KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR
Kâf Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bu sûre ile Sûresi’nin başlayışında fazla bir benzeyiş vardır. İlk önce, ikisi de birer harf ve Kur’ân’a yemin ve ile başlıyor. Kâfirlerin şaşkınlıklarından bahsediyor. O sûrenin baş tarafında “Bu öğüt dolu Kur’ân’a and olsun.” (Sâd, 38/1) sonunda “O (Kur’ân) bütün alemler için bir öğüttür.” (Sâd, 38/87). Bu sûrenin başında “Bu şerefli Kur’ân’a andolsun.” sonunda “Benim tehdidimden korkanlara bu âyet ile öğüt ver.” (Kaf, 50/45) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk esas olan tevhide, bunda ölümden sonra dirilmeye ve haşre dikkat çekilmiştir. Yazılışta harf, okunuşta kaf isim şeklindedir. Açıkça anlaşılan harfin ismi, bundan da bu sûrenin ismidir. Bu vesile ile Kaf dağından da bahsedilmiş. İşaret ile veya açıkça emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir. Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşâbih âyetlerdendir. Yorumunu Allah bilir. Fahreddin Razi burada önce şu hususlara dikkat çekmiştir: Yukarılarda anlatmıştık ki böyle sûrelerin başındaki harfler, okunacak Kur’ân’ı iyi dinletmek için dinleyicinin dikkatini uyandırmak üzere verilen uyarılardır. Yine anlatmıştık ki ibadetin kalb ile olanı, dil ile olanı ve vücudun dış organları ile olanı vardır. Organ ile olanlar içinde mânâsına akıl eren de var, mânâsı akıl ile bilinmeyip sırf ibadetle ilgili olan da vardır. Nitekim hacda şeytanları taşlamak, sa’y ve benzeri diğer bazı ibadetler böyledir. Kalple ilgili inançlar içinde Allah’ın birliğini ispatlama ilmi, ve insanların mahşerde toplanmalarının mümkün olması, Allah’ın sıfatı ve peygamberlerin doğruluğu gibi hem aklın delil ile bildiği kısım vardır, hem de kıldan ince kılıçtan keskin sırat ve amelleri tartacak mizan gibi şeriatla ilgili olmadıkça kesinlikle kabul etmek ve doğrulamak mümkün olmayan kısım vardır. Şu halde dil ile yapılan ibadet olan zikirlerde de böyle olması gerekir. Bunların da Kur’an’ın çoğu gibi hem mânâsına akıl eren kısmı vardır. Hem de bu heceleme harfleri gibi mânâsını aklın kavrayamayacağı veya anlamadığı kısım vardır. Çünkü onu okumaktan maksat, yalnız emre boyun eğmektir. Yoksa konuşmada, alışıldığı üzere bir hüküm veya hoş bir hikaye veyahut “Ey Rabbimiz! Bizi bağışla ve bize merhamet et!” gibi güzel bir maksadı ifade etmek değildir. Bilakis sırf söylemek sadece ibadet olur. Bunu şu husus da destekler: Bu harflere yemin edilmiş bulunuyor. Kendileriyle yemin edilmiş durumdadırlar. Halbuki Allah Teâlâ’nın incir ve zeytine yemin etmesi onlara şeref vermek olduğu gibi, (Allah’ı) tanımanın delili, ve ta’rifin aleti olan şerefli sözün aslı olan harflere yemin etmesi de onların ayrıca bir şerefe sahip olduklarını öncelikle ifade eder. Şimdi bu noktada şunları düşünmek gerekir:
1- Allah Teâlâ’dan yemin ya gibi bir şeye veya gibi bir harf ile de olmuştur. Veyahut “Göğe ve gece ortaya çıkana yemin olsun.” (Târık, 86/1). “Kuşluk vaktine, kararıp ıssızlaşan geceye yemin olsun ki” (Duhâ, 1-2) gibi iki şeye ve gibi iki harfe, veyahut “okuyanlara”, “sevk edenlere”, “saf bağlayıp duranlara” gibi üç şeye ve gibi üç harfe, veyahut (Zâriyât Sûresi’nde) (Burüc Sûresi’nde) (Tin Sûresi’nde) olduğu gibi dört şeye ve gibi dört harfe veyahut ‘da da da de olduğu gibi beş şeye ve ve gibi beş harfe olmuştur. Beş şeyden fazla yemin yalnız bir sûrede vardır ki o da Şems Sûresi’ndedir. Beş harften fazlaya hiç yemin yapılmamıştır. Çünkü asıl harfleri beşten fazla kelime ağır sayılmıştır. Mânâ için birleştirilmesinde ağır görülüp kabul edilmeyince mânâsı bilinemeyecek veya mânâsı olmadığı zaman daha da ağır gelmesi gerekir.
2- Bilinen şeylere yeminde, yemin edatı olan zikredilmiş denilmiş. Fakat harflere yeminde yemin edatı zikredilmemiştir. Mesela denilmemiştir. Çünkü yemin, harflerin kendilerine olunca harfin, harfe alet yerinde getirilmesi eşitliği bozardı.
3- Allah Teâlâ, gibi eşyaya yemin etmiş, onların asılları olan zerrelerine ve basit maddelerine yemin etmemiştir. Fakat harflere, onları birleştirmeden yemin etmiştir, çünkü eşyanın birleşiminde maddesi en güzel bir şekilde bulunur. Fakat harfler, birleştirilince yemin sözcüklerine değil, gök ve yer gibi mânâlarına ait olmuş olur. Mânâsız terkibe göre ise tek harf daha değerli olur. Onun için harflerin yalnız müfredatına yemin edilmiştir.
4- Bakara Sûresi’nde geçtiği üzere harflere yemin, yirmi sekiz sûrededir. Sayıları harflerin yarısı kadar olan, şeylere yemin ise ki ‘den başka sûrelerdedir, ondört sûrededir. Çünkü harflerden başka şeylere yemin sûrelerin baş tarafında da vardır, ortasında da vardır. Mesela “O aya ve döndüğü an o geceye andolsun.” (Müddessir, 74/32-33) gibi. Harflere olan yemin ise ancak sûrelerin baş tarafındadır. Ve orada güzel olmuştur. Çünkü anlaşılan arasında, anlaşılmayan güzel olmazdı. Onun için sûre başlarında eşyalara yemin, harflere yeminin yarısı kadardır.
5- Harflere yemin, Kur’ân’ın iki yarısının ikisinde de hatta yedi kısmında da vardır. Sayılı eşyalara yemin ise yalnız son yarısında, hatta ‘den başkası son kısımdadır. Zira çoğunlukla harflere yeminden sonra Kur’ân ve kitab veya tenzil zikredilmiş “Yâsin, hikmet dolu Kur’ân hakkı için” (Yasin, 36/1-2), “Elif, Lâm, Mîm. O kitap” (Bakara, 2/1-2), “Elif, Lâm, Mîm, Bu Kitabın indirilmesi…” (Secde, 32/1-2) buyurulmuştur. İşte Kur’ân’ın hepsi harflerle ifade edilen bir mucize olduğundan onlar her kısımda bulunmuş olup, sayılı şeylere yemin ise böyle değildir.
Bundan sonra Razî “Kaf”a ait konulardan olmak üzere şunu da ilâve eder: Kaf yeryüzünü kuşatan bir dağdır ki göğün etrafı onun üzerindedir denilmiş, bu görüş, birkaç yönden zayıftır:
1- Okunuşu vakf üzeredir. Halbuki dağ ismi olsaydı yemin edilmiş olmakla vasılda vakıf caiz olmazdı.
2- gibi yemin harf ile söylenmesi gerekirdi. Çünkü yemin edatının atıldığı yerlerde kendisi ile yemin edilen “Allah’a yemin ederim ki mutlaka yapacağım.” gibi yemine layık olarak (yemin edatını) söylemeye bir ipucu olur, denmez.
3- Öyle olsa yazılırdı “Kuluna yetmez mi?” (Zümer, 39/36), “Akan bir pınar vardır.” (Gaşiye, 88/12) türünden olurdu. Halbuki bütün mushaflarda harf yazılmıştır.
4. Bunda açıkça anlaşılan harf olmasıdır. Gerçi onun İbnü Abbas’tan nakledilmiş olduğu da söylenmiştir. Fakat İbnü Abbas’tan rivayet edilen, ‘ın bir dağ ismi olmasıdır. Fakat burada bu ‘tan maksadın o dağ olduğu kesin değildir.
Demek ki Razî aslında “Kâf” dağı diye söylenegelen rivayeti inkâr etmiyor. Burada onunla tefsir edilmesi zayıf bulunuyor. Alûsî de rivayetleri kaydettikten sonra şöyle diyor: “Karafi, Kaf dağının bulunmadığı görüşünü ileri sürmüş ve buna açık delil getirecek delili olmayan şeye inanmanın caiz olamayacağını söylemiş. İbnü Hacer-i Heytemide bulunan rivayetleri ileri sürerek ona bazı itirazlarda bulunmuştur. Alûsî, bunları rivayet ettikten sonra; “Ben de Karafi’nin dediği gibi his şahitliğiyle bu dağın var olmadığı görüşündeyim.” çünkü bu yeryüzünün karasını, denizini Yengeç dönencesine kadar kaç defalar katettiler. Öyle bir şey müşahede etmediler. Gerçi o haberler ravilerinden bir topluluk sahih rivayet edercesine bağlı kalarak rivayet etmişler ise de onların sahih olduğunu tenkid etme duygusunu, yalanlamaktan daha hafiftir. Bu, bulamamaktan dolayı kaf dağının varlığını inkâr etmek türünden de değildir. Zelzele işinin de öyle bir dağla bağlantısı yoktur. Çünkü zelzeleler yeryüzünün sertliğiyle beraber çıkmak isteyen buharların baskısındandır. Ve biraz insaf damarı olanlara göre bunu inkâr etmek kendini büyük görmektir. Biz de bu münâsebetle şunu söyleyelim ki daha bilgin olan Râzi bu hususta daha insaflı hareket etmiştir. Bizce insaf, rivayetleri yalanlamakta değil, bir doğru yorumu bulmaktadır. Gerçi bu hususta Peygamber (s.a.v)’e kadar isnad edilen bir hadis yoktur. Fakat bazı alimlerin kanaatlerini gösteren yaygın bir görüş vardır. İbnü Cerir’in ve İbnü Münzir’in rivayetlerine göre İbnü Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah bu yeryüzünü arkasından onu kuşatan bir deniz, onun arkasından bir dağ yaratmıştır ki ona “Kaf” denilir. Dünya göğü onun üzerine sarmaktadır. Demek ki “Kaf” yeryüzünü kaplamış olan Büyük Okyanus’u kuşatmıştır. Bu ifadeye göre Kaf dağı denilen şey hava küresi (atmosfer) olmuş olur. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünü çevresinden kaplayan bir Büyük Okyanus’u vardır. Büyük Okyanus’u da atmosfer tabakası kaplamıştır. Dünya göğünün etekleri bu atmosfer tabakası üzerindedir. Bizim gök dediğimiz zümrüt gibi göklük burada parlamaktadır. İbnü Münzir’in, Ebû’ş-Şeyh’in, Hakim’in, İbnü Merduye’nin Abdullah b. Büreyde’den rivayetlerinde: “Kaf” dünyayı kuşatan zümrütten bir dağdır ki göğün etekleri onun üzerindedir diye zümrüt ile ifade edilmesi de teşbih-i beliğ türünden olmak üzere bu rengi takviye eder. Buna dağ denilmesi de küresel şekli ile ufuk üstünde yükselme ve büyüklüğü itibarıyla veya bir kaynak ve anbar olması bakımından olması gerektir. Bununla beraber İbnü Ebi Dünya’nın ve Ebû’ş-Şeyh’in rivayetlerinde “Kaf” yalnız dünyayı değil, kainatı kuşatmış olmak üzere de nakledilmiş ve damarları yeryüzünün içine kadar indiği ve depremler onun damarlarının hareketinden meydana geldiği de söylenmiştir. Bu noktaya gelince “Kâf” kelimesi bize eski Yunanlılar’da bile bilinen ve herşeyin kaynağı olmak üzere maddenin bir kül karışımı niteliğinde düşünülen ilk durumunu ifade eden “chos kao” kelimesini hatırlatmıştır. Kâf dağı rivayetleri Hz. Peygamber’e istinad ettirilmemiş bulunduğu için bunu eski zamanlarda pek yaygın olmuş bir teori türünden saymakta hiçbir sakınca yoktur. Fakat bunu tefsir için esas edinmek uygun olmaz. harfini müteşabih olarak Allah’ın kudretine bir sembol saymak Kaf dağı denilen olabilirlik âlemiyle tefsir etmekten daha uygun olur. Ve şanlı ve şerefli Kur’ân hakkı için.
MECİD : Mecd sahibi, mecd, geniş lütuf ile ilgili büyük şeref ve şandır. Şu halde “Kur’an-ı mecid” şerefi, kitapların hepsinden büyük olan, yahut mânâsını bilip kendisiyle amel edeni şereflendiren şanlı Kur’ân demek olur. “Vav” yemin, veyahut yemine alt içindir. “Kaf” ile şanlı Kur’âna yemin edilmiştir.
2-Yeminin cevabı sonraki âyetin ipucuyla hazfedilmiştir. Yani sen uyarıcısın uyarma için geldin Doğrusu kâfirler kendilerine kendilerinden bir uyarıcı geldiğine şaştılar. Yani Kur’ân’ın şeref ve şanı olmadığından değil, fakat insanlara yine insanlardan bir uyarıcı, korku haberi vererek korkutan bir peygamber geldiğine şaştıklarından dolayı küfür ve inkâra gittiler. Halbuki insanlara kendileri dışında gelen bir uyarıcı, olağanüstü ve şaşmağa değer görülse bile yine kendilerinden bir uyarıcı gelmesi görülmedik bir şey değil idi. Fakat onun gelişine ve uyarmasına şaştılar. Da kâfirler dediler ki: “Bu tuhaf bir şey!…” Bunda iki ayrı yorum vardır: Birisi şaşkınlıklarını tefsir ve şaşkınlık noktasını açıklamakla küfürlerini açıkça anlatmaktır. Bu şekilde tefsir, peygamberin uyarmasına işarettir. İkincisi Peygamberin peygamber olarak gönderilmesine şaşırmaktan sonra ahirette dirilmeye şaşırmalarını açıklamaktır. Bu şekilde atıf (bağlaç) kapalı olarak şu söze işaret olur.
3- Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit (bizi tekrar dirilmekle korkutuyor) ha! Yani bizi o vakit diriltme ve haşr ile mi korkutuyor? Bu, öldükten sonra diriltmek uzak bir dönüş. Akıldan veya alışılmıştan uzak olan bir geri dönüş, bir döndürüş veyahut bir cevaptır.
4-Şimdi bunun Allah’ın kudretinden uzak olmadığnı ispatlamakla buyuruluyor ki: Doğrusu biz toprağın onlardan ne eksilteceğini bilmişizdir. Yani onun alışılmıştan uzak zannedilmesi bir insanın gerçeği ve bölümlerinin ayrıntıları tamamıyla bilinemediği için bilgisizlikten ileri gelir. Yoksa hayat ilmi bilinse de bir insanın özelliğini meydana getiren bütün sırlar keşfedilse bir kimseyi öldürüp yeniden diriltmek pek uzak sayılmazdı. Halbuki Allah Teâlâ onu bilmiş ve yaratmıştır. Ölüp çürüyüp de toprak olan kavimlerin veye şahısların hüviyyet ve aynılıklarını meydana getiren rükünler ve şartlardan kalan nedir? Eksilen nedir? Ruh mudur, beden midir? Bedenin maddesi ve parçaları mıdır, yoksa birbirine benzeyen parçalar arasında hayatı ve aynılığı ifade eden belirli ve özel bir oran mıdır? Allah hepsini bilir. Toprakta çürüyüp yok olduğu zannedilen oluşumların, ilişkilerin, kuvvetlerin özelliklerin en küçük parçasına varıncaya kadar hepsi olduğu gibi Allah Teâlâ’nın ilminde belli ve korunmuştur. Ve katımızda korunmuş, değişmez, bozulmaz bir kitap vardır. Hepsi onda korunmuştur. Cüz’î ve küllî (parça ve bütün) hiçbir şeyi kaçırmaz, hatta onların amellerini de bütün açıklamalarıyla korumaktadır. Allah’ın ilmi bir de böyle Levh-i mahfuzda yazı ile sağlamlaştırılmış olarak tecelli etmektedir. Bunu değişme ve korunma kanununun bir ifadesi olarak düşünebiliriz. Bu tamamıyla bilinmiş olunca her hangi bir insanı yok ettikten sonra onu meydana getiren ve ondan yayılan ve değişmiş olan özelliklerin bilinmesi ve korunması hasebiyle onu yeniden iade etmek hiç de uzak olmaz. Onun için gerek bir toplumu, gerek bir şahsı öldükten sonra diriltmek ve haşretmek Allah’a göre uzak bir uygulama olmadığı bu düşünce ile belli olur.
5- Doğrusu onlar hakkı, kendilerine geldiği anda yalanladılar. Kendilerini yaratmış olan Allah’ın ilmini ve gönderdiği kitabını ve peygamberini gelir gelmez yalanladılar da şimdi onlar pek karmakarışık bir hal içinde çalkalanıyorlar. Bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair diyerek, bazen şaşkınlıkla, bazen inkâr etmekle ızdırap içinde gelecekten, ahiret hayatından ümitsiz bir halde kıvranıyorlar.
6- Buna karşı Allah Teâlâ’nın ilmini ve diriltmeye kudretini ispatlamakla ızdırabı savma hususunda buyurulur ki; Artık üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki? Burada gök ufkumuzun üstünde görebildiğimiz (gök) cisimleri ve boyutları ile özel bir şekilde bakışımıza iz düşüren ve dünya göğü denilen yüksek binadır ki biri hissî, biri aklî olmak üzere iki yönü vardır. Herşeyden önce bunun hissî yönüyle gözlerimize olan tecellisine dikkat çekilmiştir. İkinci derecede fikirler ve deliller ile, akıl ile anlam çıkarmak mümkün olabilen göğün şeklinin derinliklerine dalmadan yalnız hissi olan bu yapılmış resmin durumuna bakıldığı zaman bile onu yapan yaratıcının ilim ve kudretindeki yücelik derhal gözlerde, gönüllerde kendini gösterir. Buradaki hazfedilmiş bir cümleye atıf içindir. Görmediler de o kâfirler üstlerindeki o göğe bakmadılar, baksalar ya! Biz onu nasıl bina etmişiz ve nasıl süslemişiz. Onun hiçbir yarığı, çatlağı yok. Yani kapısı geçidi yok değil, ayıp ve kusuru yoktur.
7- Yeryüzünü de yaymışız. O binanın döşeği gibi sermişiz, bakıldığı zaman gök, küre şeklinde görünürken görme alanı içinde yeryüzü de onun altında ufka doğru özel bir uzama şekli ile uzanmış görünür ve böyle görünmesi onun da bir küre olduğunu akıl ve delil ile anlamaya engel değildir. (Ra’d Sûresi’ndeki 13/3. âyetin tefsirine bkz.) Alûsi der ki; (Yeryüzünün) bu uzaması, yerin tam veyahut kutuplar yönünden noksan bir küre olmasına aykırı olmaz. Ve ona ağır baskılar, oturaklı dağlar serpmişiz. Ve onda gözler, gönüller açan her türlü güzel çiftten (bitkiler) bitirmişiz.
BEHÎC: Behcetli, gözlere gönüllere neşe ve sevinç veren, sevimli, güzel.
ZEVC; çift. İNBÂT, görünüşe göre bitkiler için ise de “zevc-i behic” insan dahil olmak üzere hayvanların da her hoş (güzel) sınıfını kapsadığı açıkça anlaşılır.
8- (Bütün bunlar) O, Rabbine gönül verecek, her kulun gözüne göstermek ve öğüt vermek içindir. Yani bütün bunları böyle yapış ve bitiriş Rabbine gönül verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun gözüne göstermek ve fikrini açmak içni ibret verici delil ve hatırlatma vesilesi kılmak hikmeti iledir.
TEBSİRA; Hem göze görme kuvveti, hem de kalbe basiret (seziş) kuvveti vermek mânâsına olabilirse de ikincisi ile ifade edilmiş olmasından dolayı burada gözle görme mânâsında olması daha uygun görünür. Bunun birisi hissî birisi aklî yönü ifade eder. Biri duyurma, biri dikkati çekmedir. Bunların her biri birer yeni hayat neşesiyle Allah Teâlâ’nın ilmine ve ölümden sonra diriltme kudretine delalet ederler. Hissettirme, şimdiki dünya hayatını yaşatırken, dikkati çekme ve hatırlatma geçmiş ve gelecek şuuruyla ahireti duyurur.
MÜNİB kaydı da gerçek olarak faydalananları göstermek ve Allah’a yönelmeye teşvik etmek içindir.
9- Ve Gökten bereketli bir su indirmekteyiz ki hayrı, bereketi ve faydası pek çoktur. Bununla o güzel çiftlerin nasıl bitirildikleri gösterilerek yerinde uygulama ve diriltme şekline bir misal verilmiş oluyor. Kur’ân da bu mübarek suya benzer indirip de onunla, o su sebebiyle bitirmekteyiz; birçok cennetler, meyveli ağaçları kapsayan bağlar, bahçeler ve biçilen ekin taneleri,
10- ve dolgun veya yüksek hurma ağaçları.
BÂSİK: Uzun, düzgün veya yüklü. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiştir. Yani birbiri üstüne dizilmiş çok, veya içinde meyvesi çok, çünkü tal’ı, hurmanın ilk çıkan tomurcuğudur ki meyvesi içinde istiflidir.
11- Kullara rızık olsun diye yetiştirmekteyiz. Bir beldeyi ölmüş iken onunla, o su ile diriltmekteyiz. Gelişme ve büyümeden kesilmiş kuru toprağa hayat vermekteyiz. İşte dirilip kabirlerden çıkma da böyledir. Yani ölü bir beldenin bir su indirmekle dirilmesi gibidir. Allah’ın indireceği bereket ile sizin de dirilip çıkmanız, Allah’ın kudretinden nasıl uzak değilse bu da uzak değildir. Burada “çıkış” denilmesi anlamlıdır. Ebbu’s-Suud’un açıklamasına göre yerden bitkilerin çıkarılmasına diriltme ve ölülerin dirilmesine hürûc denilmesi önemsiz gibi görülen bitirmenin şanını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra dirilme işini tabii (bir fiil gibi) kolay göstermek ve bu şekilde bitkileri çıkarma ve ölüleri diriltme arasında benzeyişi gerçekleştirmekle karşılaştırmayı açıklamak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
12-14-Muhakkak ki biz bununla ölmüş bir toplumdan hakkın feyiz ve bereketiyle İslâm’ın ortaya çıkması ve yeni bir hayat ile başkalarına karşı dirilip canlanması ve galip gelmesi mânâsına da bir işaret anlarız. Onlardan önce de yalanlamışlardı. Bununla peygambere teselli ve kâfirlere uyarı misalleri veriliyor.
“Ress ashabı.” Bununla ilgili açıklama (Furkan, 25/38. âyetinde geçti, oraya bkz.) Ve Lut’un hemşehrileri, Lût (a.s)’ın kavmi ki kendisine nikahla meydana gelen akrabalıkları bulunmaktan dolayı ihvan (kardeşler) denildiği söylenmiştir. Bu deyim, gerek soy ve gerek evlenmekle meydana gelen akrabalık ile yakınlığın, kimseyi kurtaramayacağını anlatır. Tübba’ın kavmi, kendisi değil, kavmi ki Himyeriler’dir. (Duhan, 44/37. âyetin tefsirine bkz.) Her birisi peygamberleri yalanladı. Yeni hayata davet için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin irşâdlarına inanmadılar. Ölümden sonra dirilme ve haşr için hazırlanmadılar. Böylece vaad ettiğim azab hakk oldu. Yani hep helak oldular ve yok oldular.
VAÎD : Vaad gibi masdardır. Mef’ul mânâsına da olur. Vaad maddesi, iyilik ve kötülükte, acıda ve tatlıda kullanılır. Fakat vaîd ve iy’ad acı ve korkunç olanlarda kullanılır. Tehdit ve uyarma ifade eder. Burada vaîd, benim uyarmam demektir. Esre ile yetinilerek mütekellim (birinci şahıs) ya’sı hazfedilmiştir.
15- Şu halde ilk yaratmada aciz mi kaldık? Yani gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk yaratılışla, birinci defa meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki ikinci bir yaratışı uzak görüyorlar da “uzak bir dönüştür” diyorlar. Yahut kendilerinden önce yarattığımız halka, o önceki insanlara karşı yarattıktan sonra uyarmamızı, tehdidimizi yerine getirmeye gücümüz yetmemiş de aciz mi kalmışız? Ki korkmadan yalanlayıp uzak görüyorlar? Veya ilk yaratışla kudretimiz tükenmiş de ilerisini yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz. Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
LEBS: Aslında karıştırıp şüpheye düşürmek demektir. Burada iki mânâsı vardır: Birisi genellikle tefsir bilginlerinin açıkladığı şekliyle şöyle demektir: Onlar, ilk yaratılışı ve bizim kudretimizi itiraf etmekle beraber yeni bir yaratma ile ölülerin dirilebileceğinde şüphe ediyorlar. Bir defa yapılanın, tekrar yapılabileceği hakkındaki kıyası, tabiî kanunu bırakıyorlar da kudrete karşı şüpheye düşerek çelişkide bulunuyorlar. Bu mânâ, susturucu bir mânâ olur. İkincisi En’am Sûresi’nde “Sizleri geceleyin ölü gibi uyutan, gündüz de yaptığınız işleri bilen odur.” (En’am, 6/60) âyetinde geçtiği üzere bir toplumun hayatı gibi bir şahsın hayatının da parçalarının her an yenilenmesi şekliyle bir karışıklık içinde olduğunu ve bundan dolayı ilk yaratma denilen bu yaratmada şahsiyetin kalması bile cinsin birliği gibi yavaş yavaş yaratılan birbirine benzer parçalar arasındaki bir karışıklık ve benzerlik içinde tecelli eden bir nisbet birliğinden aynı nisbette ardarda gelen yeni bir yaratmanın sürekliliğinden ibaret olduğunu açıklamadır. Şeyh Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın arazlar (aslında olmayıp sonradan olan hal ve nitelikler) gibi maddeler de her an yeni bir yaratılış ile yenilendiğini istinbata (delillerden hareketle sonuç çıkarmaya kadar gitmiş. Fransız filozofu ünlü Dekart da bu şekilde yeni bir yaratılış nazariyesini ileri sürmüştür. Bu âyetle zamirine göre yeni yaratılışın böyle bütün eşyaya genelleştirmesi açıkça anlaşılmasa bile herhalde insanlar gibi canlı varlıklara gelişmeleri itibarıyla uygun olması tartışma götürmeyecek kadar açıktır denilebilir. Bu şekilde bir şahsın asl varlığı için gerek devam ettirme, gerek eski haline getirmede temel direk olarak düşünülmesi gereken esası, bir nehrin suyu gibi değişip duran maddi parçalarının tıpkı tıpkısına kendilerinde ve adetlerinde değil, aralarındaki düzenli oranla ifade ettikleri benzeme birliği ile ruhani doğrulukta gözetmek gerekir. Onun için bir şahsın belirlenmesi hacmin büyüklüğü ve küçüklüğü ile ilgili görünmeyerek gerek bir zerre, bir hücrecik ve gerek büyük bir cisim ve hacim halinde bile şahsiyetini koruyabiliyor da yetmiş yaşındaki Zeyd, beşikteki bebek, anne rahmindeki cenin, baba sulbündeki bir damla su olan aynı şahıs diye düşünülüyor. Kuyruk kemiğinin ucundan ölümden sonra dirilmeyi gösteren malum “Kuyruk sokumu kemiği” hadisi de bunu ifade etmiştir. Zaten insanların böyle yeni bir yaratılışla yaşayabilmeleridir ki onların ihtiyaçlarının sırrını meydana getirir. Öyle olmasaydı insanın yarın için hiç bir endişesi ve hiç bir ümidi olmazdı. Bununla beraber bu mânâ yalnız insana ve canlılara ait değildir. Dünyada her şey “O’nun zatından başka herşey yok olacaktır.” (Kasas, 28/88) âyetinin mânâsı gereğince helak ve yok olma içinde her an değişmeye maruz ve her değişmede yeni bir yaratılış ile birbirine karışma ve karıştırma içindedir. “Biz gökten bir su indirdik de orada her güzel çiftten bitirdik.” (Lokman, 10) buyurulması da bu mânâ ile ilgilidir. Alûsî’nin bu mânâyı uzak görmesi garip görünür. Bütün kainat böyle yeni yaratılma içinde ahirete doğru giderken onu Allah’ın kudretinden uzak görerek inkâr etmek ve yalanlamak o geleceğin mutluluğunu yaşamaya azmedenler için bir sapıklıktan başka bir şey değildir.
Meâl-i Şerifi
16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
17- Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken,
18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.
19- Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde, “Ey insan! İşte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir.” denir.
20- Sur’a üfürülür, işte bu, tehdid(in gerçekleşme) günüdür.
21- Her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şahid bulunduğu halde gelir.
22- (Allah ona) “Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” der.
23- Beraberindeki melek “işte yanımdaki hazır” der.
24- (Allah iki meleğe buyurur ki:) “Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı nankörü!
25- İyiliklere (sürekli) engel olan, saldırgan, şüpheciyi.
26- O ki Allah’ın yanında başka ilâh edinmiştir. Haydi ikiniz birlikte onu şiddetli azaba atın.”
27- Yanındaki arkadaşı (şeytan) der ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi”.
28- Allah buyurur ki: “Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarıcı göndermiştim.”
29- Benim huzurumda söz değiştirilmez. Ve ben kullara asla zulmedici değilim.
16- “Andolsun ki insanı biz yaratmıştık.” Bu hatırlatma hem ilk yaratılışı anlatma, hem de daha sonrakine bir hazırlıktır. Hem Allah’ın ilminin isbat edilmesine yaratmaktan bir delil, hem de insana en yakın olmaktan bahsedilirken yaratıcı ile yaratılanı karıştırmamak için Allah’ı bütün eksikliklerden uzak tutma delilini telkin etmektir.
Ve biz biliriz nefsi ona ne fısıldar, yahut ne ile vesvese verir. Nefsin vesvesesi deyimi, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, cehimler, hatıralar, kuruntular, kararlar gibi bütün iç duyguları kapsar. Söyleneceği şekilde zaptetmekle görevli hafaza (koruyucu) meleklerinin bile henüz farkına varmadıkları derecede gizli olarak insanın gönlüne gelen hatıralar ve nefisle ilgili şeylerin hepsini de Allah bilir. Çünkü yaratıcısıdır. Ve biz ona habli veridden (şah damarından) daha yakınız. Öyle yakından bilir, öyle yakından yetişir, etkili oluruz. Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcısının kudreti iledir. (Bakara Sûresi’nde “Kullarım, sana benden sorarlarsa (onlara söyle): Ben (onlara) yakınım.” (Bakara, 2/186 âyetinin tefsirine bkz.)
Anatomide iki çeşit damar sayarlar. Vücudun etrafında kalbe gelen, yani siyah kanı vücudun etrafından kalbe götüren damarlara verîd (toplardamar), çoğuluna (evride), kalbden vücudun etrafına giden, kırmızı kanı bedene dağıtan damarlara da şerayin (atardamar) denilir. Atardamarların kökü kalbin sol karıncığından çıkan (vücutta kan dağıtan büyük atardamar) aorttur. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve “vedecân” denilen şah damarları bundan şahlanır. Kalbde şahdamarlarının bağlandıkları büyük damara da vetîn (şahdamarı) denilir. İç şahdamarı yani vetîn, (anatomide) dokulara temasında oksijenini kaybetmiş olan siyah kanı kalbin sağ kulakçığına ulaştırır. Sol karıncık ile sağ kulakçık arasında meydana gelmiş olan bütün bu kablardaki kan dolaşımına “büyük kan dolaşımı” denilir. Siyah kan, sol kulakçıktan sağ karıncığa ve sağ karıncıktan akciğer atardamarına geçer. Akciğer atardamarına giren kan, akciğerde kılcal kablar içerisinde hava ile temas sağlayınca kırmızı kana dönüşerek akciğer toplardamarları ile sol kulakçığa, ondan sonra sol karıncığa dökülür. Sağ karıncığı, sol kulakçıkla birleştiren bütün kablardaki dolaşıma da “küçük kan dolaşımı” denilir. Büyük kan dolaşımında ise atardamarlarda kırmızı, toplardamarlarda siyah kan vardır. Küçük kan dolaşımında ise atardamarlarda siyah ve toplardamarlarda kırmızı kan vardır. Bundan dolayı kırmızı kana atardamar kanı ve siyah kana toplardamar kanı demek her zaman doğru olmaz. Büyük kan dolaşımı için doğru olan tarif küçük kan dolaşımı için yanlıştır. Demek ki toplardamarlara siyah kan damarları denmesi genel değil, çoğunluk itibarıyladır. Keşşaf’ta der ki: el-Verîdan (iki toplardamar) boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki vetine (şahdamarına) bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.
İbnü Esir de Nihaye’de; verîd, boynun yüzündeki damardır ki öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler (şahdamarıdırlar), der. Buna göre verîd, bizim anatomi kitaplarında vidâca bağlı şahdamarı denilen boyun damarında meşhur imiş gibi görünürse de bu özelliğin, iki şahdamarından diye ikil şeklinde olması gerektir. Çünkü Ragıb şöyle anlatmıştır: Verîd, ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki kanın akışı ondadır.(3)
Nizameddin Nisâburî de Garaibü’l-Kur’ân ismindeki tefsirinde, “Verîd, atardamardan başka kanı taşıyan damardır. Verîdân (iki doplardamar) ise boynun önünde iki yüzünü kavramış iki damardır ki baştan dağılarak ve vetîne (şahdamarına) bağlı olurlar.” diye tarif etmiştir.
HABL: Malum olduğu üzere ip ve bağ demektir. Damar mânâsına da gelir. Burada çoğunluk, bu mânâ ile verid ipi, servi ağacı gibi umumun hususa izafetiyle açıklanması türünden verid damarı demektir diye tefsir etmişlerdir. Habl, boyun dibi mânâsına da geldiğinden Zemahşeri bu mânâ ile lâmî izafeti de caiz görmüştür ki bu mânâ ile “habli verid” boyun veya bedenden mecaz da olabilir. Sonra “suyun gümüşü, gümüş gibi su” kabilinden teşbihî izafet ile verid ipi, boyuna dolanmış ipe benzeyen verid mânâsını da ifade edebilir. Veridin, müfred olması itibarıyla cinse yorumlanması lazım geleceği için “habli verid”, bütün verid şebekesi veya onların bağlandığı “vetin” (şah damarı) diye de düşünülebilir. Bununla beraber bu mânâlar verid damarı demekle de kastedilebilir. Ragıb, habl-i veridden maksadın ruh olduğunu söylemiştir. Kırmızı kanı taşıyan atardamarların daha önce düşünülmesi gerekirse de atardamarlarda cereyan, kalpten etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, veridde ise, etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp geldiği için, yakınlık temsilinde verid (toplardamar) zikredilmiştir. Bu şekilde habli verid, pek yakınlıkta mesel olmuştur. Nitekim şair “Ölüm ona veridden daha yakındır.” demiştir. Şu halde mânâ kalbine kan akıtan, en yakın damarından, yahut canından daha yakın demek olur. Sonra veridin siyah kan damarı olması ve kullanılmış, ölmüş, hücrecikleri taşıyan bir siyah kanın kalbe gelişi bir tasfiye ile yeni bir yaratılışla ilgili bulunması itibarıyla, gerek üst tarafındaki yeni yaratılış, ve gerek aşağıda geleceği şekilde anlatılacak olan ahiret hallerine intikal açısından dikkate değer bir nüktesi de vardır. İbnü Cerir et-Taberî der ki: Arap dili bilginleri âyetinin mânâsında ihtilaf ettiler, bazıları bunun mânâsı dediler. Yani “Üzerinde kudret yürütüp tesir meydana getirmede daha yakın, kendisine daha çok malik ve tasarruf sahibiyiz.” demektir. Bazıları da nefsindeki vesveseyi bilmekte daha yakın, demektir dediler. Yani zatın yakınlığı mânâsını anlayan olmadı. Ancak sözün gelişine göre bazıları kudretin tesiri, bazıları da ilim itibarıyla yakınlık mânâsını tercih ettiler.
Fahrür-Razi bunu şöyle ifade etmiştir. Allah Teâlâ’nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ’nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da söylenebilir. Kendisinde kudretimizin eşsizliği itibarıyla biz ona habli verid’den daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder. Keşşaf sahibi de şöyle der: “Biz ona daha yakınız.” ifadesi mecazdır, maksat ona ilminin yakınlığı ve ondan ve durumlarından bilgisine, sanki zatı yakınmış gibi, en gizli şeylerinden hiçbirisi gizli kalmayacak, bir şekilde ilgili olmasıdır. Nitekim Allah her yerdedir, denilir. Halbuki Allah makamlardan yüce ve münezzehtir. Bundan anlaşılan mecaz denilmesinin sebebi sözlükte yakınlık ve uzaklık mekan ve mesafe itibarıyla isimlerde hakikat olduğu ve Allah’ın zatında mekan yakınlığı tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı Beydâvî ile Ebu’s-Suud da bunu bir nükte ilavesiyle özetlemişler de şöyle demişlerdir: Yani “Biz onun halini ona habli veridden daha yakın olandan daha iyi biliriz, demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecaz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir.” Görülüyor ki bu ifadede “Ona daha yakın olandan” diye bir “mufaddalün aleyh” takdir olunmuştur. Çünkü akreb (daha yakın), a’lem (daha iyi bilmek) mânâsına mecaz olunca habli verid, ilim itibarıyla “mufaddalün aleyh” olamaz. Şu halde o “olan kimse” kim? O ya kendisinden kinayedir, bu şekilde habli veridden maksat, kendi şahsı olup mânâ onu kendisinden daha iyi biliriz demek olur. Yahut zikredilecek meleklerdir ki, bu durumda o hafaza meleklerinin de, ona habli verid’den daha yakın olduklarına fakat Allah’ın onlardan daha yakın olduğuna dikkat çekilmiş oluyor ki bu mânâ âyetin kendinden sonraki kısma bağlanmasından çıkarılır. Alûsî burada vahdet ehlinin (vahdet-i vücud görüşünde olanların) sözleri hal sahibi olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir, demiştir. Bununla birlikte biz şeyh Muhyiddin-i Arabî’nin Fütuhat-ı Mekkiye’sinin, Esma-i Hüsnâ babında “Akreb” ism-i şerifinde şu sözlerini nakledelim.
“En yakın olanın huzuru, huzurların en yücesidir. O huzur, keşif ehli için zat iledir. O huzur, hakkında günahkâr denilen kimse hakkında içinde uzaklık bulunan bir yakınlıktır.”
Bu huzurun sahibine “en yakın” olanın kulu ve “yakın”ın kulu denilir, çünkü o Azîz ve Celil olan Allah bize habli veridden daha yakındır. “Ben yakınım. Dua edenin duasına icabet ederim”. (Bakara, 2/186) buyurmuş. “Şüphesiz ki o hakkıyla işitendir, yakın olandır.” (Sebe, 34/50) buyurmuştur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in haber verdiği gibi Arş’tan dünya semasına inişiyle yakındır, daha yakındır. Çünkü nerede olsak bizimle beraberdir. Onun için “Karib” (yakın), “Akreb” (daha yakın) isimleriyle isimlendirilmiştir. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habli verid, bizdendir ve damar bize bitişiktir. O ise ondan da yakındır. Çünkü bitişme ancak O’nunladır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa kalkmamız, oturmamız, istememiz, hükmümüz O’nunladır. bu hükümler ise habli veridde yoktur. Demek ki, o bize habli veridden daha yakındır. Çünkü bizden habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün akışı ve kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allah Teâlâ bize de kendisine yakınlığı emretti. Çünkü biz O’nun sureti üzere mahlukları olduğumuz cihetle bizi emsal menzilesine koydu. Halbuki iki misil zıttırlar. Zıt ise, zıt olduğu şeye bizzat nefsindeki sıfatlarda ortak oluşundan dolayı gayet yakın olmakla beraber aynı zamanda gayet de uzaktır. Kulda böyle ilâhî irade ile Allah’tan uzaklık meydana gelmekle Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru kıldı ki, bu uzaklık ile beraber yapılması meşru kılınan fiilleri yapmakla o onun kulağı, gözü ve bütün duyguları olana kadar bu şekilde kul zillet ve ihtiyacından dolayı ona zıttır. Ve onun için meşru kılınan şeylerde zillet ve ihtiyacı sebebiyle fiilin ona isnadı sahih olmuştur da kendisine nisbet edilen fiil ile ona yakınlığa yol bulmuş ve dolayısıyla Hak Teâlâ’nın “Ben onun kulağı ve gözü olurum.” diye onun bütün hüvviyetiyle bütün duyguları olduğunu haber verdiği yakınlık ile yaklaşmıştır. Bundan da daha yakın olunca artık olmaz, (Abid kâin olmaz) çünkü “Kulağı, gözü ve dili” buyururken zamiri kula göndermekle kulun aynını tesbit etmiş ve O “tıpkı kendisi” olmadığını ispat buyurmuştur. Çünkü o ancak kuvvetleriyle ‘dir “tıpkı kendisidir”. Kuvvetleri onun zatî tarifindendir. O olmayış “Attığın zaman sen atmadın fakat Alah attı.” (Enfal, 8/17) buyurduğu gibidir ki o zaman suret ve mânâ ikisi de Allah’ındır, hepsine sahip olmuş, tamamen aynı olmuştur. Artık kainatta başka yok, ancak o Esma-i Hüsna’sının menzillerinde kendiliğinden yüce, münezzeh ve sübhan olan Allah vardır. Çünkü orada, O’ndan başka kendisini tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allah Teâlâ yakınlıkları hep bu huzurdan meşru kıldı. Şeriatın varlığına sebep de dava olduğundan şeriat davacıya ve davacı olmayana şamil oldu. Kıyamet günü niyetine göre haşrolunur, millet ve mezhebiyle seçilir.
Görülüyor ki Şeyh, beytinde zat ile yakınlık görüşüne sahip olmuş ve fiil yakınlığını anlatmış, sonunu da kulun faniliğiyle vahdete bağlamıştır. Alûsî’nin dediği gibi bazı noktaları hal ehli olmayana ağırdır. Dünya semasına inişden mekan itibarıyla yakınlık değil emir itibarıyla yakınlık anlamak gerekir. Hadiste iniş varsa da “Arş’tan” kaydı yoktur. Sonundan da vahdet (birlik) çıkarmalı, ittihat (birleşme) çıkarmamalıdır. Çünkü âyet öyle bir vesveseye ve zanna gidilmemesi, yaratıcı ve yaratıkların hakkının gözetilmesi için ilk önce “Andolsun ki biz insanı yarattık.” yeminiyle insanın yaratılmış olduğunu tekid yoluyla açıkça beyan buyurmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde de açık ve şüphesiz bir kaide olmak üzere Keşşaf haşiyesinde İbnü Münir’in de açıkladığı şekilde şunu söyleyelim ki bizim itikadımızca yani “Allah’ın zatından, sıfatlarından ve fiillerinden başka mevcut yoktur”. Şu kadar ki, Allah Teâlâ fiillerinin bazısını bazısına yer yapmış, o yere fail, orada meydana gelen şeylere de onun fiili denilmiştir. Böylece bütün âlem Allah’ın fiili yani yaratığı olduğu gibi insanlar ve insanlara zorla ve isteklerine bağlı olarak nisbet olunan fiiller de “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffât, 37/96) âyeti uyarınca Allah’ın yaratmasıdır. İşte bir mümin için zaruri olan tevhid budur, sıfat zatının aynı değildir. Aynı veya başkası değildir. Fiil de failin aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratık aynen bir olamaz. Allah’ın olmayan hiç birşey yoktur. Hepsi Allah’ındır. Fakat Allah’ın olmak, Allah olmak değildir. Şunun da unutulmaması gerekir ki yakınlık makamı ne kadar yakın olursa olsun bir gereklilik farkıdır. Bağlantı kurmak ve birleşmek yakınlık değildir. Onun için yakınlık makamında, mesela bir elçinin fiili ve kuvveti onu gönderene nisbet edildiği zaman elçi, kendisini gönderenin aynı olması icap etmez. Belki elçinin aynı sabit olduğu halde kendisi de fiili de gönderenin olur. Aynısı olmada değil, hükümde birlik bulunur. Gerek farzların yakınlığı ve gerek nafilelerin yakınlığı ile yakınlık kurmuş olan kulun da aynı sabit olmakla beraber velilik makamına nail olarak bütün kuvvetinden ilâhî kudret tecelli eder. Fakat ondan onun Allah olması lazım gelmez, sonra mekan yakınlığı mutlaka arada bir mesafe bulunmasını gerektirir. Aradaki mesafenin büyüklüğüne küçüklüğüne göre düşünülür bir nisbettir. Bu itibarla o, hakikatte bir uzaklıktır. Allah Teâlâ mekandan münezzeh olduğu için onda mekan yakınlığı düşünülemez. Çünkü onda mekan yakınlığı var saymak mekanın bir kısmını O’nun kuşatmasının dışında ve mekanı O’ndan büyük ve geniş farzetmektir. Halbuki o çok yüce ve çok büyük olan Allah, her şeyi kuşatmış, her mekandan yüksek “Arş üzerine hükümrandır.” (Tâhâ, 20/5). Bundan dolayı burada mekan yakınlığı olduğu zannedilmemesi için zat yakınlığı ile değil, sıfat yakınlığı ile tefsir edilmiştir. Çünkü sadece ruhu ile değil, bedeni ile de düşünülen insanın zatı yer tutan bir cisim olduğundan dolayı ona zati yakınlık ile daha yakın oluş düşüncesi mekani bir yakınlığı akla getirebilir. Ancak bunun gereği mekani olmayan Allah’ın zatından zati yakınlığı uzak tutmak değil, mekan itibarıyla yakınlığı ortadan kaldırmak suretiyle bir mecaz yapılmasıdır. Fakat bu şekilde de mecaz mânâsı zaruri olunca tefsirciler onun için en uygun olan mânâyı tercih etmişlerdir. “Rahman ve Rahim”de olduğu gibi sıfat ve Allah’ın isimlerinde aranan gayeleri olduğuna göre akreb (en yakın) vasfı, zat yakınlığı tefsir edilse bile müjde veya uyarı makamında zat yakınlığından gayesi ve gerektirdiği eserleri kastedilmiş olur. Onun için “O her nerede olsanız sizinle beraberdir.” (Hadid, 57/4) âyetinin ifadesince her yerde “hazır ve nazır” diye anlaşılagelen ilâhî beraberlik ilim ile tefsir olunduğu gibi buradaki yakınlık da naklettiğimiz şekilde ilim veya kudret yakınlığı ile tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun birleştirilmesinde bir çelişki olmamalı hem ilmi hem kudreti ile yakınlık kastedilmiş olabilmeli idi. Acaba niçin terdid (iki ihtimalden biri) ile söyleniyor. Buna dair bir açıklama görmedim. Fakat şu iki sebep gösterilebilir: Birincisi zat yakınlığından mecaz olma itibarıyla iki mecazın iki lazımının bir arada bulunmasının caiz görülmemesi ve ikisini toplayan bir mânâda kastedilmiş olmamasıdır. Fakat temsilî istiare veya kinaye durumunda biz bunu mümkün zannediyoruz. İkincisi sözün gelişinde ve yukarısında “yarattık”, “biliyoruz”, “telâkki” ve zaptederler, “geldi”, “üfürüldü” gibi karinelerin bazısının yalnız ilmi, bazısının da kudreti gerektirip ifade etmesidir ki ihtilafın sebebi de budur. Biz bunların birleştirilmesine taraftarız. Gerçi ilim çok geniştir. Fakat kudreti gerektirecek birşey değildir. Kudret ise ilmi gerektirir. Kudret ile yakınlık kastedildiği takdirde ilim yakınlığı da ifade edilmiş olacaktır. Halbuki ilim ile yakınlık kastedildiği durumda bunun bir müjde veya tehdit ifade etmesi kudreti düşünmeye bağlı olacaktır.
“Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz.” ifadesi ile en yakından ilim ifade edildikten sonra bir de “Biz ona habli veridden daha yakınız.” buyurulmasının da bu nükte ile ilgisi olması gerekir, onun için biz, bundan yalnız ilmî yakınlık değil lütuf ve yardıma, kahır ve gazaba da darbı mesel olabilen bir yakınlık anlıyoruz ki bu en azından kudret yakınlığıdır. Nitekim Ragıb Müfredat’ında derki. “Yakınlık ve uzaklık birbirinin karşıtıdır”. Yakınlık zamanda, mekanda, nisbette hazda, kıymet ve şerefte, gözetmede, kudrette kullanılır. Mekanda: “Şu ağaca yaklaşmayın.” (Bakara, 2/35), “Yetim malına yaklaşmayın.” (Enam, 6/152), “Zinaya yaklaşmayın.” (İsra, 17/32), “Mescidi harama yaklaşmasınlar.” (Tevbe, 9/28) gibi. Zamanda: “İnsanlara hesapları yaklaştı.” (Enbiya, 21/1), “Uzak mı yoksa yakın mı olduğunu bilmem.” (Enbiya, 21/109) gibi. Nisbette: “Miras taksim olurken akrabalar hazır bulunursa.” (Nisa, 4/8), “Ana baba ve akrabalar.” (Nisa, 4/7), “İsterse yakınlar olsun.” (Maide, 5/106), “Yakın komşu.” (Nisa, 4/36), “Yakınlığı olan bir yetim.” (Beled, 90/15) gibi. Huzvede yani haz ve şerefte: “Allah’a yakın melekler.” (Nisa, 4/172), “Yakın olanlardan.” (Ali İmran, 3/45), “Allah’a yaklaştırılmış olanlar ondan içerler.” (Mutaffifin, 83/28), “Eğer Allah’a yaklaştırılmış olanlardan ise.” (Vakıa, 56/88), “Şüphesiz ki siz yakın olanlardansınız.” (A’raf, 7/114), “Ve onu sırdaş olarak yaklaştırdık.” (Meryem, 19/52) gibi. Ve huzveye yani hazza, yakınlık denilir. “Allah yakınlıklar.” (Tevbe, 9/99), “Gerçekten bu onlar için bir yakınlıktır.” (Tevbe, 9/99), “Sizi bize yaklaştırır.” (Sebe, 34/37 gibi. Rivayette, gözetmekte. “Şüphesiz Allah’ın rahmeti yakındır.” (Araf, 7/56), “Şüphesiz ki ben yakınım.” (Bakara, 2/186) gibi Kudrette: “Biz ona habli veridden daha yakınız.” gibi.
17- Zabıt tutan iki melek tesbit ederlerken, bu de en yakın ilim mânâsında; yalnız kudret mânâsında ise ile tenazü üzere amil olması yaraşır, yani her insanın söylediğini, alıp zaptetmekle görevli iki melek vardır. İfadesini zapteder dururlar. İşte onlar, sağdan ve soldan oturmuş zabıt tutarlarken, öyleki,
18- her ne söz atarsa, yani gerek hayra ve gerek şerre dair, ağzından ne çıkarırsa herhalde yanında bir murakabeci, ne yaptığını ne söylediğini gözeten bir murakıp hazırdır. Hiçbir dediğini kaçırmadan kaydederlerken Allah ona her yakından daha yakındır. Bu sırada insanın nefsinde onların da bilemeyecekleri gizlilikleri bilir. Dilediği tesiri yapabilir. Şu halde o meleklerin zaptedip kayda geçmesi onun ihtiyacından değil kulların geleceği için hikmete bağlıdır. Keşşaf’ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)’den şöyle rivayet edilmiştir. “İki meleğin oturduğu yer, ön dişlerinin üzeri, dili onların kalemleri, tükürüğün de mürekkebleri, sen ise lüzumsuz şeyler peşinde akıp gidiyorsun, ne Allah’tan utanıyorsun ne onlardan.” Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu melekler, ağızdan çıkan her sözü yazarlar, bunun delaletinden, fiilleri de yazdıkları anlaşılıyor. Öncesine göre getirilişinden de nefisteki vesveseler gibi bazı şeylerin Allah’a malum olmasıyla beraber, onlardan gizli kaldığı anlaşılmıştı. İmam Malik herşey yazılır. Hatta hastalıktaki iniltisi bile demiştir. Fakat bundan anlaşılan dışarıya çıkan herşey demektir. Akaid kitaplarından cCvhere ve şerhi Lakkânî’de Alûsî’nin nakline göre şöyle denilmiştir. İtikad etmek vacip olan şeylerden biri de şudur: Allah Teâlânın öyle melekleri vardır ki kulların fiillerini gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun, gerek söz olsun, gerek amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek azim, gerek karar verme, hepsini yazarlar. Allah Teâlâ onları onun için seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler gerek dalgınlıkla ve unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin, gerek hastalıklarında, işlerinden hiçbir şeyi ihmal etmezler. Nakil ve rivayet alimleri böyle rivayet etmişlerdir. Demek ki niyet, azim, karar mertebelerine gelmeyen vesveseler yazılmaz. Bu bakımdan “Nefsinin ona verdiği vesveseler”, niyet ve kast mertebesine içten konuşmalar, kararı olmayan soyut hatıralar olmuş olur. İçten kendi kendine konuşmanın hiç yazılmadığını bildiren eserler de vardır. Nitekim, Beyhaki Şuab’da Huzeyfe b. Yemam (r.a)’da şöyle rivayet etmiştir: Sözün yedi kilidi vardır. Onlardan çıktığı zaman yazılır. Çıkmazsa yazılmaz, Kalp, küçük dil, dil, iki çene, iki dudak. Bu “Her ne söylerse” ifadesinin zahirine uygundur. İmam Malik’in sözü de bunu andırır. Bazıları mübahların yazılmadığını, ancak sevab veya, azabı bulunanların yani sorumluluğu olanların yazıldığını söylemişlerdir. Biz ortaya çıkan her fiil ve sözün yazıldığı, gizli kalanlardan yazılmayanlar bulunduğu, bununla birlikte hafızaya geçenlerin yazılmış demek olduğu görüşündeyiz. Sonra burada âyetin ifade üslubuna dikkat edilirse bu tesbit ve kontrol altında insan gıyabında biyografisi yazılan bir şahıs durumunda değil, ya sorgulayan birinin huzurunda ifadesi kaydedilen ve gönlünden heyecanlar ve vesveseler geçen bir suçlu, yahut ölmek üzere bulunup başı beklenen bir hasta gibi tasvir edilmiş ve öyle bir anda gerek korku, ve gerek ümit açısından Allah Teâlâ’nın ilmi ve yakınlığı anlatılmıştır.
19- Bu nükte iledir ki buradan ölüm ve ahirete geçilerek buyuruluyor ki, Ve ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde de Allah habli veridden daha yakındır. “Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz.” (Vakıa, 50/85) ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı gideren şiddetidir. Ölümün hak ile gelmesi Allah’ın emriyle “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Ali İmran, 3/185) gerçeğini getirmesidir.
20- O işte, ey insan! Senin kendisinden kaçtığın şeydir. Ve sura üfürülmüştür. İkinci üfürüş İşte bu cezanın verileceği gündür.
21-Yani yapılan tehdidin yerine getirileceği ceza verileceği gündür. Ve her bir nefis beraberinde bir sevkedici, bir şahit ile gelmiştir. İki çeşit melek, birisi o nefsi mahşere sevketmekle görevli, birisi de ameline şahittir. Herkesin ameline göre şahitlik ve sevkin şekli farklı olmakla beraber, hepsi böyle iki görevli ile beraber sevkedilir. Şahidin kontrol eden hafaza meleklerinden olması akla gelir. Bazılar günahları yazan sevkedici, iyilikleri yazan şahit, demişlerdir. Daha başka da söylenmiştir. Ayrıntılarını Allah bilir.
22-26- Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Bu cümle ya istinafiye (başlangıç cümlesi) veya mukadder kavil (söylemek) fiilinin mef’ulüdür. Hepsine bu hitabın yapılması, herkeste ahiretten az çok bir gaflet bulunması “Haber görmek gibi değildir.” ifadesindeki hikmete dayanmaktadır. Kendisine yakın olan demiştir. Yani yanındaki sevkedip götüren, Hak Teâla’nın huzuruna hazırlayıp böyle demiştir. Bu benim yanımdaki hazır, Hak Teâlâ tarafından da o sevkedene ve şahitlik yapana veya cehennem zebanilerinden ikisine yahut tekid şeklinde emir suretiyle birine şöyle hitap buyurulur. “Atın cehenneme her inkarcıyı ve inatçıyı”
27- “Yakını ona der ki”: Bu yakının, dünyada o kafire musallat olup, ahirette beraber sevkedilen şeytan olduğu şu sözünden bellidir.
“Ey Rabbimiz onu ben azdırmadım.” Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür beyan edip şikayet etmek istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. “Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi.” Yani kendisi haktan uzağa sapmış bulunuyordu da ben ona öyle yanaştım. “Benim size karşı bir hakimiyetim yoktu.” “Ancak sizi davet etmiştim.” (İbrahim, 14/22) der.
28- Allah Tealâ buyurur ki, benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle ben size tehdit göndermiş iken, önceden dünyada çalışma çağında kitaplarla ve peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli azap edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken dinlemediğiniz halde şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin.
29-Özellikle şunu anlamış iken Benim huzurumda söz değiştirilmez. Vaad değiştirilmediği gibi tehdit de değiştirilmez. Bazı günahkârları af meselesi ise değiştirme değil, tehditleri tahsis eden af delillerinin tatbikidir. “Ben kullarıma zulmedici değilim.” ifadesi de, genel bir şekilde hakkı gerçekleştirme hususunda varid olmuştur ki bu şartlar altında tehdidin tatbik edilmesinin kendi hak ettikleri şeylerin neticesi olduğunu anlatmaktadır. Şimdi bu tehdit ve vaadi tamamlamak için buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
30- Biz O gün cehenneme: “Doldun mu?” diyeceğiz. O da: “Daha fazla var mı?” diyecektir.
31- Cennet de kötülükten sakınanlara yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.
32-33- Onlara denir ki: “İşte size vaad edilen bu cennet, Allah’a yönelen, O’nun emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman olan Allah’tan korkan ve O’na yönelen bir kalple gelenlere mahsustur.
34- “Şimdi selam ve selametle oraya girin. İşte sonsuzluk günü budur.”
35- Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.
30- “Biz o gün cehenneme doldun mu diyeceğiz.” Bu mukadder veya ile mensubdur. Yahut sonunda o gün ne dehşettir! gibi bir takdir vardır, deniliyor. ‘deki zulmün nefyini ifade eden fiil mânâsı, hepsinden yakındır. Bu soru ve cevap “Andolsun ki cehennemi dolduracağım.” (Sad, 38/85) vaadinin yerine getirilmesi ve cehennemin dehşetini ve hızını tasirdir. İstifham takriridir. Yani cehennem o genişliğiyle beraber. “Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım.” (Hûd, 11/19) ifadesi gereğince grup grup atılan cin ve insandan doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve şiddetinden daha fazlasına hırs gösterecektir. Çokları bu soru ve cevabı bu şekilde bir tasvire yorumlamışlardır. Bazıları da hakikat demişlerdir ki, Alûsî zahir olan da budur. Hakikat mümkün iken ahiret işleri dünyaya kıyas edilmemeli der. Buharî ve Müslim ve daha diğerleri Enes (r.a.)’de şu meâlde bir hadis rivayet ederler: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Cehennem daima içine atılır durur ve atıldıkça daha fazla yok mu der. Ta Aziz olan Rabbi ona ayağını koyuncaya kadar. O zaman bazısı bazısına büzülür de yetişir, yetişir, izzetin ve keremin hakkı için derler. Cennette de daima bir fazlalık bulunur. Ta Allah Teâlâ onun için bir halk meydana getirip de onları cennetin fazlalıklarında yerleştirinceye kadar.” Yine Buhari ve Müslim ve daha diğerleri Ebu Hüreyre (r.a)’de rivayet ederler. Demiştir ki: Resulullah (s.a.v) buyurdu.
“Yani cennet ve ateş münakaşa ettiler. Ateş ben büyüklük taslayanlar ve zorbalarla tercih edildim.” dedi. Cennet de: “Niye bana insanların ancak zayıfları ve sakatları giriyor?” dedi. Allah Teâlâ da cennete şöyle buyurdu. “Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim. Ateşe de şöyle buyurdu; sen sırf benim azabımsın. Ben seninle kullarımdan dilediğime azap ederim. Her birinize de dolusu var. Ama ateş dolmaz ta o ayağını koyuncaya kadar ki o vakit yetişir yetişir der. O vakit dolar, bazısı bazısına büzülür. Ve Allah yarattıklarına hiç zulmetmez. Cennete gelince onun için de Allah Teâlâ yeni bir halk meydana getirir. Ayak cehenneme en son atılacak kullar, yahut ayağını koymak çiğnemek gibi gazap eseri olan bir sıkıştırma ile şiddetini kırmaktan kinayedir.
31- “Fazla” kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef’ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık ile, ‘den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere “Bu uzak bir dönüş” (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah’ın kudretinden uzak olmayarak takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki “Allah’a yönelmiş bir kalp ile geldi.” ifadesidir. Her tevbekar için. “Müttakiler”den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. “Her tövbekâr için olan bir vaad” mânâsıyla “size vaad edilir”, ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi’nde geçtiği üzere Allah’a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir. “Vazifesine rivayet eden”, vazifesini bilip korunan “Allah’ın sınırlarını korumuş.” (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah’dan korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân’a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah’a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân’ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
32-33- “Fazla” kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef’ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık ile, ‘den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere “Bu uzak bir dönüş” (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah’ın kudretinden uzak olmayarak takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki “Allah’a yönelmiş bir kalp ile geldi.” ifadesidir. Her tevbekar için. “Müttakiler”den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. “Her tövbekâr için olan bir vaad” mânâsıyla “size vaad edilir”, ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi’nde geçtiği üzere Allah’a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir. “Vazifesine rivayet eden”, vazifesini bilip korunan “Allah’ın sınırlarını korumuş.” (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah’dan korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân’a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah’a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân’ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
34-Haydin selam ve selamet ile girin ona, denecek.
İşte o, giriş günü ebedilik günüdür. Yani ebedi kalmanın takdir edildiği gündür ki Kur’ân’da “Orada ebedi olarak kalcaklar.” diye zikredilip duran ebedilik, o günden itibaren başlayacaktır. Artık onun sonu yoktur.
35- Onlara orada ne dilerlerse vardır. İstenecek olan çeşitli şeylerden her ne isterlerse vardır. Nezdimizde fazlası da vardır. Onların hatırlarına gelmeyen dilekleri içine girmeyen öyle şeyler ki ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir, ne de bir insanın gönlüne doğmuştur. Burada iki mânâ vardır. Birisi Allah Teâlâ cennettekilere istediklerinden fazla, hatırlarına gelmez nimetler verecek, henüz yaratılmamış şeyler de yaratacak demektir. Birisi de cennetlikler Allah’ın ziyafetine gidecekler, huzurunda fazlasıyla ikram görecekler demek olur. Bu tebliğden sonra bir de şu hatırlatma ile buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
36- Ey Muhammed! Biz onlardan önce kendilerinden daha kuvvetli olan ve beldeleri delik deşik eden nice nesilleri helak ettik, hiç kurtuluş var mı?
37- Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
38- Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.
36- Yani kuvvetli olduklarından yeri delik deşik etmişler, ölümden kurtulmaya çare aramışlardı. Allah’dan veya ölümden kaçacak bir yer var mı?
37- Şüphesiz bunda, yani bu sûrede söylenen sözde elbette bir ibret dersi, bir öğüt ve hatırlatma vardır.
Kalbi olan, yani vicdanı olan kimse için yahut şahit olarak kulak veren, yani kendinden gafil olmayarak şuuruna sahip, zihni hazır, görür bir halde duya duya dinleyen kimseler için.
38- “Altı günde.” (Araf, 7/54 ve Fussilet, 41/10-12’inci âyetlerin tefsirine bkz.)
Ve bize bir yorgunluk dokunmadı, bir usanç gelmedi, yani yahudilerin dediği gibi Allah yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuş değildir. Hala yaratıyor, hala yaratıyor, yeniden de yaratır. Topraktan da yaratır.
Meâl-i Şerifi
39- Ey Muhammed! Onların söylediklerine karşı sabret. Güneşin doğuşundan önce (sabah namazını) ve batışından önce de (öğle ve ikindi namazalarını kılarak) Rabbini Hamd ile tesbih et.
40- Geceleyin (akşam ve yatsı namazlarını kılarak), namazlardan sonra da (vitir ve nafile kılarak) O’nu tesbih et.
41- Bir münadinin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.
42- O gün insanlar, o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bugün, kabirlerden çıkış günüdür.
43- Gerçekten biz hem yaşatırız, hem öldürürüz. Sonunda dönüş yalnız bizedir.
44- O gün yer yarılır, insanlar kabirlerinden çabucak çıkarlar. İşte bu, sadece bize göre kolay bir toplanmadır.
45- Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onlara karşı zor kullanacak değilsin. O halde sen, benim tehdidimden korkanlara bu Kur’ân ile öğüt ver.
39-40- Ve secdelerin arkalarında, yani namazlardan sonra; tesbih her namazın arkasında yapılır. Nafile namaz mânâsına tesbih ise sabah ve ikindi namazlarından sonra mekruhtur. “Secdelerin arkasından” ifadesinin akşam namazının son sünnetine işaret olduğunu söyleyenler de çoktur.
41-43- O çağırıcının sesleneceği gün, O çağırıcı İsrafil ve Cebrail (a.s.)’dir. Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar, didiklenmiş etler, dağılmış saçlar, Allah Teâlâ size ayırt edici dava için toplanmanızı emrediyor diye bağıracak. Yakın bir yerden, yani ses herkese eşit, olarak işitilecek şekildeki yeniden yaratmadaki bu seslenmeyi ilk yaratılıştaki “ol” emrine benzetmişlerdir. Taberî’nin naklettiği üzere bazı rivayetler de bu yakın yerin, Beyti Makdis sonrası olduğu rivayet edilmiştir ki, bu Rum Sûresi’ndeki, “Yerin yakın bir yerinde.” (Rûm, 30/3) ifadesi gibi olmuş oluyor. İslâm’ın geleceği ile ilgili olan bu rivayetin bizce özel bir önemi vardır. Hakk’a çağıran o sesi işitecekleri gün işte o çıkış günüdür. kabirlerden çıkış günü. Beydâvî der ki; çıkış günü kıyamet gününün isimlerindendir. Bayrama da denilir.
44- Yerin onlardan çatlayıp ayrılacağı gün, bu öncekilerden bedel veya dönüş kelimesine bağlı, yahut süratli kelimesine bağlıdır. Gün, gün diye günlerin çokluğu, korkutmak için olmakla beraber, olayların çokluğuna da işaret olmalıdır. Yerin yarılıp ayrılmasının nükteli bir kaç mânâya ihtimali vardır. Süratle kelimesi ya ‘den haldir, üzerinde toplanmış hızla giderlerken altlarından yerin çatlayıp, kendilerinden ayrılması, ve düşmeleri demek olur. Yahut ‘nin müteallakı (bağlandığı kelime) olarak süratlice çıkarlar, veya süratlice koşarlar, demektir ki, bu şekilde, yerin üzerlerinden çatlayıp içinden dışarı fırlamaları demek olur. Birisinde yer üzerinden sıkışma ile birisinde de altından sıkışma ile çatlamış oluyor. İkisinde de “O gün yer başka yere çevrilir.” (İbrahim, 14/48) ifadesi gerçekleşmiş bulunuyor. Bu toplanış, müthiş bir toplanıştır. Öyle ki ancak bize kolaydır, başkalarının yapabileceği bir şey değildir.
45- Onun için şimdi sen benim tehdidimden korkacak kimselere bu Kur’ân ile vaaz ve nasihat et de o gün için korunsunlar. Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelmeye, selam ile ebedîlik yurduna girmeye çalışsınlar.