıstıraplı bir kalple sürekli meyletmek”, “sevenin sevdiğini elinde ve çevresinde bulunan her şeye tercih etmesi”, “kalbin Rabbinin muradına boyun eğmesi” şeklinde tarif etmektedir. Hucvirî ve Kelâbâzî gibi ilk dönem müellif sufilerin eserlerinde de buna benzer tanımlara sıkça rastlanmaktadır. Ancak, daha sonraki sufilerin kitaplarında aşk kavramı yaygın şekilde yer almıştır. “İman edenler Allah’ı daha şiddetle severler.” (Bakara, 2/165) ayetindeki “şiddetli sevgi” tabirinin tasavvuf ehli tarafından aşk olarak telakki edilmesi, kavramın sufilerce rahatlıkla dile getirilmesini sağlamıştır.

Büyük İslam âlimi ve düşünürü Gazâlî (ö. 505/1111) de aşk tabirinin kullanımında herhangi bir sakınca olmadığı kanaatindedir. Nitekim o, Allah’a karşı kuvvetli sevginin Allah’ı tanımaktan ve çokça ibadet etmekten kaynaklandığını savunmuştur. Ona göre, Allah’ı bilen kişi onu sever. Bu kişinin bilgisinin güçlenmesi, muhabbetini de güçlendirir. Hatta bilgisi ne kadar çoksa, sevgisi de o ölçüde şiddetli olur. İşte, muhabbetin bu şekilde güçlenmesi “aşk” adını alır. Bu noktada, aşkın manası güçlü ve aşırı sevgidir. Bundan dolayı, Araplar, Hz. Peygamber Hira’da ibadete kapandığında “Muhammed Rabbine âşık oldu” demişlerdir.

A) Tasavvufi Gelenekte Aşk

Tasavvuf tarihi boyunca aşk ve muhabbetten söz etmeyen hiç bir sufi ve aşkı ele almayan hiç bir eser yoktur, demek mümkündür. Sufilerin tamamının gayesi bir iman konusu ve kalbin bir eylemi olan tevhidi/birliği bilişsel, duygusal ve tecrübî olarak öğrenmek ve yaşamaktır. Tevhidin pratik hâli ise muhabbettir. Zira muhabbetin kemal noktasında seven ve sevilen bir olur, ikilik tekliğe döner. Bu bakımdan tevhidin temeli aşk olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk dönem sufilerinde muhabbet genel olarak “Hakk’a meyletmek, onun emrine uyup, takdirine razı olmak, onun hoşnutluğunu kazanmak için her türlü bela ve cefaya gönül huzuruyla katlanmak” şeklinde anlaşılmıştır. Çünkü sevilmeye en layık olan Hak’tır.

“Aşk şehidi” olarak tanınan Hallâc-ı Mansur aşkı pervane ve mum örneği ile anlatmıştır. Aşkın son mertebesine ulaşan pervane (kelebek), ateşin çevresinde döne döne yanıp kül olur. Bu, gerek edebiyatta ve gerekse sufilerin eserlerinde âşıkın maşuku uğrunda kendini feda edişini anlatmak için çokça başvurulan bir örnektir ki, Ahmed Yesevî de şiirlerinde bu misali kullanır:

“Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün;

Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun”

Zaten aşkın nihai gayesi de yana yakıla yok olmaktır. Ahmed Yesevî’nin diliyle “Yakılmak yanmak âşıklara adet olur”

Tasavvuf tarihinde ilahi ve beşerî ayırımı yapmaksızın yalnızca aşk mefhumunu ele alarak, aşkın bir çeşit metafiziğini yapan, büyük İslam düşünürü Muhammed Gazâlî’nin kardeşi Ahmed Gazâlî (ö. 520/1126)’dir. Ona göre, bedenin yöneticisi ve mutlak hâkimi kalptir. Kişideki tevhit inancının korunması da yine kalbin sorumluluğundadır. Kalp, sadece aşk için yaratılmıştır, âşık olmayan bir kalp ise boşluktadır. Aslında aşk, âşık, maşuk bunların hepsi birdir ve aynı hakikatten neşet etmişlerdir. Ahmed Gazâlî’ye göre;

Aşk, kuşun ve yuvanın bizzat kendisidir; zâtın ve sıfatların; tüyün ve kanadın kendisidir. Havanın da uçanın da kendisidir. Avcının ve avın; hedefin ve hedef edilenin; tâlibin ve matlûbun kendisidir. Evvelin ve âhirin, sultanın ve tebaanın, kılıcın ve kının bizzat kendisidir. O hem bahçe, hem ağaç, hem meyve, hem yuva, hem kuştur.

Kadirilik tarikatının pîri Abdülkadir Geylânî, (ö. 561/1166) kendisine nispet edilen Gavsiyye Risâlesi’nde “Aşkın manası nedir?” sorusuna “Bana âşık ol ve kalbini benden başka her şeyden koru! Aşkın zahirini bilirsen, aşkta fani olmaya bak; çünkü aşk, âşık ile maşuk arasında bir perdedir” şeklinde cevap vermiş ve seven ile sevilenin arasına aşkın dahi bir perde olarak girmemesi gerektiğine dikkat çekmiştir.

Tasavvuf düşüncesinin en önemli isimlerinden biri olan İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240)’ye göre, ilahi muhabbet, Allah’ın önce kendi zâtını, sonra bizi sevmesi olmak üzere iki türlüdür. Allah zâtını zâtı için zâtında sevmiştir. Varlıklar/eşya/şeyler var olmadan önce, mutlak gayb olan zât mertebesinde, Allah’ın zâtını sevmesi, aynı zamanda kendi dışındaki varlıkları da sevmesi demektir. Bu suretle, varlıklar ezelde ilahi muhabbete konu olmuştur. Bu varlıklar Allah’ın onlara olan muhabbetiyle yüklü olarak zuhur ve tecelli ederler. Onun için hangi şekil ve surette görünürse görünsün, her çeşit sevginin ilk ve hakiki kaynağı ilahi muhabbettir. Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî’nin bu bakış açısı, aynı zamanda sufilerin varlık görüşünün temel ilkelerinden birini yansıtmaktadır. Bu anlayışa göre, varlık/eşya Hakk’ın bahsi geçen sevgisi sebebiyle yaratılmıştır.

Tasavvuf kültüründe aşkın bu kadar merkezî bir konu olmasının en önemli sebebi, hadis-i kutsi olarak kabul edilen Allah’ın “Gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim/sevdim ve bu yüzden âlemi yarattım” (bk. Aclûnî 1997 : 2/121) sözüdür. Burada “bilinmek”ten maksat marifet, “istemek”ten maksat da muhabbet yani aşktır. Bu anlamda âlem, Allah’ın sevgiyle tecelli etmesinden meydana gelmiştir. Buradan hareketle sufiler, kâinatta var olan her şeyin muhabbetin bir tezahürü olduğu kanaatindedirler.

“Muhabbetullah”ı kendi düşünce, ruh ve inanç dünyasının merkezine koymuş ve âlemi bu merkezden seyreden sufi ve pîr Hz. Mevlânâ da aşkın, âşık da dâhil olmak üzere sevgili dışındaki her şeyi yakıp yok ettiğini sıklıkla dile getirir. Aşk, der Hz. Mevlânâ (ö. 672/1273), “öyle bir alevdir ki, parlayınca, sevgiliden başka ne varsa her şeyi yakar”. Bir başka deyişle, aşk, onun için her şey demektir. Buna karşılık aşksızlık hayatın sona ermesi, bir bakıma yok olmaktır. “Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sayma. Aşk âb-ı hayattır, onu canla başla kabul et. Âşıklardan başkasını sudan çıkmış balık bil” Adı kâinattaki tüm varlıklara sevgiyle bakma kabiliyetiyle âdeta özdeşleşmiş olan ve sevginin en veciz ifadelerini dile getiren eren-şair Hz. Yunus Emre (ö. 750/1320 ?) de aşkı âb-ı hayat gibi görmektedir:

“Kuru ağacı niderler?
Kesip oda yakarlar.
Her kim âşık olmadı,
Benzer kuru ağaca.”

1. Aşkın Mahiyeti: Aşk Nedir? Âşıklık Nedir?

Aşktan söz edilen her yerde ise mutlaka maşuktan da bahsedilmiştir. Aşk muhatabına, yani maşuka göre, mecazi, beşeri, ilahi, hakiki gibi isimler almaktadır. Aşk-ı hakiki, mutlak aşk, aşk-ı ilahi adlarıyla ise hep Allah aşkı kastedilmiştir. Zira âşıkın bütün merhalelerden geçerek sonunda ulaşacağı gerçek aşk budur. Hakk âşığı, maşukunda yok olmuş, pervanenin ateşte yanarak ateş olması gibi birliği tatmıştır.

Söz konusu birlik, Ahmed Yesevî’nin aşkı “vahdet meyi” olarak adlandırmasında karşımıza çıkmaktadır. Zira aşkı yudumlayan kişi aynı zamanda vahdeti tecrübe etmektedir. Ahmed Yesevî, “Hem âşığım, hem maşukum, kendim cânân” diyerek âşık-maşuk-aşk aynılığını dile getirmekte ve söz konusu birliğe/vahdete işaret etmektedir. Nitekim sadece âşık maşukunu düşünmekte ve anmakta değildir; maşukta da âşığa karşı bir temayül bulunmaktadır. Hz. Mevlânâ bunu şöyle dile getirir: “Maşukun gönlünde ne varsa hepsi de “âşık”tır; Azrâ’nın gönlünde hep Vâmık vardır”.

Aşkın ve âşığın bu kadar değerli olması, âşık olmayanın yani aşksız kimsenin değersizliğini de ortaya koymaktadır. Ahmed Yesevî aşksızlığın insanlık dışı bir durum olduğunu vurgulamaktadır. Hatta kimi hikmetlerinde aşksızlık hayvanlıktan beterdir diyerek, insanın ancak muhabbetle insaniyet mertebesine yükselebileceğini dile getirir.

“Aşksız kişi insan değildir anlasanız,
Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz,
Aşktan başka sözü eğer söyleseniz,
Elinizden iman İslâm gitti olmalı.”

Onun bu düşüncesinin bir benzerini Hz. Yunus Emre’de de görmekteyiz:

“Aşksızlara verme öğüt
Öğüdünden alır değil
Aşksız kişi hayvan olur
Hayvan öğüt bilir değil.”

Hakk ile vuslata ermek isteyen tüm sâlikler için aşk bir aracıdır. Bu sebeple, sufiler daima Allah’tan aşkını dilemişlerdir. Mesela, XVII. yy. şair mutasavvıflarından olan Niyâzî-i Mısrî aşkı nasip etmesi için Allah’a şöyle niyaz eder:

“Dilerim senden Hüdâyâ eyle tevfîkin refîk
Bir nefes gönlüm senin aşkından etmegil cüdâ.”

Aşk uğruna sevgiliden gelen eziyet bile şükredilmeye değer bir nimet olarak kabul edilmedikçe gerçek âşıklık iddiasında bulunulamaz. İbnü’l-Fârız da “Muhabbet yolunda senden gelen her ezâ ve belâyı ben şükür sebebi sayarım.” diyerek bunu ifade etmiştir.

Diğer sufilerde olduğu gibi, Ahmed Yesevî’de de aşkın yegâne muhatabı ve maşuku Allah’tır. Bir başka deyişle, onun aşk ile kastettiği hakiki aşk, yani Allah’a olan muhabbet ve iştiyaktır. O, aşkı vahdetin farklı bir görünümü ve insana büyük bir değer kazandıran yüce bir ideal olarak değerlendirmektedir. Bu değerden dolayı, Allah, âşıklık iddiasında bulunan kişinin sadakatini birçok belâ ve sıkıntı ile sınamaktadır.

2. Aşığın Vasıfları
a) Gerçek âşık aşkın gereğini yerine getirendir

Âşık olmak, muhabbet şarabını yudumlamak, âşığın yüreğinin âdeta dilim dilim olmasını, bu yolda karşısına hangi mihnet çıkarsa çıksın, hiç tereddüt etmeden göğüs germesini gerektirmektedir. Eğer bu yüreklilik o kimsede yoksa o gerçek âşık değildir. Çünkü gerçek âşık, muhabbetin şevkinden canını verir fakat bunu bir acı olarak hissetmez.

Ahmed Yesevî, âşıklık iddiasında bulunup mâsivâdan, yani dünyadan vazgeçememeyi çok sert bir şekilde eleştirir. Ona göre, bunu beceremeyen kimse sahte âşıktır. Bu yüzden hikmetlerinin birçoğunda gerçek âşık-sahte âşık ayırımı üzerinde ısrarla durur.

“Aşk davasını bana kılma, sahte âşık,
Âşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok.”

“Aşk bağını sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse kötü nefsini öldürmesen,
“Allah” diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok.”

“Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar,
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek âşıktır, asla onun yalanı yok.”

Gerçek âşık, samimiyetle Hakk aşkına talip olup, bunun gereklerini de yerine getirmek için çabalayan kimsedir. Âşıklığın sadece adını alıp meşakkatine katlanamayanlar ise sahte âşıktır.

b) Gerçek âşık olmanın gereği nefsi arındırmaktır

Allah’ın aşkına doğru kanatlanmak isteyen kimseye nefis, Şeytan ve “Allah dışındaki her şey” anlamına gelen mâsivâ daima engel olur ve âdeta bir kuşun kafese kapatılması gibi, aşk talibini pranga altına almaya çalışır. Bunları aşmak için yapılacak ilk şey, nefsi terbiye ederek onu hamlıktan, dünyaya bağlılıktan ve süflî duygulardan arındırmaktır. Zira nefisle mücadele etmeden, nefsi dizginlemek için çabalamadan, aşk deryasına dalmak mümkün değildir. Hz. Mevlânâ, nefis putunu bütün putların anasına benzeterek, nefisle mücadelenin pek kolay olmadığını söyler:

“Bütün putların anası, sizin nefsinizin putudur. Hâriçte görülen putlar, birer yılandır. Halbuki nefis putu bir ejderhadır.

“Nefis, çakmak taşı ile demirdir. Put ise, çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.

“Kıvılcım söner ama, çakmak taşı ile demir su ile söndürülebilir mi? İnsanoğlu bu ikisi kendisi ile beraber oldukça nasıl emîn olabilir?

Çakmak taşı ile demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi söndürsün.

Su, sadece dışarda bulunan ateşi söndürür. O taşın ve demirin içine nasıl girer?

Nefsin ve şehvetin sembolü olan çakmak taşı ile demirden, küfrün ve bütün kötülüklerin kıvılcımları sıçrar. Dumanları yükselir.

Kaptaki, küpteki su bitse de, nefis çeşmesinin suyu tazedir, kesilmeden akar durur.

Put, testide gizli duran kara sudur. Sen nefsi, bu gizli kara suyun kaynağı bil.

O yontulmuş put, çamurlu, kirli kara bir sele benzer. Put yontan nefis ise, ana yoldaki çeşmedir.

Bir taş parçası yüz testiyi kırar. Fakat, çeşmenin suyu durup dinlenmeden akar.

Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay. Fakat, nefis putunu kırmayı kolay sanmak, bilgisizliktir, bilgisizlik!

Nefsin, her anda bir hilesi vardır ki, onun her hilesi ile isyan denizinde yüzlerce Firavun ile o Firavun’a uyanlar batmadadır.

Sen, kurtulmak istiyorsan, Mûsâ’nın Rabbi’ne ve Mûsâ’ya sığın! Benliğe kapılıp, firavunluk ederek imanını kaybetme!

Ey kardeş! Sen Allah’ın emrine ve azîz Peygamber Efendimiz’in sünnetine uy da, ten Ebû Cehli’nden ve nefsânî isteklerden kurtul!”

(Mesnevî Tercümesi, Şefik Can, S: 49-50)

“İşbu aşkın yolu dilim dilim olmaktır” diyen Ahmed Yesevî’ye göre, âşıklığın manası nefisten ve nefsin hoşlandığı her şeyden sıyrılmaktır. Bunlardan kurtulamayan kimsede aşka dair herhangi bir iz bulunmaz:

“Aşk bağını mihnet ile göğertmesen,
Hor görülüp şom nefsini öldürmesen,
“Allah!” deyip içine nur doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın nişanı yok.”

Nefsi öldürmeyi, nefsin süflî duygularına ve isteklerine engel olmayı içeren nefis tezkiyesi/nefsin arındırılması, tasavvufi gelenekte seyr u sülûk adı verilen bir manevi terbiye süreci içinde gerçekleştirilir. Ahmed Yesevî’ye göre, nefsi arındırmak/tezkiye, tasavvufi terbiye veya nefis tezkiyesi olarak da bilinen seyr u sülûke girmektir. Çünkü, onun hikmetlerine bakıldığında onun gerçek âşık tanımlamasının, bahsi geçen tezkiye ve riyazeti uygulamaya çalışan kimselerin vasıflarıyla örtüştüğü görülür. Dolayısıyla, Ahmed Yesevî’ye göre, bahsi geçen mücadeleyi başaramamış ya da bu mücadeleyi göze alamamış kimselerin Hakk aşkını, muhabbetullahı elde etmesi mümkün değildir.

Öte yandan gerçek âşık olmanın temel gereği olan riyazetin unsurları tasavvuf kültüründe, az yemek, az konuşmak, az uyumak ve halvet olarak belirlenmiştir. Çünkü bunlar, olgunluğa ulaşmak isteyen dervişi birçok yönden eğiten prensiplerdir.

Nefis mücadelesi demek bir anlamda, Hz. Peygamber’in “Ölmeden önce ölünüz” (bk. Aclûnî 1997: II/260) tavsiyesini yerine getirmektir. Çünkü ölmeden önce ölmek, insanın dünyaya olan bağlılığını olabildiğince köreltmektir.

Az yeme, az uyuma ve az konuşmanın yanı sıra, riyazetin unsurları arasında zikredilen halvet, uzlet gibi uygulamalar ise, dünyadan süreli veya süresiz olarak tamamen el çekmek, yalnızca Hakk Teala ile beraber olmak, zamanını dünyevi telaşları bir kenara bırakıp ibadet ve zikirle geçirmeyi gerektirmektedir.

Riyazet, mücahede, nefis tezkiyesi bağlamında yapılan her türlü fiil, kişinin kalbindeki mâsivâya dair tüm unsurları yok etmeye dönük uygulamalardır. Çünkü âşığın kalbinde maşuk-ı hakiki olan Cenâb-ı Hakk’a vasıl olmaya mani olabilecek hiçbir sevginin ve meylin bulunmaması gerekir.

Aşk ile kalp mâsivâdan arınır, faniliği silinir. İşte bu noktadaki müridin aşkı aynaya benzer ve orada sevgiliden başkası görünmez. Böylece nefis kalpteki zâtî muhabbet dolayısıyla herhangi bir sebeple değil, sırf Hakk’a olan sevgisinden dolayı kulluk eder, hal ve tavırlarında istikamet gerçekleşir. Aşkın varlığını dahi, Hakk ile vuslatta bir engel, bir perde olarak gören sufiler, kalpten Allah dışındaki her şeyi silmeyi hedeflemişlerdir. Bunun yolu ise nefsi ve arzularını dizginlemek, dünyaya olan bağlılığı kalpten uzaklaştırmaktır.

c) Aşkın sırrı ağyara söylenmez

Âlemlerin sahibi ve mutlak varlık, mutlak yaratıcı olan Allah’a âşık olmak, ona muhabbet duymak, insanın yani, içkin/mündemiç bir varlığın aşkın/müteal bir varlığa, üstelik yaratılmış olanın Yaratıcı’sına karşı şiddetli bir sevgi hissetmesidir. Ancak bu sevgi ilişkisi ne kadar kuvvetli olursa olsun edep ve saygı sınırlarını aşmamalıdır. Tasavvuf büyükleri muhabbetullaha ait konuları “aşk sırrı” olarak telakki etmiş ve bunların söz konusu sınırlara riayet etmeyi bilmeyen, başka bir deyişle, aşka ehil olmayan kimseden saklı tutulması gerektiğini düşünmüştür. Çünkü bu sevginin bahis konusu edilemeyeceği ortamlarda onu dile getirmek veya ona yabancı olan kimselerle ondan söz etmek, saklanması gereken sırrı “fâş etmek”tir ki, “edebe mugayir” bir davranıştır.

Aşk sırrının ağyardan, yabancılardan saklanmaması aynı zamanda aşkın adabına ters düşen bir tavırdır. Çünkü âşık, maşukunun özelliklerini ve kendi aşkıyla ilgili sırları başkalarıyla paylaşmaz.

Diğer taraftan, muhabbetin akli ve reel olmaktan ziyade, zevkî ve göreceli olması, onun birtakım sembol ve remizlerle ifade edilmesini de zorunlu kılmıştır. Bu sebeple, aşktan söz eden hemen her şairin, düşünürün ve sufinin “şarap”, “kadeh”, “sâkî”, “meyhane” gibi sembollere müracaat etmesi kaçınılmaz olmuştur. Hatta mutasavvıflar ilahi aşkla ilgili duygu ve düşüncelerini daha çok teşbih ve temsillerle anlattıkları içindir ki, tasavvuf edebiyatı neredeyse bir mecazlar ve rumuzlar edebiyatı haline gelmiştir.

Bahsi geçen rumuz ve mecaz kullanımının bir diğer sebebi ise, aşka dair sırları, ehil olmayandan gizlemektir. Bu semboller sayesinde, saklı tutulmak istenen mana ağyara sunulmamıştır. Hz. Mevlânâ bunu ifade etmek üzere, “Bu söz her kulağa lâyık değildir, onun için yüzlerce ledün sırrından sadece biri söylendi” demiştir.

3. Aşk Yolu Tasavvuf Yoludur, Çetindir ve Rehbersiz Gidilmez

Tasavvuf kültüründe Hakk’a vasıl olmak, ona yakınlığı elde etmek, bir diğer tabirle, Hakk’ın rızasına kavuşmak her müminin mutlak ve nihai gayesidir. Bu gayeye ulaşmak için tarikat büyükleri, bir dinî ilke ve prensipler manzumesi sayılabilecek çeşitli usuller ortaya koymuşlar ve terbiyesini üstlendikleri dervişlere bu usulleri esas alan eğitim yöntemleri uygulamışlardır. Tasavvuf tarihi boyunca tecrübe edilmiş ve taliplerini Hakk’a ulaştırmayı hedefleyen bu yöntemler, yine sufiler tarafından üç ana gruba ayrılmıştır. Bunlar tarîk-ı ahyâr, tarîk-ı ebrâr ve tarîk-ı şuttâr yollarıdır. Bursevî bunları şöyle açıklar:

“Tarîk-ı ahyâr/hayırlıların yolu namaz, oruç, zikir, tesbihat ve Kur’ân tilaveti gibi zahirî ibadetler üzerinde yoğunlaşan kimselerin yoludur. sufilere göre, bu yol çok uzun, meşakkatli ve çok ağır ilerlenen bir yoldur. Bu sebeple bu yolla vuslata erenlerin sayısı oldukça azdır. Tarîk-ı ebrâr/iyilerin yolu; mücâhede, murâkabe, muhasebe, riyazet, çile gibi metotlarla kötü ahlaklarından kurtulmak için uğraşan, nefs-i emmâreyi terbiye, kalbi tasfiye etmeye çalışanların takip ettiği usuldür. Bu yoldan Hakk’a vasıl olanlar bir öncekine göre biraz daha çok olsa da yine azdır. Tarîk-ı şuttâr/âşıkların yolu ise ehl-i muhabbet ve aşkın yolu olup, bu yolun esası maşuk uğrunda kendi benliğinden geçmeye, nefsini ve bütün varlığını onun uğrunda feda etmeye dayanır. Onun için, bu yolun başlangıcı önceki yolların sonu gibidir ve bu yoldan vuslata kolayca erişilir.”

Hakk’ı bulmanın yegâne yolu aşk yoludur ve bunun esaslarını ve öğretimini yapanlar tarih boyunca sufiler olmuştur. Ahmed Yesevî de bunu açıkça;

“Candan geçip tarikata girmedikçe,
Âşıkım deyip yalan dava eylemeyin dostlar.”

diyerek dile getirmiştir. Daha net bir ifadeyle, Yesevî yolunun temeli, Hakk’a ulaşmaya ve bu yolculukta aşkı en yüce araç edinmeye dayanmaktadır. Aynı şekilde Hz. Mevlânâ’ya göre de aşkın değişik düzlemlerde farklı anlam ve işlevleri vardır. Bunlardan biri ilahi aşkın tasavvuf terbiyesi almaya aday olan sâliki fenâya ulaştırmadaki erdirici rolüdür. Zira aşkın olduğu yerde mâsivâ yanıp yok olur. “Aşkın özelliği budur ki, harareti ateş gibi olmakla mâsivâyı yakar. Onun için aşkla bir lahzada hâsıl olan mana mücahede ile nice yıllarda hâsıl olmaz. Zira mücahedede incizab/cezbe yoktur. Tabiri caizse, aşk, çok süratli bir binit gibi, kendine teslim olan âşığı maşukuna uçurur.

Tasavvufi gelenekte bir kimsenin manevi terbiyesi mutlaka bir mürşit, bir kılavuz rehberliğinde yapılır. Çünkü dünya hayatında şeytanın gizli ve açık pek çok tuzağı vardır. Mürşidi olmayan sâliki şeytanın aldatma ihtimalinden dolayı manevî tekâmül sürecinin bir rehber gözetiminde yapılması gerekli görülmüştür. Hz. Mevlânâ buyurmuştur ki:

“Ey Hakk yolunun yolcusu! Kendine pîr seç! Çünkü, bu yolculukta pîrsiz olursan, pek büyük afetler, korkular, tehlikeler vardır.

Çok defa geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz gidersen şaşırır kalırsın.

Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun? Aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme! Ey ahmak! Eğer başında mürşidin gölgesi olmazsa, gulyabanî sesleri seni şaşırtır, yolunu saptırır.

Gulyabanî sesleri, seni yoldan çıkarır ve tehlikeye düşürür. Bu yola düşmüş, senden daha akıllı kişiler vardır ki, hepsi de pîrsiz sapıttılar.

Yalnız, yanlış gidenlerin nasıl yollarını şaşırdıklarını Kur’ân’dan dinle! Kötü rûhlu şeytanın, onları ne hale getirdiklerini anla.

Şeytan onları doğruluk yolundan, insanlık yolundan yüzbinlerce yıl uzaklara düşürdü, felaketlere uğrattı, çırçıplak bıraktı.”

(Mesnevî Tercümesi, Şefik Can, S: 187-188)

Tasavvuf kültüründe seyr u sülûk adı verilen manevi eğitimin nihayeti, Hakk’a vasıl olmaktır. Yukarıda bahsettiğimiz eğitim metotlarına göre, hedefe en çabuk ulaştıran yol aşk yoludur ki, bu, diğerlerine göre en ağır olandır. İşte tarikat adı verilen mekteplerde, pîr-i kâmillerin gözetiminde dervişler, bir çeşit aşk talimi yapar ve aşkı Maşuk-ı İlahi’ye vasıl olmaya aracı kılarlar.

a) Aşk candan ve dünyadan vazgeçmedir

Gerek tasavvufta ve gerekse edebiyatta ‘pervane ile ateş’ örneği, âşığın kendini, yani sahip olduğu varlığını yok ederek maşuka kavuşmasını anlatmak üzere kullanılan meşhur bir metafordur. Söz konusu örnekten de anlaşılacağı gibi, maşuk ile vuslata ermek, âşığın yokluğa ulaşmasına bağlıdır. Ahmed Yesevî ve pek çok sufinin aşk ve âşık tanımında varlığı, canı ve sahip olduğu her şeyi feda etme, yokluğa erme teması öne çıkmaktadır.

Öbür taraftan, Hakk Teala dışındaki her şey, Hakk aşkına mani olan bir engeldir. sufilerin mâsivâ olarak adlandırdığı bu engeller ortadan kalkmadan aşk tecelli etmez.

Tasavvuf ehli, mâsivâ ile mücadeleyi öyle sıkı tutmuşlardır ki, Allah için yapılan amel ve ibadetlerin dahi, Hakk’a vuslatta bir engel olması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Mesela, tasavvuf tarihinde adı “ilahi aşkla” özdeşleşen Râbiatü’l-Adeviyye’nin ibadet anlayışı Allah’a ne cennet arzusu ne cehennem korkusu sebebiyle değil, yalnızca Hak için ibadet etmeye dayalıdır. Onun bu husustaki şu sözü meşhurdur:

“İlâhî! Eğer sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer sana cennet ümidiyle ibadet ediyorsam beni cennetinden mahrum et. Eğer sana yalnızca zâtın için, zâtının sevgisinden dolayı kulluk ediyorsam beni ebedî cemalinden mahrum bırakma!”

Sufiler, mâsivâyı büyük ölçüde dünya ve dünyevi bağlar olarak telakki etmişlerdir. Mâsivâyı gönlünden silip atması gereken âşığın öncelikle dünyaya ve dünyeviliğe tavır alması gereklidir.

Aşkın yüceliği karşısında dünya ve dünyevilik son derece süflî ve bayağıdır. Hz. Mevlânâ da aşkı yükseklere ulaşmaya, dünya ile meşgul olmayı da leş yemeye benzetmiştir. “Kartallar ve şahinler kanat çırpıp yükseklerde uçarken, bırak kuzgunlar ve kargalar çöplükte leş yemeye devam etsin”. Tasavvuf tarihi boyunca sufilerin temel kaygısı, dünyaya ve süflî duygulara bağlı kalmak, fani/geçici olanı baki olana tercih etme yanılgısına düşmek olmuştur. Hatta tasavvuf, temelde maddeye karşı bir tavır koymayı gerektiren bir disiplin olarak tanınmıştır. Bu anlayış, “züht” adı altında tasavvuf tarihinde bir döneme adını verecek kadar merkezi bir harekete dönüşmüş ve günümüze kadar gelmiştir. Dolayısıyla, nasıl aşka giden yol tasavvuf yolundan geçiyorsa, dünya ve dünyevi unsurlarla mücadele etmeksizin de tasavvuf yoluna girmek mümkün değildir.

Aşkın hakikati, maşuk dışındaki her şeyin silinmesinden ibarettir. Aşktan söz eden sufilerin mâsivâyı yok etme üzerinde bu kadar ısrarla durmalarının sebebi budur. Çünkü insanın kendi varlığı, sevdikleri, sahip olduğu mal, mülk nefsanî her türlü istek aşka engeldir. Hâlbuki gerçek aşkta, aşk-âşık-maşuk’un tekliği esastır ki, bu, candan, maldan, mülkten, evlattan kısaca, dünyaya ait her şeyden vazgeçmeyi gerektirir. Bunu gerçekleştiren âşığın geldiği nokta ise tüm âlemin, kâinattaki tüm varlıkların Hakk’tan, yani onun tecellilerinden ve yansımalarından ibaret olduğunu görmesidir. Ona göre, eşyada tecelli eden ve kendini gösteren yegâne güzellik, Hakk’ın güzelliğidir. İşte bu merhale, âşığın fenafillâh mertebesine ulaşması ve bunun akabinde “maşuk-ı hakiki” olan Allah ile bakaya ermesidir.

b) Aşk çile ve gözyaşıdır

Tasavvuf ehli, hayatları boyunca başlarına gelen her türlü sıkıntı, çile ve belâya hiç şikâyet etmeden seve seve katlanmıştır. Çünkü gerek nimet gerekse mihnet olsun her şey Allah’ın takdiridir ki, ona rıza göstermek Hakk âşığı olmayı murat eden kimsenin bir görevidir. Bunun yanı sıra, kişinin dünyada çektiği sıkıntılar, çevresindeki insanlardan gördüğü ihanetler, yaşadığı dert ve kederler, benliğinden kaynaklanan fani vasıflardan onu kurtarıcı bir rol üstlenebilir. Bir başka deyişle, her bir sıkıntı ve dert, bunlardan gerekli dersi çıkarmayı başarabilirse kişiyi, tabii mizacına uygun olmayan palyatif/geçici unsurlardan arındırabilir.

Ahirette Hakk’ın cemalini görüp görememe endişesi, âşık dervişe gözyaşı döktüren en büyük çile ve sıkıntıdır. Öyle ki, tasavvuf tarihinde “hüzün ekolü” şeklinde anılacak kadar hüznü ve gözyaşını hayatlarının en büyük parçası haline getiren bir sufi grubu olmuştur. Bu sufilerin başında Fudayl b. İyaz gelmektedir. Onun hayatı boyunca ne tebessüm ettiği, ne de kahkaha atarak güldüğü görülmüştür. Vefat ettiğinde, Abdullâh b. Mübârek “Fudayl’ın ölümüyle birlikte hüzün de ortadan kalktı” demiştir. “Allah bir kulunu severse onun kederini çoğaltır; bir kuluna da buğz ederse ona dünyayı bol bol verir” sözü bu ekole mensup sufilerin züht anlayışını yansıtmaktadır.

“Âşık olsan gözyaşını saçıp yürü” diyen Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinde aşkla ilgili beyitlerin neredeyse tamamında hüzün yani, gözyaşı dökme ve ağlama teması vardır.

“Zerre aşk kime düşse, ağlar eyler,
Gözyaşını akıtarak umman eyler,
Her ne bulsa, Hak yoluna ihsan eyler.”

Aşkın varlığı, ona göre, gözyaşının davetçisidir. Diğer taraftan Hakk’ın cemalini görmeye duyulan iştiyak da âşığa yaş döktüren en büyük sebeptir. Hz. Mevlânâ buyurmuştur ki:

“Bir nefesçik Hakk’ın güzelliğini görsen, canın da ateşlere düşer, vücudun da.”

(Mesnevî, 4/3215)

“Allah aşkıyla ağlayan göz, ne mutlu gözdür. Allah aşkı ile tutuşup yanan gönül ne mübârek bir gönüldür. Allah bize yardım etmek dilerse, gönlümüze yalvarma, ağlayıp inleme isteği verir. Her ağlamanın sonu, gülmektir. Bu sebepledir ki her hadisenin sonunu gören kişi mutlu ve kutlu bir kuldur.

Nerede akarsu varsa, orada yeşillik vardır. Nerede göz yaşı dökülürse, oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da, can bağında yeşillikler bitsin. Göz yaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan, zayıflara, zavallılara merhamet et.”

(Mesnevî, 1/818 – 822)

Sufilerin, aşkın nihai gayesi olarak telakki ettiği “cemalullah”a kavuşma süreci, bir anlamda kemale ulaşma şeklinde de değerlendirilebilir. Hatta düşünce tarihi boyunca, aşkı kemal fikriyle irtibatlandıran düşünürler de çıkmıştır. Olgunlaşma, kemale erme daima sancılı ve çileli bir süreç olarak gerçekleşir ki, buna gözyaşının iştirak etmemesi imkânsızdır. Hakikatte, âşığın döktüğü gözyaşı, içindeki aşk ateşinin bir çeşit merhemi gibidir.

4. Hakiki aşkın kaynağı Hakk’tır

Hangi sahaya mensup olursa olsun, aşk hakkında söz söyleyen tüm düşünür, şair, sufi, filozof veya sanatkârın bu konuda söylediği hakikat şudur ki, âşık, maşuk ve aşk, aşkın nihayetinde birliğe dönüşmektedir. Bu noktada, âşık ve maşuk arasında bir fark kalmamakta, âşık benliğini yok ettiği için maşukunda fani olmaktadır. Âşığın maşuka, maşukun da âşığa dönüştüğü o son mertebe olan vahdet makamında artık âşık kendi vücudunda varlığını sonlandırarak maşukta, söz konusu yokluğuna ebedî bir varlık kazandırır. Bu hakikat, bazı şairler tarafından maşukun da aşkı ve âşığı aradığı söylenerek dile getirilmiştir. Mesela, Hz. Mevlânâ “Gündüz geceye âşıktır; hem de çaresiz bir âşık! Fakat geceye bakarsan, o da gündüze daha da fazlasıyla âşıktır” der. Söz konusu durum Hakk aşkı için düşünülürse, onu verenin Yüce Maşuk yani Allah olduğu ortadadır. Dolayısıyla ilahi aşkı tatmak sadece Allah’ın onu nasip ettiği kişilerin payına düşmektedir.

Aşk, her ne kadar nihayeti Hakk’a vuslat olarak ifade edilse de sonsuz ve nihayetsiz bir süreçtir. Zira âşık maşuku ararken, kendine döner, onu kendinde bulur. Bir nevi daire çizer ve başladığı noktaya döner. Hz. Mevlânâ bunu şu rubaisinde zikretmiştir:

“Cânında bir can var, o cânı ara.
Beden dağında bir mücevher var o mücevheri ara.
Ey yürüyüp giden sufi! Gücün yeterse ara.
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.”

Bundan dolayı aşk derdi devası olmayan bir dert şeklinde düşünülmüştür. Hatta bu derde müptela olmadan âşık nefes alamaz. Nitekim Allah âşıklarına aşktan başka teselli verecek herhangi bir şey de yoktur. Hz. Mevlânâ’nın aşka “Ey bizim her derdimizin devası, şâd ol” demesi aşkın hem dert hem de onun ilacı olması yönüdür. Ahmed Yesevî ve pek çok sufiye göre Hakk aşkı, sonsuz ve sınırsız olan Yüce Yaratıcı’ya duyulan bir sevgi olduğu için aşkın kendisi de sonsuz ve nihayetsizdir. Bu bakımdan onun bitmesi, sona ermesi, bir diğer tabirle, deva bulması söz konusu değildir.

Kaynak: “Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i Ekseninde Tasavvufi Düşüncede İlahi Aşk”, Yrd. Doç. Dr. Betül Gürer, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü – Konya/Türkiye

İlgili kaynaktan derlenerek hazırlanmıştır. Bazı eklemeler de yapılmıştır.
Daha yeni Daha eski