Haşr Suresi Tefsiri

Haşr Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

Haşr Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


1. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah’ı tesbih ile tenzih etti ve etmektedir. O’nun şânı, kendisinin her türlü lekeden uzak olduğunu ve kirli şeylerin O’na yaklaşamayacağını isbat etmektedir. Bu yüzden her şey O’nun hakkı uğrunda çarpışır, hepsi O’nun ordusudur. Bu sûrenin böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki sûrenin sonuna münasib olması, hem de zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir haksızlık kokusunun zannedilmemesi bakımından önemlidir. Ayrıca onun bir temizlik işi olduğunu hatırlatmak üzere güzel bir başlangıçtır. Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir. Aziz’dir, yani hiç bir suretle mağlub edilme ihtimali olmayan tam mânâsıyla gâlib ancak O’dur ve bütün izzet O’nundur. O, dilediğine izzet (üstünlük) verir, dilediğini zelil eder. Çünkü O, “Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan”dır. Onun için âlemde her izzet kırılabilir, ancak O’nun izzetinin sahasına tecavüz edilemez. O’na karşı gelmek isteyenler, sonunda mağlub ve zelil olurlar. Bununla beraber O, Hakîm’dir, yaptığını hikmetle yapar. Bazen müminlere sıkıntı çektirip kâfirlere bir zaman için meydan verirse, onda da bir hikmeti vardır. Ve nihayet O’nun Hikmet ve İzzet’i tecelli eder (ortaya çıkar).

2. O, Aziz ve Hakîm olan Allah’tır ki, İzzet ve Hikmet izlerinden bir örnek ve ibret olmak üzere kitab ehlinden o küfredenleri, Allah’ın Resulü’nü inkâr ederek, Allah adına verdikleri söz ve andlaşmayı küfür ve nankörlükle bozup “Bu, onların Allah’a ve Peygamber’ine karşı gelmelerinden dolayıdır…” (Haşr, 59/4) âyeti ile beyan edileceği üzere Allah ve Resulü’ne karşı uğraşmaya kalkışan kâfirleri ilk haşirde, yahut ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Bu küfredenler, yukarıda da rivayet edildiği gibi yahudilerden olan Benî Nadir kabilesi idi ki, Hayber yahudilerinden Benî Kureyza gibi bir büyük kabile kadardı. Söz konusu bu iki kabileye “Kâhinân” denir ve Kâhin b. Harun neslinden oldukları söylenirdi. Denildiğine göre bunlar, son Peygamber’in ortaya çıkışını beklemek için İsrail Oğullarından bir cemaatla gelmiş, Medine’ye yakın bir yere konmuşlardı. Kondukları yer bayındır olmayan bir kara parçası iken oraya yerleşmiş ve sağlam binalar yapmışlardı. Ayette kendilerine izafetle “diyarlarından”, “kaleleri” şeklinde ifade edilmesinde de buna bir işaret vardır. Bekledikleri Resul gelmiş olduğu halde inkar ve nankörlükte ileri gittikleri için, Allah’ın İzzet ve Hikmet’i onları ilk haşr olmak üzere yurtlarından çıkardı. Bu küçük bir kıyamet örneği oldu. Bundan anlaşılıyor ki bir de sonraki haşir vardır. O da “Ahirette de onlar için ateş azabı vardır.” (Haşr, 59/3) âyetinde hatırlatılacağı üzere büyük kıyametle ahirette olacaktır. Bu iki haşir arasında daha başka ne gibi haşirler vardır? Onu da Allah bilir. ‘deki tefsircilerin çoğuna göre, “Onu, geçen on (gün) içinde yazdım.” cümlesindeki gibi zaman ifade etmektedir. Mânâsı, “ilk haşirde” demektir. Buna göre ilk haşre, ilk harb mânâsı vermek daha uygun görünmektedir. Lakin bazılarının dediği gibi ihracın maksadını göstermek üzere lâm-ı ecliyye (sebeb lâmı) olma ihtimali de vardır. Bu ihracın sırf Allah tarafından olduğunu açıklamak üzere buyuruluyor ki siz çıkacaklarını zannetmediniz, demek ki size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkamayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız. Onlar da zannettiler ki kendilerinin Allah’tan koruyacak, sığındıkları kaleleri ve istihkâmlarıdır. Yani Allah tarafından gelecek azabdan kendilerini korumak için yalnız o sığındıkları kaleler ve kuvvetlerin kâfi geleceğini, sadece kale ve kuvvetli siperler yapmakla müdafaanın mümkün olacağını zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. En önce kalblerde imanın bulunması gerektiğini ve Allah Teâlâ’nın İzzeti’ne karşı gelmenin kâbil olmadığını düşünmüyorlardı. Bu yüzden onların da düşüncelerine kalsaydı çıkarılmaları tasavvur edilmezdi. Fakat Allah onlara hesab etmedikleri bir yönden geldi, yani Allah’ın emri, onları hiç hatır ve hayallerine getirmedikleri bir cihetten bastırdı, kalblerinden vurdu. Reisleri olan Ka’b b. Eşref’i kendi konağında güveyi girdiği gece ansızın katlettirivermekle, zaten zayıf olan manevî kuvvetlerini, ve kendilerine güvenlerini perişan etti. Ve yüreklerinin içine müthiş bir korku düşürdü. Öyle ki evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ebu Amr kırâetinde “tahrib” masdarından râ’nın şeddesiyle şeklinde okunur. Yani içerden sokak başlarını kapamak, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin dört duvarını yıkıyor, kapı ve pencerelerini söküyor, kereste ve eşyalarını tarümar ediyorlardı. Dışarıdan da müminler, onların kapatmak ve sağlamlaştırmak istedikleri yerleri açmak için hücum ediyorlardı. Diğer bir mânâ ile de, bir taraftan kendilerinin işledikleri küfür ve cinayetleri, bir taraftan da müminlerin iman ve gayretli hücumları arasında telaşa düşerek evlerinin viran olmasına sebebiyyet veriyorlardı. Ey görecek gözü, anlayacak basireti olanlar bu olayı, iki tarafın bu hallerini düşünün ve kendi halinizle mukayese ederek ibret alın. Küfrün, zulmün, kalb bozukluğunun ve Allah’a karşı gelip de yalnız sebeplere güvenmenin âkibetindeki acıklı durumu ve iman ile mücadelenin şerefini, Allah’ın İzzet ve Hikmet’ini göz önüne getirin, bundan da kendi hallerinize geçerek ibret dersi alın da yalnız sebeb ve âletlerin kuvvetine güvenmeyin. Vazifenizi samimi kalb ile Allah için yapıp, bütün tevekkül ve güveninizi tam bir iman ile ancak ve ancak Allah’a bağlayın. Çünkü Aziz O’dur, Hakîm O’dur. İ’tibâr, ibret almak, taaccüb ederek öğüt almak demektir. İbret, “Besâir” ve “Müfredât”da zikredildiği üzere, müşâhede edileni öğrenmekle henüz müşâhede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denir. Bunun aslı olan “abr” maddesi, bir halden bir hale geçmek mânâsını ifade eder. Ubûr, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz yaşına da ayın’ın fethasiyle “abre” denilir. Aynı kökten gelen ibâre, söyleyenden dinleyene geçen söz, ta’bir, rüyanın zahirinden bâtınına geçmek mânâsınadır. Diğer mânâlar da hep bu geçiş anlamıyla ilgilidir. Binaenaleyh ibret almak diye kısaca ifade ettiğimiz itibâr, müşâhede edilen bir bilinene dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikâl etmek demektir. Bu da Fıkıh Usûlü ilminde kıyas denilen istinbât (hüküm çıkarma) usûlünün ta kendisidir. Onun için fakihler, âyetteki “ibret alın” emrinden hareketle kıyasın delil olabileceği neticesini çıkarmışlardır. Bu konu usûl-i fıkıh kitablarında genişce ele alınmaktadır. İmam Fahreddin-i Râzî der ki: “Biz “Mahsûl” isimli kitabımızda bu âyet ile kıyasın delil olabileceğini kabul etmişizdir. Onu burada genişce zikretmeden kısaca şunları anlatacağız: İtibâr, bir şeyden bir şeye geçmek ve sınırı aşmak mânâsından alınmıştır. Onun için göz yaşına da abre denilir. Çünkü gözden yanağa geçmektedir. Geçide ma’ber, vasıtasına mi’bir denilir. Çünkü sınırı geçmek onunla mümkün olur. Hislerle bilinen ilme, ta’bir denilir. Çünkü onun sahibi hayal edilen şeylerden düşünülene intikal eder. Lafızlara ibâre denilir. Çünkü onlar, mânâları söyleyenin lisanından dinleyenin aklına naklederler. “Mutlu insan, başkasından ibret alandır.” denilir. Çünkü Onun aklı başkasının halinden kendi haline intikâl eder. Bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki, itibâr, eşyanın hakikatlerine ve ifade ettikleri mânâlara bakmaktır ki, bu bakışla onların cinsinden başka şeyler hakkında bilgi elde edilir. Burada Allah Teâlâ’nın itibâr ile emrettiği hususun beyanına gelince, bunda birkaç ihtimâlin olduğu söylenebilir. Birincisi: Onlar kalelerine, kuvvet ve kudretlerine güvenmişlerdi. Allah Teâlâ da onların güç ve kuvvetlerini yok etti. Sonra da buyurdu ki, “ibret alın ey basiret sahipleri!” bunun anlamı, Allah’tan başka bir şeye itimad etmeyin demektir. Onun için zâhid (kendisini ibâdete veren) zühdüne güvenmemelidir. Çünkü onun zühdü Belam’ın zühdünden çok olamaz. Alim de ilmine güvenmemelidir. Zira İbnü Râvendi’ye bakınız çok fazla gayret göstermesine rağmen nasıl oldu? Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah’ın fazl ve rahmetinden başkasına itimadı doğru değildir. İkincisi: bu ifadeden maksat, insana zulmün, küfrün ve peygamberliğe saldırıda bulunmanın âkibetini göstermektir. Çünkü o yahudiler zulüm ve küfürlerinin uğursuzluğuyla belaya uğradılar ve yurtlarından çıkarıldılar. İşte müminler bundan ibret alır ve günahlardan sakınırlar. Ancak buna karşı şöyle bir itirazda bulunulabilir. Bu itibârın doğru olabilmesi için “onlar zulüm yaptılar ve küfrettiler de azaba uğradılar ve bu azaba sebeb ancak onların zulüm ve küfürleri oldu” dememiz gerekir. Halbuki böyle denilmesi genelleme ve akis kurallarına göre yanlıştır, ve bir uygunluk söz konusu değildir. Çünkü bir çok şahıs zulüm yapmış ve küfretmiştir de dünyada azaba uğramamıştır. Aksi de meydana gelmiş değildir. Çünkü Hz. Peygamber ve Ashâbı dahi bir takım meşakketlere maruz kalmışlardır. Halbuki bu sıkıntılar, onların din ve amellerinde bir kötülüğe delalet etmemiştir. Böylece sözü edilen illet (sebeb) genelleme ve aksi itibâriyle fâsid olunca o itibâr ve kıyas da fasid olmuş olmaz mı? Bir de asılda sabit olan hüküm, onların evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab etmiş olmalarıdır. Buna zulüm ve küfrü sebeb gösterecek olursak o zaman her zulüm ve küfredenin, evini kendi eli ve müminlerin elleriyle harab etmesi gerekir. Bunun böyle olmadığı anlaşılınca bu itibarın doğru olmadığı ortaya çıkmaz mı? Bu soruya şöyle cevab verilebilir. Asılda sabit olan hükmün üç mertebesi vardır.



Birincisi, evlerinin kendi elleri ve müminlerin elleriyle tahribi.

İkincisi, bundan daha genel olarak dünyada azab verilmesi.

Üçüncüsü ise, ikinciden daha genel anlamda mutlak azabtır.

Zulüm ve küfredenlere verilecek azabın da mutlak azab olması daha münasiptir. Yani onun tahrip edilmesi, yahut dünyada öldürülme şeklinde azab görme veya bu azabın ahirette vuku bulması, illete tesir eden hususlar değildir. Şu halde kıyas konusunda şu söylenebilir: Zulüm yapan, küfür ve tekzip edenler mutlak azab görürler. Bu azabın dünyada mı, âhirette mi yoksa her ikisinde de mi meydana geleceğinin tayini istenmiş değildir. Zulüm ve küfür mutlak azaba layık ve münasiptir. Bu suretle denilebilir ki, zulüm ve küfür azaba sebebtir. Onlar meydana geldi mi, gerek dünyada gerek ahirette azab da meydana gelir. İşte kıyâs ve itibâr bu suretle izah edildiği takdirde itiraz ortadan kalkıp, kıyas sahih bir tarzda tamamlanmış olur.” Nitekim bu mânâ ve sebeb, şu âyetlerle ayrıca hatırlatılarak buyurulmuştur ki,

3-4. Ve eğer Allah onların üzerine o celâyı yazmamış olsaydı. Celâ, iclâ gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak mânâsını ifade eden celv’den meydana gelen celâ, bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış mânâsınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefiy, iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama, sıçratma tabirlerini kullanırız. İşte Allah Teâlâ o kâfirlerin öyle yurtlarından tezikmelerini takdir etmiş, üzerlerine yazmış olmasaydı herhalde kendilerine dünyada azab ederdi. Katl ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona nisbetle bu sürgün felaketi bir azab değil, bir lütuf ve müsaade sayılmaktadır. Nitekim bu olaydan ibret almayan Benî Kureyzâ’nın, eli silah tutanları idam edilmişlerdir. Onlar aslında böyle bir azabı hak etmişlerdi, fakat Allah Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azab vermedi. Mamafih onlar için ahirette ateş azabı vardır yani cehennem azabı vardır. Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar. İşte onlar öyle azaba müstahaktırlar.


5. Herhangi bir line kestinizse. Lîne, birçoklarına göre hurma ağacı demektir. Aslı “Levin” den “livne” şeklinde türemiş olup, “yâ”sı “dime” gibi vavdan kalbedilmiştir. Çoğulu, “lun” ve “elvân”dır. İbnü Abbas ve bazı âlimler, “acve” yani balçık hurma denilen kısmı dışındaki hurma çeşitlerine “line” denildiğini söylemişlerdir. Ebu Ubeyde “acve” ile “bernî” haricinde bulunan hurmalar olduğunu ileri sürmüştür. Sevrî, “hurma ağacının en değerlisi” demiş, Cafer-i Sâdık’dan “acve”, Esma’hi’den de “Dekâl” diye nakledilmiştir. Bazıları da yâî olup, yumuşaklık anlamına gelen “lin”den türemiş olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü çoğulu “liyen” ve “liyan” da gelmektedir. Yumuşaklık mânâsı dolayısıyla ağaç dalları diye tefsir edenler dahi olmuştur. Buna nazaran “line”nin mutlak yaş ağaç mânâsına olması da mümkündür. Çünkü lîne, hurma ağacı demek olduğuna göre hükmün delaletinde umûmî anlam vardır. Kısacası, harp esnasında herhangi yaş bir ağaç kestinizse yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa hepsi Allah’ın izniyledir. Bu izin de o fasıkları perişan etmek içindir.

6. Fesad için değildir. Allah’ın , Resulüne onlardan verdiği ganimetlere gelince; İfâe, feyi kılmak, yani fey’ (ganimet) olmak üzere vermek, havale etmek demektir. Fey’ de lugatte, rücû yani dönmek, çevrilmek ve dönen gölge mânâlarına mastar ve isimdir. Rağıb der ki; “Fey’ ve fie, övülmüş hâle dönmektir.” Nitekim “Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar.” (Hucurât, 49/9) âyetinde de aynı anlam vardır. “Gölge döndü.” ifadesi de bundandır. Gölgeye de ancak döndüğü zaman “fey” denilir. Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey’ adı verilmiştir. Şer’an da fey’, kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi gelirler demektir. Ebu Hafs Ömer en-Nesefî adlı eserinde fey’ ile ganimeti şöyle tarif etmiştir: Fey’, kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç kabilinden müslümanların eline geçen şeylerdir. Ganimet ise, müslümanların kâfirlerden aldıkları maldır.” Bunun mânâsı, fey’in ganimetden daha genel olmasıdır.

Âlûsî’nin zikrettiğine göre bazı Şâfiî kitaplarında fey’ ile ganimet şu şekilde ayrılmaktadır. “Fey’, savaşmadan at ve deve koşturmaksızın kâfirlerden elde edilen maldır. Ganimet ise, Cizye, ticaret öşrü yani gümrük ve kıtal olmaksızın andlaşma yaptıkları veya iki ordu karşılaşmaksızın korkudan bırakıp terkettikleri ve irtidât üzere ölen yahut katledilen mürted (dinden dönen)in ve vârissiz ölen zimmî’nin andlaşma yapan veya aman dileyenlerin bıraktığı mallar gibi savaştan veya karşılaştıktan sonra alınan mallardır. Ganimet, harbî ve aslî olan kâfirlerden savaş yoluyla elde edilen maldır. İki ordunun karşılaşması ve bizim tarafımızdan yapılan hareket de savaş hükmündedir. Ashabımızdan yani hanefîlerden de bu farkı ortaya koyanlar vardır. Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi’nde geçen “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne…” (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey’ ise harp bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf edilir.” Sözkonusu bu fark, “Hidaye” ve şerhlerinde de zikredilmektedir. Demek oluyor ki Fey’ tabiri ganimetten daha umumi bir anlama gelmekle beraber onun karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Şu halde “ifâe” fey’ denilen bir dönüştürmeyi gerçekleştirmek demektir. Ganimetin hükmü, Enfal Sûresi’nde “De ki, ganimetler Allah ve Peygambere aittir. (Enfal, 8/1), “İyi bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri Allah’a, Resulü’ne Resulün yakınlarına yetimlere yoksullara ve yolculara aittir..” (Enfâl, 8/41) âyetleriyle dar ve geniş çerçeveden beyan edildiği gibi, burada daha geniş olan fey’ hükümleri ondan farklı olmak üzere özel ve genel anlamda açıklanacaktır. Önce şunu belirtmek gerekir ki, âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir’dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)’a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah’ın eline verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir. Resulullah’ın önceden onların sahibi olmadığı halde, bunun dönüşüm mânâsını içeren “ifâe” tabiriyle zikredilmesi onların hakiki sahibinin Allah Teâlâ olması itibariyle o malların, Allah’a karşı gelen kâfirlerin ellerinde bulunuşunu, onu gasb edenin elinde bulunuşu gibi göstermiş ve böylece onları Allah tarafından teslim almaya en selâhiyetli olan zâtın Allah’ın Resulü olduğunu ifade ederek bu malın ona tesliminin ilk sahibine iâde anlamı taşıdığı nüktesine işâret etmiştir. İşte harpcı kâfirlerin müminlere ganimet olarak geçen mallarında da hep böyle bir iâde mânâsı vardır. Çünkü Allah Teâlâ, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56) âyetinde ifade edildiği üzere insanları, kendisine ibadet ve kulluk etmek için yaratmış, malları da itaat ve kulluğa vesile kılmak için halketmiştir. Bu yüzden onlara layık olanlar isyankârlar değil, itaatkâr olan kullardır. Bu nükteye binâen elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimete, haraç ve cizye gibi gelirlere şer’an fey’ adı verilmiştir. Rağıb İsfahânî’nin nakline göre bu mala fey’ denilmesi, gölge mânâsına gelen fey’a benzetmek suretiyle, dünyanın en şerefli (alâmeti) a’razı olan malın geçici bir gölge gibi olduğuna işaret etmek içindir. Nitekim şâir de şöyle demiştir: “Malı öğleden sonra dönen gölgeler (gibi) görüyorum.” “Dünya geçici bir gölgeden ibarettir.” Nadir Oğulları’nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey’ olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir’de olduğu gibi Enfâl Sûresi’de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah’a aid bir fey’ olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah’ın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey’ olarak Resulü’ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve. Îcâf, defretmek ve yürek oynaması gibi hareket ettirip muzdarip kılmak, atı yahut deveyi vecif denilen hızlı yürüyüşle yürütmek ve akın etmek mânâlarına geldiğinden müfessirlerin bir kısmı bunu, hareket ettirip yormak, bir kısmı da, vecif diye isimlendirilen seri yürüyüşle yürütmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda Kamus Mütercimi de şunları söylemektedir: “Vecif, at ve devenin bir çeşit yürüyüşüne denir. Bununla maksat, at ve devenin silke silke yürümesidir ki, buna linke kalkmak denir. Menzil beygiri gibi.” Merkeb gibi binilir demek olan rikâb da deve hakkında yaygındır. Hatta rakib tabiri bile daha çok deve için kullanılmaktadır. Ata binen kimseye fâris denir. Nitekim biz de süvâri dediğimiz zaman bununla ata bineni kasdederiz. Nadir Oğulları’nın köyleri Medine’ye iki mil mesafede olduğu için oraya sadece piyade olarak gidilmiş, yalnız Resullullah lif yularlı bir merkebe binmiş ve fazla bir öldürme olayı da meydana gelmemişti. Ve lakin Allah resullerini dilediği kimselerin üzerine musallat kılar gönüllerine korku düşürür ve hükmünü yürütür. Ve Allah her şeye kadirdir. Dilediğini yapar. Bazen açık vasıta ve aletlerle yapar. Bazen de sırf İzzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar ki, Nadir Oğulları’nın basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere anlaşmaları da böyle olmuştu. Onun için bazıları, bu âyetin Fedek hakkında nazil olduğunu sanmışlar, “çünkü Nadir Oğulları’nın etrafı kuşatıldı ve öldürüldüler, Fedek’te ise bunlar olmadı” demişlerdir. Ancak bu görüş, sahih haberlere ters düşmektedir. Ayrıca Nadir Oğulları’na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir. Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, “Nadir Oğulları’nın malları, Allah Teâlâ’nın, Resulü’ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah’a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti.” Dahhâk da demiştir ki, “Bu mallar Resullullah’a tahsis edilmişti. Ancak o ikramda bulundu da muhacirler arasında taksim etti. Ensâra ondan bir şey vermedi. Yalnızca Ebu Dücâne Semmâk b. Hurşe, Sehl b. Hüneyf ve Hâris b. Sımme adlı üç zata verdi. Çünkü onların buna ihtiyaçları vardı.” Sa’d. b. Muâz’a da İbnü Ebi’l-Hakîk’in bir kılıcını vermişti ki, aralarında o kılıcın şöhreti vardı.

7. Özellikle Beni Nadir’den dönen ganimetin hükmü böyledir ancak diğerlerinden elde edilen ganimetler nasıl olacaktır? Denilirse bunun cevabı şu âyette görülebilir. Allah’ın Resulü’ne kent halkından verdiği ganimetler. Bazıları bu ganimeti, harb esnasında alınan ve hükmü Enfâl Sûresi’nde açıklanan ganimetin dışında telakki etmişlerse de, İmam Ebu Yûsuf’un “Kitâbu’l-Harâc” adlı eserinde tafsilatlı olarak yapmış olduğu rivayette, Hz. Ömer’in harb yoluyla fethedilen Irak toprakları ve halkıyla ilgili ganimetlerin taksimini isteyen Zübeyr, Bilâl, Selmân-ı Fârisi ve diğerlerine karşı sahâbiler şurasında bu âyetlerle delil getirerek, gelecek müminlerde dahil olmak üzere bütün müslümanların menfaatı adına halkın hür ve arazilerinin ellerinde “arâzi-i haraciyye” haraç arazileri olarak kalması hususunda onları ikna etmiş olması bunun, gerek ganimet gerek haraç ve cizye gibi kâfirlerden elde edilen bütün gelirleri içine aldığını göstermektedir. Yani fethedilen kâfir kentlerinin halkından Resulullah (s.a.v)’a verilen gerek ganimet, gerek harac ve vergi gibi bütün gelirler de Allah için ve Peygamber için ve ona yakın olanlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Bu âyetin açık anlamı, ganimetin altıya taksim edilmesini ifade etmektedir. Bu yüzden bazı âlimler demişlerdir ki, ganimet altı hisse yapılır, Allah’ın hissesi Ka’be ve diğer mescidlerin tamirlerine sarf edilir. Bazıları da, İbnü Abbas ve Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye’den gelen rivayetlere dayanarak, âyette Allah’ın zikredilmesinin sırf hürmet ve uğur için olduğunu, Allah ve Resulü için bir olmak üzere beş hisseye bölünmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Âlimlerden bir kısmı da, ganimetle olduğu gibi Hz. Peygamber’e ayrılan beşte bir hisse de beşe taksim edilir. Çünkü Resulullah beşte biri böyle taksim eder ve kalan beşte dördü de uygun gördüğü şekilde sarf ederdi, demişlerdir. Bu Şâfii’nin kavl-i cedîdi (yeni görüşü)dir. Bunun doğrudan doğruya “Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah’a ve Resulü’ne ve akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.” (Enfal, 8/41) âyetine benzediği göze çarpar. Fakat Enfal, 8/41’de beşte bir kaydı açıkça ifade edildiği halde burada zikredilmemiş, hüküm genelde nisbet edilmiştir. Binaenaleyh ganimetin beşte biri alınıp beş hisse olarak sarfedilirse de, her ganimetin de beşte birinin alınması gerekli değildir. Onun için Hanefiler, ganimetin dışındaki gelirlerin beşe taksim edilmesinin gerekli olduğunu kabul etmeyerek bu ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği şekilde, en önemli olanı daha az önemli olana takdim etmek suretiyle bütün müslümanların yararına olan işlere sarfedilmesine kail olmuşlardır ki burada zikredilenler en önemlilerini teşkil etmektedir. Resulullah (s.a.v)’ın hissesi icmâen kendisine âid olup, ondan kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasına sarfederdi. Ayrıca bazı hanımlarının bir yıllık yiyecek ve içeceklerini karşılayacak miktarı ayırır ve geri kalanı da müslümanların menfaatına olan işlere harcardı. Hanefilere göre Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun için ayrılan hisse artık, ortadan kalkmıştır. Çünkü Râşid Halifeler bu suretle amel etmişlerdir ve onlar Allah’ın dini konusunda güvenilir kimselerdir. Ve çünkü türemiş bir sıfat olan resul vasfı üzerine hüküm, esas olan risaletin sebep oluşunu gerektirir. Ondan sonra ise resul yoktur. İmam Şâfiî’nin bir görüşüne göre de Hz. Peygamber’den sonra da imama verilir. Çünkü Resulullah’ın tebligatına karşılık ücret almadığını göstermek için onun hak ettiği malı, peygamber olması sebebiyle değil devlet başkanı olması yönüyle düşünmek gerekir. Şâfiîlerin çoğuna göre Resulullah’ın vefatından sonra beşte birin beşte bir hissesi, müslümanların yararına olan işlere sarfedilir ki, sınır bekçileri, ülke kadıları, dinî ilimler ve onların vasıtalarıyla uğraşan ilim adamları, öğrenciler, ayrıca imamlar, müezzinler ve müslümanların umûmi menfaatlarıyla ilgili işlerle meşgul olup da herhangi bir kazanç elde edemeyen diğer kimseler ve bunlara ek olarak kazanç temininden âciz olanlar bu cümledendir. Malın fazlalığına ve azlığına göre dağıtım devlet başkanının kanaatine bırakılmıştır. Bu dağıtım işinde en önemli olan, kendisinden daha az önem taşıyana takdim edilir. Bunlar içinde en önemlisi sınır bekçiliğidir. Sahih bir hadisde “Allah’ın size verdiği ganimetten bana ancak beşte bir vardır. O beşte bir de yine size verilir, yani sizin yararınıza sarfedilir.” buyurulmuş olması da bunun müslümanların menfaatına olan işlere harcandığını göstermektedir. Bu hadisin anlamı, Peygamber (s.a.v)’in hissesinin hayatında olduğu gibi, ayrıca taksim edilerek sarfedilebileceğini ifade ettiği gibi, Hanefilerin dediği şekilde diğer hisselere eklenerek onlarla beraber sarfedilmesi tarzında da anlaşılabilir. Âyette ikinci sırada zikredilen, “zilkurbânın (akrabaların) hissesidir. Zilkurbâ’dan maksat, Resulullah (s.a.v)’a yakınlığı bulunan Haşim Oğulları ile Muttalib Oğulları’dır. Zira Resulullah bunlara hisse vermiş, bunların ana-baba bir kardeşleri Abdi Şems Oğulları’na ve onların zürriyetlerinden olan Osman’a ve baba bir kardeşleri Nevfel’e hisse vermemiştir. Ebu Dâvûd ve daha başkaları senediyle Said b. Müseyyeb’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Cübeyr b. Mut’im (r.a) bana haber verdi de dedi ki: “Hayber günü olduğu vakit Resulullah (s.a.v) zevilkurbâ hissesini Beni Haşim ve Beni Muttalib’e verdi, Beni Nevfel ile Beni Abdi Şems’i bıraktı. Bunun üzerine ben ve Osman b. Affân (r.a) beraber gittik, Resulullah’ın yanına vardık ve “Ya Resulullah, şunlar Beni Haşim, Allah Teâlâ’nın seni onların arasına koyduğu yerden dolayı biz onların üstünlüklerini inkar etmeyiz. Fakat kardeşlerimiz Muttalib Oğulları’nın üstünlüğü nedir ki, (ganimet hissesinden) onlara verdin de bizi terkettin. Halbuki yakınlığımız aynıdır.” dedik. Cevaben Hz. Peygamber, “Ben ve Beni Muttalib cahiliyyede de, İslâmda da ayrılmayız, biz ve onlar bir şeyiz.” buyurdu ve parmaklarını birbiri arasına geçirdi.” Bu cevab ile Resulullah, bu konuda yakınlıktan maksadın yalnız hısımlık yakınlığı olmayıp nusrat, yani yardıma dayalı bir yakınlık olduğunu göstermiş ve cahiliyye döneminde Muttalib Oğulları’nın kendisiyle uyum içinde olup yaptıkları dostluk ve yardıma işaret etmiştir. Çünkü o zaman savaş yardımı söz konusu olamazdı. Binaenaleyh “Biz ve onlar bir şeyiz.” buyurulması, Siyer kitablarında da anlatıldığı gibi, Kureyş kabilesi, Beni Hâşime ne alış-veriş ne de nikâh akdi yapmamak üzere boykotla ayrılık ilân ettiği zaman onların, Peygamber’in kabilesine dahil olduklarına işaret sayılmaktadır. Bu sebebledir ki, savaşmaya güçleri olmayan zürriyetleri dahi ganimetten hak almaya dahildirler. İşte Resulullah’a yakınlıktan murad’ın, kendilerinden geçmişte tahakkuk eden bir yardım sebebiyle meydana gelen yakınlık olduğuna işaret edilerek, Hâşim oğullarıyla Muttalib Oğulları’nın bir kalb ile hareket eden vücud gibi hem cahiliyyede ve hem de İslâm’da kendisiyle beraber oldukları için böyle bir yakınlığa hak kazandıkları ifade edilmiştir. Bu yüzdendir ki âyette çoğul sigasıyla zevilkurbâ denilmeyip, tekil olarak zilkurbâ denilmiştir. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel demişlerdir ki: “Beni Haşim ve Beni Muttalib’den olan yakınlara beşte birin beşte biri verilir. Bunların fakir ve zenginleri müsâvidir. Söz konusu bu ganimet malı, “Erkek için kadının iki misli (pay) vardır..” (Nisâ, 4/11) âyeti gereğince taksim olunur. Müzeni ile Sevri de “Bu taksimde erkek ve kadın eşit oranda alır. Uzağa da yakına da verilir.” demişlerdir. Âyetin mutlak mânâda zahiri itibariyle anlamı da budur. İmam Mâlik’e göre ise bu tamamen devlet başkanının fikrine bırakılmıştır. Dilerse aralarında taksim eder, dilerse bazısına verir, bazısına vermez ve yine dilerse daha önemli bulduğu takdirde başkalarına verip onlara vermez. Bizim Hanefi mezhebi imamlarının tercihine gelince, bu hususta şunları söyleyebiliriz. Hidâye ve şerhlerinde izah edildiği gibi zilkurbâ, hadiste Beni Haşim ve Beni Muttalib’e tahsis edilmiştir Ancak onlara müstakil bir hisse gerekmeyip sadece fakirlerine, öksüzlerine ve yolcularına verilir ve bu sınıflardan olanların, diğerlerine karşı öncelik hakkı vardır. Çünkü zikredildiği gibi Resulullah onlara geçmişteki yardımlarından dolayı vermiş ve buyurmuştur ki, “Ey Haşim oğulları topluluğu! Allah Teâlâ sizler için insanların yıkantılarını ve kirlerini yani zekat ve sadakalarını iğrenç gördü ve onun yerine size beşte birin beşte birini verdi.” Bu hadis, bir hisseye delalet etmekle beraber, sadaka karinesiyle vermeye sebeb olan şeyin fakirlik olduğuna da işaret etmektedir. Onun için Resulullah zamanında bu hisse kendisine yapılan yardım sebebiyle verilmişse de vefatından sonra kaldırılıp, fakir olanlara verilmeye başlanmıştır. Raşid Halifeler’in dördü de, onlara ayrıca bir pay ayırmayıp beşte birin, birini yetimlere, birini miskinlere, birini de yolculara olmak üzere üç hisseye taksim etmişlerdir. Hz. Ali, üç halifeye bazı meselelerde muhalefet etmekle beraber hilafeti esnasında bu konuda muhalefette bulunmamıştır. Onun için İmam Şâfiî’nin de dediği gibi hisseye kail olurdu diye yapılan rivayet sahih olsa bile bunu, halifeliğinde diğer üç halifenin görüşlerine döndü, şeklinde yorumlamak daha doğru olsa gerektir. Beni Haşim ve Beni Muttalib’in ganimetten pay sahibi olmaları, Peygambere yakınlıktan başka fakirlik sebebine dayandırılmış olmakla beraber ayrıca âyette zikredilmelerinin faydası nedir? diye sorulursa, cevaben denilir ki, bunun faydası, onların fakir olanlarına sadaka helal olmadığı cihetle ganimetten bir hisse de alamayacakları şeklindeki bir zannı ortadan kaldırmaktır. Mamafih hadisler araştırılınca bu konuda bir hayli ihtilâfın olduğu göze çarpar. Bu cümleden olmak üzere halifelerin onlara fakir ve zengin ayırımı yapmadan verdiklerini gösteren haberler de yok değildir. Ehl-i Beyt’in tercihi de budur. İbnü Hümâm “Fethü’l-Kadir”de der ki: “Ebu Davud, Said b. Müsseyeb’in şöyle söylediğini nakletmiştir: “Cübeyr b. Mut’im (r.a) bize haber verdi ki, Peygamber (s.a.v) ne Beni Abdişşems’e ne de Beni Nevfel’e beşte birden bir hisse taksim etmedi. Ancak Beni Haşim’e ve Beni Muttalib’e pay veriyordu. Ebu Bekir de beşte biri Resulullah’ın taksim ettiği şekilde paylaştırdı. Ancak o, Peygamber’in verdiği gibi Resulullah’ın akrabasına vermiyor, Ömer ve ondan sonrakiler de veriyorlardı. Bu rivayette Ömer’in verdiğinde zahiren fakirlik kaydı görülmüyor.” Bir de Ebu Davud’un Abdurrahman b. Ebi Leyla’dan şöyle bir rivayeti vardır. Hz. Ali’yi işittim diyordu ki: “Ben, Abbas, Fatıma ve Zeyd b. Hârise Hz. Peygamber (s.a.v)’in huzurunda toplandık. Ben, “Ya Resulullah eğer uygun görürsen beni şu beşte birden alacağımız hak konusunda görevlendirsen de senin hayatında onu taksim etsem ki, sonra kimse bana itiraz etmesin. Eğer münasib görürsen bunu yap dedim. O da yaptı (yani izin verdi.) Ben de onu Resulullah (s.a.v)’ın hayatında, sonra da Ebu Bekr’in başkanlığında taksim ettim. Nihayet Ömer’in halifeliğinin son zamanlarında ona birçok mal geldi. O da bizim hakkımızı ayırdı, sonra da onu bana gönderdi. Ben de Hz. Ömer’e bu sene bizim malımız var, müslümanlar ise ihtiyaç içindeler bunu onlara sarf et, dedim. Ömer de öyle yaptı. Ömer’den sonra da kimse beni taksim için çağırmadı. Ömer’in yanından çıktıktan sonra Abbas’a rastladım bana, “Ya Ali, bu sabah sen bizi bir şeyden mahrum ettin. Artık bundan sonra o bize verilmez.” dedi. Abbas dâhî bir adamdı.” Bu rivayette de verilen malın fakirlikle kayıtlanması, söz konusu değildir. Nasıl olur ki Abbas’a da mal veriliyordu ve fakirlikle tavsif edilmiş değildi. Hafız Münziri bu rivayetin zayıf olduğuna kanaat getirmiş ve demiştir ki: “Cübeyr b. Mut’im hadisinde Ebu Bekir, Peygamber’in yakınlarına taksimden pay vermemiştir. Ali’nin rivayet ettiği hadisde ise, onların da hisse aldıkları görülmektedir. Bu yüzden Cübeyr hadisi sahih, Ali hadisi sahih değildir.” İbnü Hümâm bunları naklettikten sonra şöyle der: “Râşid Halifeler’in Peygamber’in yakınlarına mal vermedikleri görüşünün asıl dayanağı şudur. Âyette geçen ifadesi, harcama mahallini beyandan ibarettir. Yoksa belirtildiği gibi kazanılmış bir hak değildir. Eğer o elde edilen bir hak olsaydı, Resulullah (s.a.v)’dan sonra halifelerin onları bu haktan men etmeleri caiz olmazdı. Çünkü onun yakınları, cahiliyye döneminde Hz. Peygamber’e yaptıkları yardımlarla kayıtlanmışlarsa da onlar, Peygamber’den sonra da yaşıyorlardı. Binaenaleyh bu durumda da onlara pay vermek vacib olurdu. Madem ki bundan men edilmişlerdir demek ki, zilkurbâdan maksat, malın harcama mahallini göstermektir. Yani âyette zikredilenlerden her biri, bir harcama mahallidir, hatta bunlardan, mesela yalnız yolculara yahut yetimlere verilmesi gibi bir tek sınıfa vermek de caizdir. Tuhfe’de, “Âyette geçen üç sınıf, bize göre beşte birin harcama mahallidir. Bu da kazanılmış bir hak değildir. Hatta sadakatta olduğu gibi bunlardan yalnız bir sınıfa sarfedilse de caizdir.” diye zikredilmiştir. Bu görüş, İmam Mâlik’in görüşüne yakındır. Fakat İmam Ebu Yusuf, (r.a.) Kelbi, Ebu Salih ve İbnü Abbas (r.a)’tan rivayet etmişdir ki, “Humus (beşte bir), Hz. Peygamber zamanında beş hisse üzerine taksim olunurdu. Bu, Allah ve Resulü için bir hisse, zilkurbâ için bir hisse, yetimler için bir hisse, miskinler için bir hisse ve yolcular için bir hisse şeklinde idi.

Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) üç hisse olarak taksim ettiler. Bunlardan biri yetimler, biri miskinler biri de yolcular içindi.” Aslında bu rivayeti nakledenlerden Kelbi, hadisciler nazarında zayıf bir râvi olarak gösterilmişse de bu rivayetin sıhhatini gösteren iki ayrı rivayet daha vardır. Tahâvi, Muhammed b. Huzeyme, Yusuf b. Adi, Abdullah b. Mubarek ve Muhammed b. İshak’tan şu rivayeti nakletmiştir. Bu rivayette Muhammed b. İshak demiştir ki, “Ebu Cafer’e, yani Muhammed b. Ali’ye, “Ne dersin? Hz.Ali (r.a.) insanların başına geçip tasarruf yetkisini eline aldığı zaman Peygamber’in yakınlarının hisseleri konusunda ne yaptı? diye sordum. Dedi ki, “vallahi o da Ebu Bekr ve Ömer’in yolunda yürüdü.” “O halde siz nasıl oluyor da o söylediğiniz şeyi söyleyebiliyorsunuz?” dediğimde bana, “Vallahi onun ehli ancak onun görüşüyle hareket ediyorlardı.” dedi. Ben de ona dedim ki, “Öyle ise Hz. Ali’yi meneden ne oldu?” O da, “Vallahi Ebu Bekr ve Ömer’in görüşüne muhalefet etmekle aleyhinde söylenecek sözleri hoş karşılamadı.” şeklinde cevap verdi.” Demek ki Hz.Ali de dahil olmak üzere Hulefa-i Râşidin’in Peygamber’in yakınlarına ayrıca bir hisse vermediklerinde ihtilâf edilmemiş, ehl-i beyt dahi bunu itiraf etmiştir. Bu hususta sahâbilerden de her hangi birinin muhalefeti rivayet edilmediği için, zevilkurbâya hisse ayrılmasının vacib olmadığı konusunda icmâ meydana gelmiştir. Şüphe edilmemesi gerekir ki, eğer Hz. Ali önceki görüşünün doğru olduğunda ısrarlı olsaydı, halifeliği esnasında onun tersini yapması caiz olmazdı. Bu, en azından duruma göre o hissenin kaldırılmasını kabul etmek ve diğer halifelerin görüşlerine dönmektir. Bununla, İmam Şâfii’nin yukarıda zikredilen Ebu Cafer Muhammed b. Ali’den rivayet ederek delil getirdiği şu habere de cevap verilmiş olmaktadır. Ebu Cafer demiştir ki, “Hz.Ali’nin humus konusundaki görüşü, ehl-i beytinin görüşü idi. Ancak O, Ebu Bekir ve Ömer’e muhalefet etmeyi hoş görmedi.” Ve yine demiştir ki, “Ehl-i beytin dışında icmâ da olmaz.” Çünkü bunda dört halife’nin hisse vermedikleri rivayeti hem ehl-i beytten Muhammed Bâkır, hem de İmam Şâfii tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. O halde bu noktada münakaşaya yer yoktur. İkincisi, Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e muhalefeti hoş görmediği ve Onun için bu meselede kendi re’yini tatbik etmeyip onların yolunda yürüdüğü kabul edilmiştir. Şu halde onlara muhalefeti hoş görmemesi de, Hz. Ali’nin son görüşü demektir. Binaenaleyh onun görüşünden ayrılmadıklarını söyleyen ehl-i beytinin dahi onun hoş görmediğini hoş görmemeleri, önceki görüşünden dönmesini kabul etmeleri ayrıca Hz. Ali’yi, kendi vicdan ve itikadınca haklı bildiği kimseleri haklarından men edip, korku ile takiyye (gizlenme) perdesine bürünmüş bir zorlanan mevkiinde farz etmekten çekinmeleri gerekir. Üçünçüsü, ehl-i beytin haricinde icmâ vaki olmayacağı sözü, esasen doğru olmakla beraber yukarıda adı geçen Muhammed b. Ali, Tahâvi rivayetinde zikredildiği şekilde ehl-i beytin ancak Hz.Ali’nin görüşü doğrultusunda hareket ettiklerini söylemiştir. Hz. Ali de muhalefet etmeyi hoş karşılamayıp Ebu Bekr ve Ömer’in, yolundan gittiğini beyan etmiş olduğundan, asıl olan Hz. Ali’nin muhalefetten çekinmesiyle icmânın fiilen tamam olup, ona tâbi olan fürûun ayrıca bir hükmünün olmamasıdır. Durum böyle olunca ehl-i beytin dışında bir icmâdan söz etmemek gerekir ki, bütün bunlar ayrıca bir hisse taksiminin vacib olmadığı konusundaki Hanefi imamlarının görüşlerini kuvvetlendirmektir. Şunu da unutmamak gerekir ki, dört halifenin zevilkurbâya ayrı bir pay vermediklerini söylemek, onların elde ettikleri hakları büsbütün ortadan kaldırmak demek değildir. Ancak kazanılan bu hak için fakirlik ve ihtiyaç durumu gözetilerek geçmişte Peygamber’e yardımı dokunan zevilkurbâ (yakınlar)ya öncelik sırası verilmiştir. daki “lâm” istihkâk (hak kazanma) mânâsını ifade eder. Yetimler, miskinler ve İbnü sebilin (yolcunun) “lâm”sız olarak “Lizilkurbâ”ya bağlanması da, hepsinin istihkâk sebebinin aynı olduğunu gösterir. Bu sebebin fakirlik olduğu da, “Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın.” âyetinin ifade ettiği illetle ayrıca hatırlatılmış olmaktadır. Şu halde bunların dördünü de bu sebeble bir istihkâka tâbi tutarak, yerine göre dört, üç veya bir sınıf olmak üzere taksimin caiz olması, duruma yahut da malın müsadesine göre sarf etme şeklinin devlet başkanının kanaatine bırakılması, nazmın üslubuna en uygun mânâdır. Ancak dört halife de üç sınıfa taksim etmiş olduklarından, hanefiler de bu görüşü tercih etmişlerdir. İbnü Hümâm’ın naklettiğine göre “Tuhfe”-de tek bir sınıfa verileceği de caiz gösterilmiştir. Yalnız “Tuhfe”nin “istihkâk yoluyla değil” cümlesinden, istihkâkı ortadan kaldırma mânâsı anlaşılmamalıdır. Zira daki “lâm” hepsinde de bir istihkâkın varlığına delalet etmektedir.

Yetâmâ’dan murad, yetim olan fakirlerdir. Yetim, babası olmayan çocuktur. Müslüman ve fakir olması şarttır. Zira yetim tabiri ihtiyaca işaret ettiği gibi “İçinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın.” ibaresi de bu şartları göstermektedir. Babası olmamak, babanın vefatıyla olabileceği gibi, nesebin inkârı veya zina yoluyla doğmakla da olabilir. Onun için nesebi ispat edilemeyen de, zina çocuğu da yetim tâbirine dahildir. Lekît’in ise, babası olmadığı tahakkuk edemeyeceğinden mesâkin tâbirine dahil olması gerekir.

Miskin, hiçbir şeye sahip olmayan çaresiz yoksula denir. Yoksulluktan durgun bir hale gelmiş demektir. Bir görüşe göre de, yeterli miktar malı olmayana denir. Kamus’da “Fakr” maddesinde fakir ile miskinin farkına dair bir izah vardır ki, Okyanus’da mütercim şöyle der: “Arablar, fakir ile miskinin arasını ayırırlar.” Bazılarına göre fakir, ölmeyecek derecede yiyebileceği kadar gıdası bulunan, miskin ise asla bir şeyi bulunmayan kimse demektir. Bazılarına göre de, fakir muhtac olana, miskin de zelil ve hakir (bayağı) olana denir. İmam Şâfiî (r.a) demiştir ki “Fakir, kötürüm ve yatalak olup, asla bir meslek ve sanatı olmayana, yahut da bir mesleği olup da zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanamayanlara denir. Mesâkin de şu kimselerdir ki, sanatları varsa da ailelerinin nafakalarını temin edemeyip başkalarından isterler yahut fakir yeterli miktar geçimi olana, miskin ise asla hiçbir şeyi olmayana denir. Bazılarına göre de miskin, durumu fakirin durumundan daha iyi olandır. Bir görüşe göre de ikisi de aynı mânâdadır züğürt ve yoksul demektir. Ayrıca fakir, omurga kemikleri kırılmış olana da denir. Şârihin beyanına göre asıl fakirlik bu anlamdadır.” Hanefilerce meşhur kabul edilen önceki mânâdır. Yani fakir, nisâba mâlik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi olmayıp, fakirden daha düşkün olandır.

İbn-i Sebil, yolda kalmış yolcu demektir ki memleketinde mal ve mülkü olsa bile, yolda herhangi bir sebeble ihtiyaçlı duruma düşmüş ise buna da yolcu denir. Bu âcizin kanaatine göre lekit olan çocukları da, bu mânâya dahil etmek gerekir. Bu sınıflara payları, ya doğrudan doğruya kendilerine, yahut velilerine, yahut da mümkün olduğu ölçüde onunla bir gelir kaynağı temin edilerek kazancından verilmeli ve böylece de haklarında en faydalı olanın yapılması hususundaki harcama da, devlet başkanının re’yine bırakılmalıdır.

Ganimetten bunlara, yani zülkurbâ, yetâma, mesâkin ve İbn-i Sebil’e hisse verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur. Tâ ki o ganimet, yahut mal sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaya. Dâl’ın ötresiyle dûlet, yahut üstün ile devlet, servet, baht, mevki ve galibiyyet gibi insanlar arasında bazan şuna, bazan buna devreden sevindirici nimet ve duruma denir. Kîsâî ve Basra’nın ileri gelen âlimleri demişlerdir ki: “Üstün ile devlet, ötre ile mülk, yahut ötre ile dûle (devlet), esre ile milk anlamındadır. Veya ötre ile servet, üstün ile zafer, galibiyyet ve mevki mânâsını ifade eder. Müberred gibi bazıları da, “Ötre ile elden ele dolaşan şeyin ismi, üstün ile de elden ele dolaşmak mânâsına mastar” olduğunu söylemişlerdir. Rağıb ve bazı âlimlere göre de ikisi de aynı mânâya gelmektedir. On sahih kırâetin tamamında da “dâl”ın ötresiyle okunmuştur. Ancak âlimlerin çoğu, “dâl”ın ötresiyle beraber “tâ”yı üstün okuyup fiiline haber yapmışlar, Hişâm ile Ebu Câfer ise “dâl”ı ötre, “tâ”yı merfu okuyarak isim yapmışlardır. Öncekinde gösterildiği üzere nâkıs fiil, ikinciye göre ise tam fiil olup “Sizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmaya.” meâlinde olur. Öncekinde ‘nün altında müstetir (gizli) ismi ‘ya bağlı olduğu için, bu cümle doğrudan doğruya mâlî ve iktisâdi bir prensip olup, mâlî ve iktisâdi usulü dolaylı yoldan göstermiş olur. Evvelkine göre âyetin mânâsı şöyledir: Allah’ın, Resulü’ne kent ehlinden verdiği bu ganimet, yalnız içinizdeki zenginler gibi iş başında bulunanlar arasında paylaşılıp da, malın sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması ve İslâm Devleti’nin, cahiliyye döneminde olduğu gibi yalnız zenginlere dayanan bir devlet olmayıp, fakirleri de doğrudan ilgilendiren bir devlet olması için onlara da, söz konusu âyette zikredildiği şekilde sınıflarına göre Allah için birer hisse veriniz.

İkinci duruma göre de mânâ şöyle olur: Sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaması ve malın yalnız zenginler arasında dönen bir servet halinde kalmaması için ganimeti, tek başlarına alan ve iş başında bulunanlar arasında paylaşmayın da, zikredildiği şekilde fakir ve ihtiyaç sahibi sınıflara da Allah için birer hisse veriniz.

Lakin yalnız zenginler arasında bir devlet olmasın derken herkesin canı istediği gibi her işe karışıp da ihtilâle sebebiyet verilmemesi için buyuruluyor ki, bununla beraber Peygamber size her ne verdiyse onu alın yani ganimetten her ne hisse verdiyse onu alın ve her ne emir verdiyse onu tutun. Ve yasakladığından vazgeçin, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın. Ve Allah’tan korkun da Allah’ın ve Peygamber’in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete karşı hâinlik yapmaktan sakının, ganimeti maddî ve manevî, dünyevi ve uhrevi mânâda korunmak için takva ile sarfedip israftan ve Allah’ın azabına düşmekten korunun. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Azab edince çok şiddetli azab eder. Nitekim nankör Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından çıkarılmalarında bunun için ibret alınacak bir örnek vardır.

Bu âyetteki emirler gösteriyor ki, ganimetin hepsi Allah Teâlâ tarafından Resulü’ne havale edilmiştir. Zenginlere mahsus bir devlet olmaması için, zikredildiği şekilde fakirlere de hisse verilerek onu taksim etmek dahi âyeti gereğince Peygamber’e bırakılmıştır. Ülu’l-emre (âmirlere) itaat da söz konusu âyetin getirdiği emirlerden olduğu için, buraya dahil olması gerekir.

Zira bu emir, her ne kadar ganimet hakkında nazil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine almaktadır. Şu rivayetler de bunu kuvvetlendirmektedirler. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: “İbnü Mes’ud (r.a.) demiştir ki: “Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar ve yaptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah’ın yarattığını değiştirenlerdir.” Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur’ân okuyup mânâsını anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına gidince, hemen İbnü Mes’ud hazretlerinin yanına vardı ve “İşittim ki sen şöyle şöyle demişsin.” dedi. O da, “Ben Peygamber’in lanet ettiği kimselere niye lanet etmeyeceğim? O Allah’ın kitabında var.” diye cevab verdi. Kadın, “Ben Mushaf’ın iki kapağı arasında ne varsa okudum, ama onu görmedim.” dedi. İbnü Mes’ud da dedi ki: “Eğer okuduysan Allah Teâlâ’nın “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının..” buyurduğunu görmedin mi?” Kadın, “evet” dedi. İbnü Mes’ud da, “İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti.” cevabını verdi.” İmam Şâfiî’den rivayet edilmektedir ki o, bir gün, “Bana istediğinizi sorun Allah’ın kitabından ve Peygamber’in sünnetinden size cevap vereyim.” demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Muhammed b. Harun, “İhramlı bir adamın eşek arısını öldürmesi hakkında ne dersin?” diye sordu. İmam Şâfiî de cevabında, “Allah Teâlâ buyurdu ve bize Süfyân b. Uyeyne, Abdulmelik b. Ömer’den, o Rib’ıyy b. Hiraş’tan, o Huzeyfe b. Yaman (r.a.)’dan nakletti ki, Resulullah (s.a.v) “Benden sonrakilere Ebu Bekr’e ve Ömer’e tâbi olun.” buyurdu ve Yine Süfyan b. Uyeyene, Mis’ar b. Keddâm’dan o, Kays b. Müslim’den o, Tarık b. Şihab’dan o da Ömer b. Hattâb (r.a.)’dan rivayet etti ki, Hz. Ömer Zünbûr’u öldürmeyi emretti> dedi. Yani Hz.Ömer’in emrine uymayı Peygamber emretti. Peygamber’in emrini yerine getirmeyi de Allah Teâlâ Kitabında emretti. O halde Hz. Ömer’in emrini tutmak, Allah’ın emri gereğidir. Bu delil ile varılan netice, “Âmirin emri, âmirin âmirinin âmirinin emridir.” şeklinde zincirleme bir garib mukaddime ile yapılmış eşitlik kıyası değildir. Doğrudan doğruya en büyük olan delilinden neticelerin birbirinden ayrılması suretiyle ortaya çıkan sonuçtur. Allah ve Resulü’nün emirlerine muhalif olmayan ulü’l-emre itaat hükmü de. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. Eğer bu hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Resulü’ne götürün…” (Nisâ, 459) âyeti ile delillendirilmiştir. Bir hadisde de Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Dört şey tasarruf yetkisine sahip olan kimselere aittir. Bunlar: Ganimetler, sadakalar, cezalar ve Cuma namazlarıdır.” Bu hadisi, Zemahşerî, “Keşşâf”da Cuma Sûresi’ni tefsiri münasebetiyle nakletmiştir. Hanefi fıkıh kitablarından “Hidâye” ve etrafında şöyle izah edilmiştir. Devlet başkanı bir beldeyi anveten yani zorla fethettiği zaman muhayyerdir. Dilerse onu Resulullah’ın Hayber’de yaptığı gibi müslümanlar arasında taksim eder ve taksim edilen arazi için öşür koyar, çünkü ilk önce müslümanlar vazifelendirilir. Dilerse Hz. Ömer’in Irak topraklarında yaptığı ve sahâbilerin de uygun bulduğu tarzda, halkını hür olarak arazi ve mallarında bırakıp kendilerine cizye, yani şahsî vergi ve arazilerine haraç koyar, ki cizye ve haraç da âyette zikredilen ganimettir. Hanefilere göre bu, beşe taksim edilmeyerek hepsi başta memleketin korunması olmak üzere mürtezikânın maaşı, yani devlet tarafından görevlendirilen askerler, işçiler, hâkimler, ilmiyye sınıfı, imamlar ve müezzinlerin iâşesi ve diğer faydalı ve hayırlı işler gibi müslümanların yararına harcanır. Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganimetin dışında olan cizye ve haraç gibi fey (mal)in değil. (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşe bölünmesi vacib olan ganimetin beşte birinin dışında kalanının dahi taksimi hususunda prensibi esas olmak üzere Resulullah’ın ve ona tâbi olarak müslümanların devlet başkanının bir seçme hakkı vardır. Ancak devlet başkanının bu tercihi keyfî olmayıp, müslümanların ihtiyaçlarını ve devletin geleceğini takdir etme yolunda ciddi bir ictihad kaydı ile şartlı bulunduğunu fakihler beyan etmişlerdir.

8. Bu noktaları aydınlatma bakımından sarf mahalleri biraz daha izah ile buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf sahibi der ki: “Bu, yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ itibariyle Peygamber (s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber ‘den bedel yapmaya mani olan Allah Teâlâ’nın “Allah’ın dinine ve Peygamberi’ne yardım edenler..” (Haşr, 59/8) sözüyle Resulü’nü fakirler arasından çıkarmasıdır. Onun için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün tutulmuştur.> Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu “yetâmâ”, “mesâkîn” ve “ibni sebil”den bedel veya beyan yapmışlardır. İbnü Münzir yalnız “mesâkîn”den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de demiştir ki “yetimler, miskinler, yolda kalmışlar.” ifadesi “muhacir fakirler” sözünü beyan etmektedir. “Cer lâmının tekrar edilmesi, öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel olduğunun anlaşılması içindir.” Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî’nin sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan “Keşîf” sahibi, Zemahşerî’nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden bedel olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindeki durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde bir te’vîl yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun “Allah’ın, peygamberi verdiği ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal olmasın. Fakat muhacir fakirler için olsun.” meâlinde olduğunu söylemiştir. Ki sözünün delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder. Alûsî de Buharî ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Hz. Ömer’in beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine nazaran bunun bedel olmayıp, geri kalan sarf yerlerini beyan eden bir başlangıç cümlesi olmasını tercih etmiş ve “buna karşı çıkan kimse görmedim, demiştir. Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet âyetlerinin ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle gösterilmiş bulunur. Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah’ın hissesi olan Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve ensardan da yalnız üç kişiye verdiğine dair rivayet de geçmişti. “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan da vazgeçin.” Sözündeki verme ve nehyetmenin her iki ganimetten daha umûmî olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah’tan bir fazl ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı demektir. Rıdvân, “Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür…” (Tevbe, 9/72) âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah’ın rızasına denir. Ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yardım ederler. İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle isbat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, Allah ve Resulü’ne karşı sadakatlerini fiilen cihadlarıyla isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulü’nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm’ı seçtiler. Hatta bize anlatıldığına göre öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlıyordu. Ve yine öyleleri vardı ki, kış günü yatağı olmadığı için çukurda yatıyordu.” İşte bu insanlar, içinde bulundukları dünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile, Allah’ın fazl ve rıdvânına iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara tahümmül gösterip, Allah ve Resulü’ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla cihad ederek imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı şiddetli olan Allah’tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de ganimeti zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber’in emrini tutmalı ve bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.

9. Ve şunlar ki bunlardan maksad, ensârdır. Bunun bağlandığı yer konusunda üç ayrı görüş vardır. Birincisi, “muhacirîn” üzerine atfedilmesidir ki, en kuvvetli görüş budur. Buna göre söz konusu bu kimselerin de muhacirler gibi ganimetten hakları vardır. İkincisi, ye bağlanmış olmasıdır. Bu görüşte de, muhacirlere sadâkatte iştirakleri açıkça ifade edilmiş, ganimete iştirak hakları ise, işaret yoluyla anlatılmıştır. Üçüncüsü ise, her hangi bir yere bağlanmayıp, “vâv”ın, başlangıç harfi (isti’nâfiyye) ‘nin mübtedâ ve nin haber olmasıdır. Bu surette de onların sıfatları ve övgü dolu ahlâkları ayrıca itina ile müstakil olarak anlatılmış, ganimete haklarının olduğu açıklanmamakla beraber, bu sıfatlar dolayısıyla işaret yoluyla yine de ifade edilmiştir. Çünkü bu üç takdirde de tercih ile övgü, esas itibâriyle hak elde etme ve selâhiyetin sabit olduğu mânâsını ifade eder. Yoksa bir hak ve selâhiyetin bulunmadığı yerde, kendi hakkından feragatle başkasını tercih etmek anlamına gelen isârın bir mânâsı olmazdı.

Ensârın sıfatlarıyla ilgili buyuruluyor ki onlardan evvel yurdu hazırlayıp imana sahip oldular. fiili gibi hazırlamak ve hazırlanmak mânâlarına gelmekle beraber bir de bir mekâna bir konağa konmak, evlenmek ve bir yeri meb’e edinmek mânâlarına gelir. Meb’e de konacak yer, konak ve yurt demek olduğu gibi rahimdeki yavru yatağına da denir. Burada istiare olarak zikredilmesi de belli bir anlam ifade etmektedir. Dâr, esasen etrafına sınır çekilen ve her türlü oturmaya elverişli yerin gereksinimlerini içeren büyük konak, yurt ve vatan demektir. Burada “ed-dâr”dan maksat da, iman karinesiyle dâr-ı İslâm’dır. Bunların muhacirlerden evvel hazırladıkları ilk dâr-ı İslâm, müslümanların ilk olarak barındığı ve İslâm medeniyyetinin ilk yayılmaya başladığı Medine-i Münevvere olduğundan müfessirler “ed-dâr”ı, Medine diye tefsir etmişlerdir. İlk önce Ensâr’ın Medine-i Münevvere’yi İslâm ve imana hazırlamaları üzerinedir ki, Resulullah ve diğer muhacirler oraya hicret edip birleştiler ve bu sebeble ona Dâru’l hicre, Arzullah, Medine, Taybe ve Tayyibe isimleri verildi. Ahzâb Sûresi’nde geçtiği gibi eskiden ona veya bulunduğu yere Yesrîb denilirdi. Medine kelimesinin de medeniyet yeri, büyük şehir ve memleket mânâsına geldiği bilinmektedir. “dâr”e bağlıdır. İbnü Âtiyye’nin de dediği gibi mef’ul-i ma’ah olması da mümkündür. Bu durumda bazılarının belirttiği gibi kabilinden olmak üzere gibi bir fiil takdirine ihtiyaç kalmaz. Muhacirlerin içerisinde ensârdan önce iman etmiş olanların bulunduğunda şüphe yoksa da, iman ile Medine’yi hazırlamak yönünden Ensâr’ın öncelik hakkının bulunmasından dolayı buyurulmuştur. Mamafih buradaki onların hicretlerinden önce mânâsını ifade edebileceği gibi, iman ve güvenden evvel anlamına da gelebilir. Bu suretle Ensâr, muhacirlerin hicretinden önce Akabe bey’atıyla vatanları olan Medine’yi dâr-ı İslâm yapmak üzere harekete geçip imana sahip oldular. Kendilerine hicret edenleri severler. Başta peygamber olmak üzere hicret eden o sadıkları gerek zengin ve gerek fakir olsun severler ve bu şekilde dostluklarını gösterirler. Ve onlara verilen şeylerden göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Yani muhacirlere verilen gerek ganimet ve gerek diğer şeylerden dolayı gönüllerinde, bu bize lazımdı, bizim buna ihtiyacımız vardı şeklinde içlerine batacak bir kaygı ve bir üzüntü duymazlar. Kendilerinde bir açıklık yani bir ihtiyaç olsa bile (onları) kendilerine tercih ederler. Burada “îsâr”ın mef’ûlü hazfedilmiştir. Binaenaleyh mef’ûl, muhacirler olabileceği gibi daha genel olma ihtimali de vardır. Yani muhacirlerin yahut mutlak mânâda mümin kardeşlerinin ihtiyacını kendilerininkinden daha önemli ve daha üstün tutarak onları kendilerine takdim ve tercih ederler. Ki bu, ahlâkın, tok gözlülüğünün en yüksek mertebesidir. Nitekim Resulullah Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim etmiş ve Ensâr’dan ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemiş ve buyurmuştur ki: “Dilerseniz mallarınızdan ve evlerinizden muhacirlere pay verir, bu ganimette de onlara ortak olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur, bu ganimetten pay alamazsınız”. Bunun üzerine Ensar “Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır paylaştırılmasında kendilerine ortaklık da etmeyiz.” dediler. müfessirlerin bir kısmı nüzul sebebinin bu olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve daha başkaları Ebu Hureyre’den şu rivayeti nakletmişlerdir: “Resulullah (s.a.v)’a bir adam geldi, “Ya Resulullah! “Bana zaruret isabet etti” yani açlıktan dermansız kaldım.” dedi. Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun.” dedi. Derhal Ensâr’dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı “Ben Ya Resulullah” diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına “Resulullah’ın misafirine ikram et” diye tenbihde bulundu. Hanımı, “Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” dedi. Kocası da ona, “O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah’ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelim.” dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o misafir, Resulullah’ın yanına vardı ve ona, “Bu gece Allah falan ve falandan son derece hoşnut oldu.” dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu âyeti indirdi. “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler.” Hakim, İbnü Merdûye ve Şuab’da Beyhakî, İbn Ömer’den (r.a) şöyle rivayet etmişlerdir: “Resulullah’ın sahabilerinden birine bir koyun başı hediye edildi. O da, “Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.” dedi ve hediyeyi ona gönderdi. O da bir başkasına derken bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihayet yine öncekine dönüp geldi. Bunun üzerine âyeti nazil oldu.” Bunlar, yalnız âyetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerdir. Yoksa Ensâr ve Ashâb’ın böyle nice tercih örnekleri vardır. Hatta Ensârdan iki karısı bulunanlar, karısı olmayan muhacirlerin evlenebilmesi için karılarından birini terk bile etmişlerdi. Yermuk savaşında şehidler arasında son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum suyu bile yanında inleyen arkadaşları arasında nasıl dolaştırdıklarını tarihi bir olay olarak Akif Safahat’ında ne güzel tasvir etmektedir. Her kim de nefsinin şuhhundan, yani hırsından, kıskançlığından ve cimriliğinden korunursa işte onlar felah bulanlardır. Sonunda her türlü engelden kurtulup isteklerine kavuşanlardır. Bu cümle hem ahlâkî bir saadet prensibi, hem de Ensâr’ın ve onların ahlâklarına uyanların övülmeleriyle haklarında bir müjdedir.

Şuhh: Nefsin bahillik ve hasislik dediğimiz kıskançlık huyudur ki, cimrilik bunun fiiliyatındaki görüntüsüdür. Yani nefisde içgüdüsel bir hareketin bulunması haysiyyetiyle ortaya çıkan duruma şuhh, bunun fiilen men edilmesine de buhl (cimrilik) denilir. Rağıb şuhhu, âdet hâline gelmiş hırslı bir buhl diye tarif etmiştir.(1) İbnü Münzir’in hasen’den yaptığı rivayette buhl, insanın kendi elindekini, şuhh da herkesin elindekini kıskanması diye tarif edilmiştir. Abd b. Humeyd, İbn Cerir, İbnü Ebi Şeybe, İbnü Ebi Hatim, Beyhaki, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği gibi İbnü Mes’ud (r.a.)’a bir adam gelmiş ve “Ben korkuyorum ki helâk oldum.” demiş. O da sebebini sorunca, “Çünkü ben Allah Teâlâ’nın “Her kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanlardır.” dediğini işitim. Halbuki ben şahih bir adamım, benden hemen hemen hiçbir şey çıkmaz.” demiş. İbnü Mes’ud da ona, “O, şuhh değil cimriliktir. Cimrilikde de hayır yoktur. Allah Teâlâ’nın âyette zikrettiği şuhh ise, kardeşinin malını zulm yoluyla yemendir.” diye cevab vermiştir. İbnü Münzîr ve İbnü Merdûye’nin rivayetlerinde de İbnü Ömer (r.a.) demiştir ki, “Şuhh, bir adamın malını men etmesi değil, kendisinin sahip olmadığına göz dikmesidir”. Âlûsî bunları naklettikten sonra der ki: “Lugatçıların hiç birinin böyle bir tarif yaptığını görmedim. Bununla murad, cimriliğin son derecesi olmalıdır ki, o sıfatı taşıyan kimse başkasının malına bile kıskançlık gösterir. Başkasının cömertlik yapmasını arzu etmez, ondan sıkılır da yapmaması için çalışır. Yahut o derece hırslı olur ki, mümin kardeşinin malını zulmen yer veya kendisinin olmayan şeylere göz diker. Başkasında olmasını da hoş görmez, kıskanır.” Bu âyetten şuhhun ve ihtirasın son derece kötü görüldüğü anlaşılır. Çünkü felah, yalnız bu sıfattan korunanlara hasredilmiş olmakla, korunmayanların, felâhın dışında kaldıkları anlaşılmaktadır. Bunun kötü bir sıfat olduğu hakkında birçok haber zikredilmiştir. Hakim, Tirmizî, Ebu Ya’le ve İbnü Merduye Enes (r.a.)’den merfuan rivayet etmişlerdir: “İslâm’ı, cimriliğin mahvetmesi gibi hiçbir şey mahvetmez”. İbnü Ebi Şeybe, Nesaî, Beyhakî ve Hakim Ebu Hureyre (r.a.)’den merfuan rivayet etmişlerdir: “Allah yolundaki bir toz ile cehennem ateşinin dumanı bir kulun içinde ebedî olarak bir arada bulunmaz. İman ile cimrilik ve kıskançlık bir kulun kalbinde ebediyyen birleşmez.” Ebu Davud ve Tirmizî garip diyerek “Edeb”de de Buharî ve diğerleri Ebu Said Hudri (r.a.)’den merfuan şu hadisi rivayet etmişlerdir. “İki özellik müslümanın içinde bulunmaz. Bunlar, cimrilik ve kötü ahlâktır.” İbnü Ebi’d-dünyâ, İbnü Adi, Hakim ve Hatib Enes (r.a.)’den rivayet etmişlerdir: Enes demiştir ki, “Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ Adn cennetini yarattı ve ağaçlarını eliyle dikti ve sonra ona konuşmasını emretti. O da “Muhakkak müminler felâha ulaştı.” (Müminûn, 23/1) dedi. Allah Teâlâ da buyurdu ki, “İzzet ve Celâlim hakkı için sende hiçbir cimri bana komşu olamaz.” Sonra da Peygamber (s.a.v) âyetini okudu.” Ahmed b. Hanbel, Edeb’de Buharî, Müslim Beyhakî Câbir b. Abdullah (r.a.)’den rivayet etmişlerdir: “Peygamber (s.a.v) buyurmuştur: “Zulümden sakının çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıktan ibarettir. Şuhh dan da sakının çünkü şuhh, hırs ve kıskançlık sizden evvelkileri helak etmiştir. Onlar birbirlerinin kanlarını döktüler ve haramları helal saydılar.” Daha bunlar gibi birçok haber mevcuttur. Lakin şu da bilinmelidir ki, cimrilikten korunmak, bir kişinin her şeyde cömert olmasına bağlı değildir. Abd b. Humeyd, Ebu Ya’la, Teberanî ve Ziya’ Mücmi’ b. Yahya’dan merfuan rivayet etmişlerdir: “Zekatını veren, misafire ziyafet çeken ve nâibede te’diye eden, yani bir felaket anında yardımda bulunan cimrilikten beri olur.” İbnü Münzir de Hz. Ali (r.a.)’nin dediğini rivayet etmiştir: “Malının zekatını veren nefsinin cimriliğinden korunmuş olur”. İbnü Cerîr et-Taberî, Ebu Heyyac el-Esedi’den rivayet etmiştir: “Ebu Heyyac demiştir ki: “Beyt’i tavaf ediyordum, bir adam gördüm ki o, “Allah’ım beni nefsimin cimriliğinden koru.” diyor, buna başka bir şey ilave etmiyordu. Sebebini sorduğumda da bana, “Nefsimin cimriliğinden korunursam hırsızlık etmem, zina işlemem ve hiçbir (kötü) şey yapmam.” diye cevap verdi. Bir de baktım ki, o zat, Abdurrahmân b. Avf’dır.” İbnü Zeyd de demiştir ki, “Bir kimse Allah’ın yasakladığı şeyi yapmaz ve cimrilik onun, Allah’ın emrettiği şeylerden herhangi birini terketmesine sebep olmazsa, Allah Teâlâ o kimseyi nefsinin cimriliğinden korumuştur. Ve o, felâha erenlerdendir.”

10. Ve şunlar ki onlardan sonra gelmişlerdir. İmana gelmişler, yahut hicret etmişler veya varlık âlemine çıkmışlardır. Ebu Hayyân der ki: “Doğrusu, bu cümlenin yukarıda geçen “Muhâcirin” üzerine atfedilen cümlenin makabline bağlanmasıdır.” Ferrâ da, “Bunlar, ashabın üçüncü kısmı, yani Peygamber (s.a.v)’in son zamanlarında iman ve hicret etmiş olanlardır.” demiştir. Bu durumda daha evvel iman eden Muhâcir ve Ensâr’dan sonra demek olur ki, bunlar sonradan iman etmiş, yahut önceden…iman etmiş ise de, hicrette geç kalmış olanlardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre de bunlardan murad, tabiîn yani Muhâcirler ve Ensâr’dan sonra gelen ve onlara güzellikle tâbi olan bütün müminlerdir. Bu durumda da Muhâcirler ve Ensâr’ın vefatlarından sonra demektir. Âyetin başında yer alan kendinden önce geçen mecrûra bağlanınca ganimetin hükmünde bunların da yukarıdakilere ortak olacakları anlaşılmış olur.” İbnü Cerir et-Taberî, İkrime kanalıyla Mâlik b. Eves b. Hadsân’dan şöyle rivayet etmiştir: “Mâlik demiştir ki; “Ömer b. Hattâb (r.a) “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere….” (Tevbe, 9/60) âyetini sonuna kadar okudu ve “İşte bu âyet, bunlar içindir.” dedi. Sonra “Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah’a, Resulü’ne ve (Peygamberle) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir…” (Enfâl, 8/41) âyetini okudu ve sonra da, “İşte bu âyet de bunlar içindir.” dedi. Daha sonra da âyetinden başlayarak âyetine kadar okudu, sonra da “İşte bu âyet, bütün müslümanları içine almıştır. Hiçbir kimse yoktur ki, onun ganimette hakkı olmasın.” dedi ve arkasından şunu ilave etti: “Eğer ben yaşarsam, herhalde çoban, hayvanlarını yürütürken nasibi kendisine alnı terlemeden gelecektir.”

Buharî, Zeyd b. Eslem’den o da babasından Hz. Ömer (r.a.)’in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Sonraki müslümanlar olmasaydı fethedilen her beldeyi ve köyü Resulullah (s.a.v)’ın Hayber’i taksim ettiği gibi, o fethedilen yerlerin halkı arasında taksim ederdim.” İmam Mâlik “Muvatta” adlı eserinde bunu daha tafsilatlı olarak şöyle rivayet etmiştir: “Zeyd b. Eslem bize babasının şöyle dediğini nakletmiştir: “Ömer’i dinledim diyordu ki, “Sonraki insanlar birşeysiz bırakılmış olmasalardı, müslümanların her fethettikleri beldeleri, Resulullah’ın Hayber’i hisse, hisse taksim ettiği gibi ben de hisse, hisse taksim ederdim.” İbnü Hümâm “Fethü’l-Kadir”de bu rivayeti naklettikten sonra şöyle der: “Bu rivayetin dış anlamı, Resulullah (s.a.v)’ın Hayber’in tamamını taksim ettiğini ortaya koyuyor.” Fakat Ebu Davud’da sahih bir senedle gelen şöyle bir rivayet vardır: “Resulullah (s.a.v) Hayber’i iki kısma ayırdı. Bunun bir kısmı, ansızın meydana gelecek müşkil hadiseler bir kısmı da müslümanlar içindi. Resulullah müslümanlar için ayırdığını on sekiz hisseye taksim etti.” Aynı şekilde Ebu Davud bunu, Muhammed b. Fudayl yoluyla Yahya b. Sa’id’den, o Beşir b. Yesar’dan, o da birçok sahabiden şu şekilde rivayet etmiştir: “Resulullah (s.a.v) Hayber’i otuz altı hisse üzerine taksim etti. Her hisse, toplam olarak yüz eşit payı içine alıyordu.” Yani her yüz adama bir hisse vermişti. Beyhaki’nin rivayetinde de böyle açık bir şekilde zikredilmiştir. Demek ki Resulullah’ın ve Hayber’i fetheden müslümanların hisselerine taksim edilen bunun yarısı idi.

Diğer yarısı da, gelecek elçiler, yapılacak işler, meydana gelmesi düşünülen müşkil hadiseler gibi müslümanların başlarına gelebilecek musibetler için ayrılmıştı. Özetle, Hayber’in yarısı, müslümanlar arasında ansızın ortaya çıkabilecek zor durumlar için ayrılmış demektir. Beytü’l-mal malı denilmesinin mânâsı da budur. Diğer tarikle beyan edildiğine göre bu yarım, Vatih, Ketibe, Selâlim ve Tevâbii idi. Bu sûretle Resulullah’ın koymuş olduğu bu malları işletmeye kâfi işçi mevcut olmadığı için Resulullah bunları muamele yani musâkât (meyvasının bir kısmını almak üzere bir bağı veya bahçeyi verme) ve müzarea (toprağa çalışmaya veya kazanca ortak olmak üzere kurulan ortaklık) usulüyle işletmek ve çıkan gelirlerin yarısını vermek üzere yerli ahalisi olan yahudilere kiralamıştı. Ebu Bekir zamanında da böyle geçti. Ömer’in halifeliği esnasında çalışacak ve işleyecek müslümanlar çoğaldığı için yahudiler Şam’a sürülüp bu arazi müslümanlara taksim edildi. Harb yoluyla fethedilen arazinin askerlere taksim edilmesinin her halde vacib olmadığına şu da delildir ki, Mekke cebren fethedilmişti, halbuki Resulullah Mekke arazisini taksim etmedi: Onun için İmam Mâlik sırf fetih yoluyla arzın müslümanlara vakfedileceği görüşündedir. Bu zât haber ve hadislere pek vakıftı. Burada sulhen fetholundu diyenlerin iddialarına değil, bilakis onların çürütülmelerine delil vardır. İşte Hz. Ömer (r.a) âyetinden âyetine kadar olan bu dört âyetle delil getirerek, gelecek müslümanların yararına beytü’l-mal için bir gelir kaynağı olmak üzere “muvazzaf haraç” (toprak üzerine konulan maktu vergi) koymak suretiyle Irak (Sevâd)’ın arazisini yerli halkın elinde bırakıp, ganimet alanlara taksim etmemiş ve “Kitâbu’l-haraç”da zikredildiği üzere ashâbı şûrasında Zübeyr, Bilal ve Selman gibi taksim fikrinde ısrar edenlere karşı Allah’ın Kitabı’ndan delil getirerek demiştir ki: “Allah Teâlâ buyurduki, “Allah’ın o kent halkından, Resulü’ne verdiği ganimetler, Allah’a, Resul’e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya aittir ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın.” Sonra onu yalnız onlara vermedi, hatta “Hicret eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar. Allah’a ve Resulü’ne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.” buyurdu, sonra onu yalnız onlara da vermedi. Daha sonra da “onlardan sonra gelenler…” âyetini sonuna kadar okudu. İşte bu âyet, gelecekler de dahil olmak üzere bütün müslümanları içine almaktadır. Binaenaleyh bu ganimetlerden bundan sonra gelecek olan müslümanların hak ve yararlarını da gözetmek lazımdır. Bu ise ganimeti taksim etmeyip konulacak harac ve cizye ile mümkün olabilecektir, tarzında hayli uzun bir konuşma yaptı. Sahabiler bunu uygun buldular. Ancak Bilal ve Selman fikirlerinde biraz ısrar etmek istediyseler de, Mebsut’da beyan edildiği şekilde, sonra onlar da görüşlerinden dönüp bunu kabul ettiler. Böylece Irak ahalisi, arazi vergisi olan haraç ile nüfus vergisi demek olan cizye karşılığında bağışlanıp, hür ve İslam Devletinin himayesinde olmak üzere arazilerinde bırakıldılar. “Fethü’l-Kadir”in beyanına göre, arazilerine ister ekilsin ister ekilmesin her dönüm başına bir dirhem ve bir kafiz haraç konuldu. Üzüm bağlarının her dönümüne on, yoncaların her dönümüne ise, beş dirhem takdir edildi. Zengin olanların şahıslarına senede kırk sekiz dirhem, onlardan daha aşağıda olanlara yirmi dört dirhem, bir şeyi bulunmayanlara da on iki dirhem vergi kondu. Bu suretle ilk sene seksen milyon dirhem, ikinci sene ise, yüz yirmi milyon dirhem toplanmış oldu.

İmam Gazzalî, “İhyau Ulumi’d-din” adlı eserinde der ki: “Kendisinde halka yararlı olma sıfatı bulunmayan zengine beytü’l-malın malını sarf etmek caiz olmaz. Âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerse de, doğru olan budur. Gerçi Hz. Ömer’in sözünde her müslümanın İslâm toplumuna katkıda bulunması itibariyle beytü’l-malda hakkı bulunduğunu gösteren bir delil vardır. Lakin bununla beraber kendisi o malı müslümanların hepsine taksim etmiyor sadece bir takım sıfatları kendisinde bulunduranlara paylaştırıyordu. Bu sabit olunca o zaman denilebilir ki, her kim müslümanların menfaatıyla ilgili bir işle görevlendirilmiş olup da, geçimini teminle uğraştığı takdirde o iş boş kalacak olursa, o şahsın beytü’l-malda yeterli miktar bir hakkı vardır. Buna, bütün âlimler dahildir. Yani fıkıh, tefsir, hadis, kırâet gibi dinî ilimlerle ilgilenen ilim erbabı, öğretmenler, müezzinler hatta bu ilimleri tahsil edenler de bu sınıfa dahildirler. Çünkü bunların ihtiyaçları karşılanmazsa ilim talebinde bulunamazlar. Bütün yöneticiler de bundan istifade ederler ki bunlar, dünyadaki dirlik ve düzenlikle ilgilenirler. Ve yine bunlar, memleketi silah ile düşmandan, âsilerden ve İslâm’a karşı çıkanlardan koruyan maaşlı askerlerdir. Aynı şekilde katipler, hesab memurları, vekiller ve harac divanının tertibinde kendilerine ihtiyaç bulunanların hepsi, yani haram olanlar üzerine değil, helal mallar üzerine memur olan maliye memurlarının hepsi de buna dahildir. Çünkü mal, işler içindir. İş de, ya dinle ya da dünya ile ilgilidir. Âlimlerle din korunur. Din ile mülk ikizdir. Biri diğerinden uzak kalamaz. Tabibin bilgisiyle dinî bir hususun ilgisi olmasa bile, bedenin sıhhatı yönünden aralarında bir irtibat vardır. Onun için gerek tabibe ve gerekse, bedenler, yahut beldelerle ilgili işlerde kendilerine ihtiyaç hissedilen ilimlerde tabib yerine konulan kimselere bu mallardan maaş vermek caiz olur ki, ücretsiz olarak müslümanları tedavi etmek için vakit ve imkan bulabilsinler. Bütün bu sayılanlar hakkında ihtiyaç şartı da yoktur. Onlara zengin oldukları halde bile verilebilir. Çünkü Raşid Halifeler, Muhâcir ve Ensar’dan ihtiyaç sahibi olmayanlara dahi verirlerdi. Aynı şekilde belirli bir miktar verme şartı da yoktur. Bu, devlet başkanının ictihâdına bırakılmıştır. Halin gereğine ve malın durumuna göre zengin edecek, yahut yeterli olacak miktar vermek ona aittir.

Âyette, sonra gelenler mutlak bırakılmamış, halleri şu şekilde beyan edilmiştir. Derler, şöyle dua ederler: Ya Rabbi bizleri bağışla bizden önce iman ile geçmiş olan kardeşlerimize ve iman etmiş olanlara kalblerimizde hiç kin tutturma. Rabbimiz hiç şüphe yok ki, sen Rauf’sun, Rahim’sin, yani esirgemen çok, iman ile çalışanlar hakkında rahmetine nihayet yok. Onun için duamızın kabulü ile günahlarımızın bağışlanmasını rahmet ve esirgemenden ümit etmekteyiz.

Önceki âyette geçtiği gibi bu âyette de bazıları, nin mübtedâ nin haber olup, “vâv”ın müfredleri değil, cümleyi bağladığını söylemişlerdir. Bağlanmanın müfred kabilinden yapıldığı önceki durumda ise, başlangıç cümlesi, yahut nun fâilinden haldır. Her iki takdirde de, bunların bağlanmaları ve beyanları önemlidir. İbnü Merduye rivayet etmiştir ki: “İbnü Ömer (r.a) bir adamı bazı Muhâcirler’e dil uzatırken işitti de onu yanına çağırdı ve ona (Haşr, 59/8) âyetini okudu. Sonra da, “İşte bunlar, o Muhâcirler’dir. Sen onlardan mısın?” diye sordu. O da, “hayır” cevabını verdi. Ardından (Haşr, 59/9) âyetini okudu ve “İşte onlar, Ensar’dır. Sen onlardan mısın?” dedi. O da, “Hayır” dedi. Daha sonra da (Haşr, 59/10) âyetini okuyup ona, “Sen bunlardan mısın?” dedi. O da cevaben, “Ümid ederim.” dedi. İbnü Ömer, “hayır vallahi onlara söven onlardan olamaz.” dedi.” İmam Mâlik de bu âyeti delil getirerek demiştir ki: “Sahabeden biri hakkında kötü söz söyleyen veya buğzeden kimsenin ganimetten nasibi yoktur.”

Görülüyor ki burada “Muhakkak müminler kardeştirler.” (Hucurât, 49/10) âyetince müminlerin kardeşliği gereğine, yani imanın sonucu olarak birbirlerini sevmeleri, büyüklerine hürmet göstermeleri ve insanlık icabı meydana gelen kusurlarına bakmayıp, kendileri gibi bağışlanmalarına dua etmeleri ve hiç bir mümine kin beslememeleri lüzumuna tenbih edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten maksad, “Peygamber (s.a.v) size ne verdiyse onu alın..” (Haşr, 59/7) âyetince bu ahlâka uymayı, bir hareket tarzı kabul etmektir. Bu ise, iyiliği emredip, kötülükten sakındırma vazifesini ihmal etmek değil. “İnanan erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler..” (Tevbe, 9/71) âyeti gereğince müminliğin alâmeti olan, o vazifenin yerine getirilmesinden memnun olup, “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın ve Allah’tan korkun.” (Mâide, 5/2) âyetine göre yardımlaşmak “Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler..” (Asr, 104/3) âyetindeki tavsiyeye sarılmaktır.

Bu suretle tabaka tabaka müminlerin güzelliklerine işaret buyurulduktan sonra münafıkların hallerine dikkat nazarlarını çekmek için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

11. Münafıkların, kitap ehlinden inkar eden dostlarına “Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz.” dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder.

12. Andolsun eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.

13. Onların kalblerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.

14. Onlar toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalbleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.

15. (Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, ahirette de kendileri için acı bir azab bulunan kimselerin (Bedir’de cezalarını bulan putperestlerin) durumu gibidir.

16. (Yahudileri kandıran münafıkların durumu da) tıpkı şeytanın durumuna benzer ki insana “İnkâr et.” dedi, (insan) inkar edince de: “Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım!” dedi.

17. Nihayet ikisinin sonu, ebedi olarak ateşte oldu. Zalimlerin cezası budur.

11. “Görmedin mi o münafıklık yapanları?” Benî Avf’den Abdullah b. Übeyy b. Selûl, Vediatü’bnü Mâlik, Süveyd ve Dâis gibi bazı münafıklar Beni Nadir’e haber göndermişlerdi. İşte söz konusu âyetin bu sebeble nazil olduğunu İbnü İshak, İbnü Münzir ve Ebu Nuaym İbnü Abbas’tan rivayet etmişlerdir. Bu âyetlerin mânâlarına bakarak bunların önce olayın meydana geldiği esnada nazil olup, münafıkların o sıradaki gizli haberlerini Peygamber (s.a.v)’e ulaştırdıkları söylenebilir. Onun içindir ki, mazi sigasıyla denilmeyip hal ve devamlılık ifade eden muzâri sigasıyla zikredilmiştir. O münafıklar diyorlar ki: Kitab ehlinden o kâfir olan kardeşlerine, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri veya sıkı fıkı konuştukları dostları olan o kâfirlere diyorlar, yahut diyorlardı ki vallahi siz çıkarılırsanız mutlak ve muhakkak biz de beraberinizde çıkarız yani biz de yurtlarımızı ve mallarımızı bırakır sizinle beraber gideriz ve sizin hakkınızda ebediyyen kimseyi dinlemeyiz. Yani sizi çıkartmamak için her türlü itaatsizliği, isyanı göze alırız. Şayet sizin çıkmanıza mani olamazsak herhalde biz de beraber çıkarız ve çıkmamıza mani olacak kimseleri asla dinlemeyiz. Ve şayet sizinle mukatele yapılacak, harb edilecek olursa vallahi size mutlak ve muhakkak yardım ederiz. Savaşta düşmanlarınıza karşı sizden taraf oluruz, sizinle beraber biz de onlarla çarpışırız diye yemin ederek söz veriyorlardı. Halbuki Allah şehadet ediyor ki onlar muhakkak yalancıdırlar, o münafıklar kesinlikle yalan söylüyorlar. Söyledikleri bu sözler, verdikleri vaadler, fikirlerine uygun olsa bile gerçeğe uygun olmayacaktır. Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiç birini yapmayacaklardır.

12. Yani yemin olsun ki o kardeşleri çıkarılırlarsa beraberlerinde münafıklar çıkmayacaklardır. Evvela “Eğer siz çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız.” demeleri bile yalandır. Sonra yine yemin olsun ki, onlarla savaşılsa onlara yardım da etmeyeceklerdir. “Eğer sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım ederiz.” demeleri de yalandır. Hakikaten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar. Allah Teâlâ’nın şehadeti vechiyle yalancı oldukları ortaya çıkmış oldu. Ve faraza yardım ederlerse, muhakkak arkalarına döneceklerdir. Müminlerin karşısında dayanamayacaklardır. Sonra o dönen münafıklara veya yardım etmek istedikleri yahudilere, hiçbir taraftan yardım olunmayacaktır. Helaktan ve Allah’ın azabından kurtulmayacaklardır.

13. Herhalde onların sinelerinde, yani yüreklerinde Allah’tan fazla sizin korkunuz vardır. Onlar, gizli ve açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah Teâlâ’dan sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münafıklık ediyorlar. Kimseye itaat etmeyiz deyip sizden çekiniyorlar ve size karşı müslümanlık iddiasında bulunuyorlar. Bu, yani Allah’tan ziyade sizden korkmaları onların anlamayan bir topluluk olmalarından, Allah’ın büyüklüğünü ilim ve kudretinin genişliğini bilmemelerindendir.

14. Onlar toplu olarak, yani münafıklar ve o kâfirler, hepsi birlikte toplanarak sizinle çarpışamazlar ancak sağlam mevkilerde, kale ve siper gibi icabında sığınmak için sağlam yapılmış sığınaklı köyler ve kentlerde yahut duvarlar arkasında: Surlar, hisarlar ve siperler içinde saklanarak harp ederler. O halde harb olunca onlardan korkmamak, onları oralardan çıkarmak veya içlerinde yakalamak için “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın…” (Enfâl, 8/60) emri gereğince kuvvet, alet ve vasıta hazırlamak, bununla beraber sûrenin başında zikredildiği gibi, o alet ve vasıtalara güvenmeyip yalnız Allah’a kalbi bağlamak gerekir. Bir na’tında Nazîm der ki:

Hükmün yürütür aşk vuhûş ile tuyûra

Yok emrine serkeşlik eder mâde vü nerde

Bî zûr-i sipeh aşk eder âlemi teshir

Ne zirh ü ne migferde ne tig u ne siperde.

“Aşk, vahşi hayvanlar ve kuşlara da hükmünü yürütür.

Aşkın emrine ne erkek ne dişi karşı çıkamaz.

Asker gücü olmaksızın aşk, âlemi büyüler.

Ne zırh, ne miğfer, ne kılıç ne de siper.”

Beisleri aralarında şiddetlidir. Be’s güç, kuvvet, hızlı savaş, sıkıntı ve azab gibi bir kaç mânâya gelir. Burada müfessirler üç mânâ üzerinde durmuşlardır.

1- Onların kuvvetleri, harp ve vuruşları kendi aralarında şiddetlidir. Yani kuvvet ve yiğitlikleri birbirleriyle çarpıştıkları zamandır. Yoksa Allah için cihad eden müminlerin karşısında harb meydanına çıkacak olurlarsa, o kuvvet ve şiddetleri zayıflık ve yenilgiye dönüşür. Onun için sizinle meydan harbinden kaçar, sığınak ve siperlere girerler.

2- Mücâhid’den yapılan rivayete göre de, onların kuvvet ve şiddeti, kendi aralarında harb lakırdısı ettikleri esnadadır. Yani bir araya toplandıkları zaman birbirlerine şöyle asarız, şöyle keseriz, şöyle biçeriz gibi yiğitlik ve kuvvet taslayarak laf ederler, tehdit savururlar fakat siperler, duvarlar arkasından meydana çıkamaz, sinerler. Onun için şiddetleri kendi aralarındadır. Hakiki müminlere karşı değildir.

3- İbnü Abbas da şöyle nakletmiştir: “Bunun mânâsı, birbiriyle sevişmezler, boğuşup dururlar, dahili durumları perişandır.” Buna göre şu izah onun tefsiri demektir. Sen onları toplu sanırsın halbuki kalbleri dağınıktır. Her biri başka havada, başka arzu peşinde, kendi zevk ve duygusuna göre ayrı fikir ve görüşte perişandır. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Fırsat buldukça birbirlerine karşı hıyanet ederler. Böyle bir ordu ise dışardan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, hakikatte o bir ordu ve topluluk değil, cüzleri arasında birleşme ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi hafif rüzgarla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibaret demektir. “Şettâ”, dağınık ve perakende mânâsını ifade eden “Şetît”in çoğuludur. Merîz Merzâ gibi. Bu dağınıklık onların akıllarını kullanamaz bir topluluk olmaları sebebiyledir. Sırf dünya muhabbetiyle nefislerinin şehvet, arzu ve duyguları arkasından gittiklerinden akılları kalmaz, makul hareket etmezler ve hakkı tanımazlar. Böylece tefrika, kalblerin dağınıklığı, Allah’tan başkasından korkmak, sadakat ve fedakârlık göstermemek gibi sıfatları taşırlar. Bunun, kendilerini zayıf duruma düşüreceğini ve kuvvetlerini perişan edeceğini aklen bilseler bile, yine de onun gerektirdiği tarzda hareket edemezler. Çünkü hakkı sevmezler, onun için de cezasını çekerler.

15. Kendilerinden az önce geçenler gibi, Bedir’dekiler veya Benî Kaynuka yahudileri gibi ki işlerinin, yaptıkları küfür ve isyanın günahını tattılar. Ahirette de kendilerine elîm bir azab vardır. Vebâl, otlağın otunun ağır olması demektir. Otu çok ağır ve tehlikeli olan otlağa “keleün vebîl”, “mer’an vebîl” denilir. “Keleün vebîl”, mutlak ağırlık (hazımda zorluk) ve tehlike, “mer’an vebîl” ise, çekilmez kötü sonuç mânâsına mecaz olmuştur. Dilimizde her iki mânâ da yaygındır. Vebâlin, ağır günah anlamında kullanılması da bundandır. Beni Kaynuka vakasını İbnü Kesîr, “el-Kâmil” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: “Resulullah (s.a.v) Medine’ye hicret ettiği zaman yahudilerle bir antlaşma yapmıştı. Bedir’den galibiyetle döndüğü zaman kıskançlık ettiler. İlk defa Beni Kaynuka yahudileri kıskançlık gösterip andlaşmalarını bozdular. Resulullah (s.a.v) onların bu kıskançlıklarını işittiği zaman kendilerini Beni Kaynuka çarşısına topladı ve dedi ki: “Kureyş’in başına gelenlerden sakının, İslâm’a girin. Çünkü benim Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu anladınız.” Bunun üzerine, “Ya Muhammed! Harb etmesini bilmeyen bir kavimle karşılaştın da onlardan bir fırsat yakaladın. Sakın buna aldanma!” dediler. Peygamber’le aralarındaki andlaşmayı ilk defa bozan bu yahudiler oldular. Bir gün müslüman bir kadın Beni Kaynuka çarşısına gitmiş, zinet eşyalarından bir şey için bir kuyumcunun yanında oturmuştu. Bu sırada onlardan bir adam kadının yanına gelerek (habersizce) fistanını arkasından sırtına kadar kesmişti. Kadın farkına varmadan aniden kalkınca avret mahalli açılıvermiş bundan dolayı da üzerine gülmüşlerdi. Bunun üzerine müslümanlardan birisi de o adamı vurup öldürmüştü. Olayı öğrenen Beni Kaynuka yahudileri hemen Resulullah’a karşı ahidlerini bozup, yahut bozduklarını ilân edip kalelerine girdiler ve siperlere çöktüler. Resulullah (s.a.v) da hareket edip onları on beş gün muhasara altında tuttu. Nihayet Peygamber’in hükmüne teslim olarak kaleden indiler. Kolları arkalarına bağlandı, zira öldürüleceklerdi. Bunlar Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler. Abdullah b. Übeyy b. Selül kalkıp onların hakkında Hz. Peygamber’le konuştu. Resulullah hiç cevap vermedi. Abdullah elini Peygamber’in yakasına koydu. Bundan dolayı Peygamber’in yüzünde kızgınlık alâmeti belirmişti. Abdullah’a “Bırak!” dedi. O da, “Üç yüz silahlı, dört yüz silahsız dostumu bana bağışlayıncaya kadar bırakmam. Bunlar, Benî Ahmer ve Esved’e karşı müdafaada bulundular. Vallahi bir karışıklık olmasından korkarım.” dedi. Bunun üzerine Resulullah da, “Haydi senin olsunlar, Allah onlara lanet etti, oradan çıkartın ve sürün.” dedi. Abdullah da beraberce lanet etti. Böylece yurtlarından çıkarıldılar, malları müslümanlara ganimet olarak kaldı. Ancak arazileri yoktu, çünkü kuyumcu idiler. Ensâr’dan Übâde b. Samit onları çıkarıp Zebbâ’ya kadar götürdü. Sonra oradan Şam tarafına, Ezriat’a kadar gittiler. Orada da çok kalmadan tarih sahnesinden silindiler. “İşte Beni Nadir’den az önce geçenler ve yaptıklarının vebâlini tadanlar, Bedir’den sonra bu topluluktur. Bunlar hicretin yirminci ayında Şevvâl içerisinde sürülmüşlerdi. Beni Nadir olayı da hicretin dördüncü senesi Rebiu’l-evvel ayında olmuştu. Bu, yahudilerin hali idi. Münafıkların durumu da şöyle temsil ediliyor.

16. Şeytanın meseli gibi darb-ı mesel olmuş, hayret verici hali gibi hani bir vakit insana küfret demişti. Bir âmir durumunda onu küfre teşvik etmişti o insan küfredince de, şeytan çekilivermiş haberin olsun, “Ben senden beriyim.” demişti. Yani senin bulaştığına bulaşmam, sorumluluğuna iştirak etmem çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Küfür et diye emir verirken korkmamıştı da, aldatıp belâya soktuktan sonra azabı hatırlayarak korkacağı tutmuş, “Ben karışmam ne halt edersen et” diyerek savuşuvermişti ki bu da bir şeytanlıktı. Münafıklar da böyle yapmışlardı ve böyle yapmaktadırlar. Ebu Hayyân der ki: “Şeytanın ben Allah’tan korkarım demesi, bir riyâ idi ki, bu korku, onu insanları fenalığa sevketmekden alıkoymuyordu.” Müfessirlerin çoğu, buradaki şeytan ve insandan maksadın şeytan ve insan cinsi olduğu görüşündedirler. Buna göre uzaklaşma, kıyamet günü olacak demektir. “çünkü ben Allah’tan korkarım.” Sözünün dış anlamına en uygun olan mânânın da bu olduğu söylenmiştir. Bazıları da demiştir ki, şeytan ile murad, iblis, insan ile murad da Ebu Cehl’dir. Zira Enfâl Sûresi’nde geçtiği üzere “Şeytan onlara, ‘Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, ben de sizin yanınızdayım’ demişti…” (Enfâl, 8/48) sonra da çarpışma başlayınca “Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğiniz (gerçeği) görüyorum, ben Allah’tan korkarım..” (Enfâl, 8/48) deyip sıvışmıştı. Mamafih bu konuda darb-ı mesel haline gelmiş bir kıssa da nakledilmektedir. Ahmed b. Hanbel, Zühüd’de, Buharî Tarih’de, Beyhakî Şuab’da, Hakim ve daha başkaları Hz. Ali (r.a.)’den şöyle nakletmişlerdir: “Ermişlerden biri kendi köşesinde ibadet ederdi. Günün birinde bir kadına bir hal ârız olmuş, kardeşleri de onu, o ermiş kişinin yanına götürüp bırakmışlardı. Kadın bu zâtın hoşuna gitmiş ve tutup onunla zina etmişti. Bunun üzerine kadın hamile kalmış, derken şeytan bu zâtın yanına gelerek, “Sen bu kadını öldür, şayet durumu öğrenirlerse rezil olursun.” dedi. Böylece adam kadını tutup öldürdü ve bir yere gömdü. Sonra kadının kardeşleri gelip adamı yakaladılar, götürürlerken şeytan yine gelerek, “Onu sana hoş gösteren bendim, şimdi bana secde edersen seni kurtarırım.” dedi. Bunun üzerine adam ona secde etti, sonra da şeytan ondan uzaklaşıp, dediğini dedi. İşte âyeti buna işaret etmektedir.”

17. Sonra her ikisinin de ebedi olarak ateşte kalmaları kendilerinin akıbetleri oldu. Çünkü birisi âmir tavrıyla küfre teşvik etmiş, diğeri de tutup yapmıştı. Demek ki âmirin Allah’a karşı isyan emri yapıldıktan sonra kendisine emredileni de sorumluluktan kurtaramaz. Eğer bu isyan küfür ise, cezası ebediyyen cehennemdir. Ve işte bu, yani cehennem ateşinde ebedî kalmak yalnız o ikisine mahsus değil bütün zalimlerin cezasıdır. Zulmü iyi veya mübah gören gerek âmir, gerek memur bütün haksızların cezası, sonsuza kadar cehennemde kalmaktır. Çünkü zulmü helal saymak da küfürdür.

Bu suretlle münafıkların, kâfirlerin ve zalimlerin halleri anlatıldıktan sonra, o kötü sonuçtan müminleri korumak için Allah Teâlâ buyuruyor ki:

Meâl-i Şerifi

18. Ey inananlar, Allah’tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah’tan korkun; çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

19. Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın onlar, yoldan çıkan kimselerdir.

20. Cehennem ehli ile cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli kurtularak isteklerine erişenlerdir.

21. Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.

22. O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyen bağışlayandır.

23. O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

24. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlib olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.

18. Ey Allah’a, Resulüne ve ahiret gününe inanıp iman şerefi ile müşerref olmuş bütün müminler! Hep Allah’tan korkun. Nifaktan, münafıklardan, küfürden, kâfirlerden, zulümden, zalimlerden ve şeytanın şeytanlığıyla o kötü akıbete düşmekten sakınıp Allah’ın korumasına sığının da, her işinizde O’nun emir ve nehyini tutarak azabından korunun ve her nefis yarın için, yani kıyamet günü için ne hazırlamış, Allah’a ne takdim etmiş olduğuna baksın. Hesab sorulmadan önce nefsini muhasebeye çekip kendi hesabına nazar etsin. Kıyamet gününe “yarın” denilmesinin iki anlamı olduğu ifade edilmiştir. Birincisi, yarının dünden yakın olması itibariyle kıyamet yarın olacakmış gibi telakki edilerek çalışmaya teşvik etmek demektir. İkincisi de, Rahmân Sûresi’nde geçtiği üzere Allah katında zamanın, birisi teklif zamanı olan dünya devri, diğeri de ceza ve mükafat zamanı olan ahiret devri olmak üzere iki günden ibaret olduğuna işarettir ki, buna göre bugün dünya, yarın ahiret demektir. Bununla beraber âyet, insanın her gün korunmak için yarına faydalı olacak ne iş yaptığını düşünmesinin gerekli olduğunu da hatırlatmaktan uzak değildir. “Allah”tan korkun!” Bu cümle dış anlamı itibariyle öncekini te’kid etmek için tekrar edilmiş gibi görünmektedir. Fakat önceki Allah sevgisiyle emirlerin, vazifelerin yerine getirilmesi, bu ise Allah korkusuyla yasaklanan şeylerden, fenalıklardan sakınılması durumunu göstermesi itibarıyla farklılık arzetmektedir. Yani Allah’tan korkun da kötülük yapmayın ve korunmazlık etmeyin. Çünkü Allah, her ne yaparsanız haberdardır, yarın ona göre ceza veya mükafat verecektir.

19. Ve öyle kimseler gibi olmayın ki Allah’ı unutmuşlar, Allah’tan korkmaz, hukukunu tanımaz ve O’nun sonsuz korumasından yardım dilemez olmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Sarhoş gibi ne yaptıklarını bilmezler. İnsan nefsinin, beşer hukukunun kıymetini anlamaz, âdi şeylere tapar ve insanlığı zelil ederler. Ayrıca kendilerini kurtaracak hayır ve hesanâtı düşünmez, azabdan koruyacak işler yapmaz ve yarın için bir şey hazırlamaz olmuşlardır. Netice olarak denilebilir ki, onlar kıyamet günü öyle dehşetli trajedilere maruz kalırlar ki, kendilerinden geçerler. Hatta ruh yoktur deyip duranlar dahi, böyle kendilerini unutmuş, insan varlığının en mühim ayırıcı unsurunu teşkil eden şuur nimetini kavrayamamış kimselerdir. İnsanın kendisini hissetmesi fıtrî olduğu için şuurdan, şuurun hukukundan ve onun Allah’a bakan yönünden gaflet edenlerin fıtratı bozulmuş kimseler olduklarına tenbih için unutmak ile ifade edilmiştir. İşte onlar, fasıklardır. İtaattan çıkıp isyana dalmış, insanlık kıymeti kalmamış, fıskta tekâmül etmiş ve bozulmuş bir topluluktur. Müminler bunlara benzememelidir.

20. Cehennem ashabı ile cennet ashabı müsavi olmazlar. Yani Allah’ı bırakıp da günaha dalmış o fasıklar beyan edildiği gibi, cehennem ateşinde kalmayı hak etmişlerdir. Allah’tan korkup korunanlar ise, cennete müstehaktırlar. Cehennemliklerle cennetlikler ise, denk olmazlar. Fazilet ve üstünlüğün hangi tarafta olduğuna gelince: Kurtulanlar ancak cennet ashabıdır. Tehlikeden kurtulmuş büyük murada ermişlerdir. Müminler, böyle bir tehlikeden kurtulup o büyük murada ermek, o fazileti kazanmak için günahlardan korunarak ve azabdan sakınarak çalışmalıdırlar. Ayrıca her gün, yarına ne hazırladıklarına bakıp hesab etmeli ve Allah’ı unutup da kendilerine yazık ederek ateşte kalacak fasıklar ve zalimler gibi olmamalıdırlar. Onun için de bu nasihatlere, Allah’ın emir ve nehiylerine iyi dikkat etmelidirler.

21. Biz bu Kur’ân’ı yani iman ile okunup amel edilmesi için indirmiş olduğumuz bu büyük, şanlı Kur’ân’ı biz azimü’ş-şân (şânı yüce olan) eğer bir dağın üzerine indirseydik herhalde sen onu, o dağı Allah korkusundan çatlayarak başını eğmiş görürdün, o kaskatı dağ, o derece müteessir olur ve Allah’ın emirlerine saygı ile çatlayıncaya kadar itaat edip secdelere kapanırdı. Fakat Ahzâb Sûresi’nin sonunda bulunan “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik..” (Ahzâb, 33/72) âyetinde geçtiği üzere, gökler, yer ve dağlar ilk teklifte emanetin ağırlığından yılarak yüklenmekten çekinmişti de onu, insan yüklenmişti. Bundan dolayı kitab indirilmesine dağların ne kabiliyetleri vardır, ne de ihtiyaçları, ihtiyaç insanlarındır. Onun için Kur’ân da, bir dağ üzerine indirilmedi, insanlar için Hz. Muhammed (s.a.v)’in kalbine indirildi. Hem öyle beliğ ve tesirli bir suretle indirildi ki, faraza büyük bir dağ üzerine indirilmiş ve dağa öyle bir şuur verilmiş olsaydı, göğe doğru başkaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün katılığına rağmen Allah korkusu altında her türlü itaatsızlığı bir kenara atarak çatlayıncaya kadar İlâhî emirlere boyun eğer ve son derece etkilenirdi. Binaenaleyh akıl ve şuur kabiliyyeti ile emaneti yüklenen bir taraftan cehennem ateşi, diğer taraftan cennet nimetleriyle kuşatılmış, istikbale doğru gitmekte olan insanların bundan daha fazla etkilenmesi ve uyanık olmaları gerekirken, o çok zalim ve çok cahil insanlar bundan müteessir olmuyor ve Allah’a saygı duymuyorlar, ayrıca Allah’ın hukukunu, nefislerinin vazife ve istikbalini unutmuş, iyilik ve kurtuluş yollarını düşünmez olmuşlardır. Zemahşeri ve Ebu Hayyân’ın da içinde bulunduğu birçok müfessire göre söz konusu bu âyet de, (Ahzâb, 33/72) âyeti gibi temsil kabilindendir. Maksadı, insanların kalblerindeki katılık ve etkisizliğe karşı onları uyarmaktır. Nitekim şöyle buyurulması da buna işaret etmektedir. Ve işte bu meseller, yani gerek bu âyet ve bu sûredeki ve gerek Kur’ân’ın diğer yerlerindeki bu çeşit temsiller, yahutta mübtedâ, haber olduğuna göre, bunlar, birtakım temsillerdir. Veya ibret alınması için daima hatırda tutulacak ve dilden düşürülmeyecek misallerdir ki, biz onları insanlar için yapıyoruz. İnsanların düşünüp istifade etmeleri için meydana getiriyor ve tasvir ediyoruz. Düşünsünler diye, yani hissî örneklerden, fikrî ve makul mânâlara geçip geçmiş ve geleceklerini düşünsünler, Allah’ın büyüklüğünü ve kudretini anlayarak yarın için ona göre hazırlanıp korunsunlar diye. Fikir, görgü ve bilgileri bir tertibe koyup bildiğinden bilmediğini anlamak, sonu önceye bağlamak demektir. Görülüyor ki, bu âyeti, sûrenin baş tarafında yer alan âyetin mânâ yönünden tamamlamaktadır. Onun için bu hatırlatma ile güzel bir va’z ve nasihat yapıldıktan sonra, Allah Teâlâ’nın birliğini, ilim ve rahmetiyle şanını ve yüceliğini bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak, sûrenin son kısmını baştarafına bağlamak üzere buyuruluyor ki:

22. O öyle bir Allah’tır ki, bütün kemal sıfatlarını zâtında toplayan, varlığı gerekli ve uluhiyyet kendi hakkı olan en yüce zâttır ki O’ndan başka ilâh, yani tapılacak tanrı yoktur. (Bütün ilâhî isimlerin toplayıcısı, zât ismi olan Allah adı hakkında, Fâtiha Sûresi’nin başında besmelenin tefsirinde geçen açıklamaya bkz.) O Allah, gaybı da bilir şehadeti de. Gayb iki ayrı anlamda kullanılır. Birincisi, mutlak gayb, diğeri izâfi gaybdır. Mutlak gayb: Hiçbir mahlukun ne duyumlarının ne de bilgisinin ulaşamadığı gayba denir. İzâfî gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybdır ki bu, onlara göre gayb demektir. Burada ilk akla gelen ise mutlak gaybdır. Çünkü âyetteki ahd için değil istiğrâk içindir. Övgü makamı bunu gerektirdiği gibi, diğer âyetlerde ifade edilen ismi de, buna delildir. Şu halde söz konusu gayb, ister vacib ister mümkün olsun, ister mevcut olmasın ve isterse varlığı imkansız olsun Allah için müsavidir. Rağıb der ki: “Şuhûd ve şehadet gerek göz ve gerek sezgi ile olsun, görmekle beraber bir mekânda bulunmak mânâsını ifade eder.” Bazen de yalnızca hazır bulunmaya denir. Ancak sırf hazır olmaya şuhûd-i evlâ, müşâhede ile beraber hazır olmaya da, şehadet-i evlâ denilmektedir. Buna göre âyetteki şehadetten maksad, yaratıkların göz veya sezgi ile müşâhede edebileceği âlem demektir. Şüphe yok ki gaybı bilenin şehadeti bileceği evleviyetle mümkündür. Bununla beraber “Bu kitab da ne oluyor, ne küçük, ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor!..” (Kehf, 18/49) kabilinden saymanın tamamiyle açıklığa kavuşması için ikisi de zikredilmiştir.

O, hem Rahmân’dır hem Rahîm’dir. (Bu iki sıfatla ilgili Fâtiha’nın başında besmelenin tefsirinde açıklama geçmişti. Oraya bkz.) Burada da şöyle özetleyebiliriz: Bu iki sıfat, iki çeşit rahmete delâlet eder. Birisi, Rahmet-i Rahmâniyye, diğeri de Rahmet-i Rahîmiyye’dir. Rahmet-i Rahmâniyye, hiç bir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan başlangıçta bahşedilen ilâhi rahmettir ki, mümini de kâfiri de, çalışanı da, çalışmayanı da kapsamaktadır. Mesela, başlangıçta var olma bu rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl vesâire gibi nimetler verir. Rahmet-i Rahîmiyye ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyye’yi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf fazilet olan yüksek derecesinin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte dinin, takvanın, çalışma ve gayretin önemi bu sebebledir. Onun içindir ki yani “Rahmân, dünya ile Rahîm ise ahiretle ilgilidir.” denilmiştir. Buna göre Rahîm sıfatı, imanlı ile imansızı, iyi ile kötüyü, korunanla korunmayanları ayırd ederek iyileri sonuçta mükafat ile murada erdirmek mânâsını ifade ettiği için, ona mukabil Rahmet-i Rahmâniyye’yi kötüye kullanmış kişilerin de mahrumiyyet ve ceza göreceklerini ihtivâ eder ki bu anlam, sonraki âyette sayılan vasıflarla izah edilmiş olacaktır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü ve kudretini beyan ile Allah korkusunun gereğini ispât konumunda gelen bu âyetler, korkudan önce sevgi ve ümid hislerini uyandıracak olan bu rahmet âyeti ile başlamıştır. Ancak ilim rahmetten, vahdâniyyet (Allah’ın birliği) de ilimden önce zikredilmiştir. Çünkü Rahmet-i Rahîmiyye’nin gizli ve aşikâr hiçbir mükafatı zayi etmeyecek tarzdaki güzel cereyanı, ilim sıfatının mükemmelliğine dayalı olduğundan, sübûtî sıfatlardan sayılan ilim sıfatının kemalini gösteren “gaybı ve görüneni bilir.” vasfı, fiilî sıfatlardan olan rahmet sıfatını gösteren er-Rahmân, er-Rahîm vasıflarından önce zikredilmiştir. İlim sıfatının bunları temin edecek şekilde kemali ise, her türlü hükmünde ortaklık ve aykırılıktan uzak olarak zât, sıfat ve fiillerde tevhide dayalı olduğu için selbi sıfatlardan olan vahdâniyyet sıfatı da ondan evvel getirilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki, selbi, sübûtı ve fiili sıfatların mercii olan zâtın varlığı da “Allah” ismi ile hepsinden önce zikredilmiştir. Yukarıda da zikredildiği gibi korku, mutlak ürküntüden ibaret olan bir korku olmayıp, sevgi ve hürmet ile beraber olan saygılı bir korku olduğu için, evvela ilâhî rahmetin, “Rahmetim gazabımı geçti.” kudsi hadisi gereğince ilâhî gadabı geçtiğini gösteren bu âyette önce korkunun birinci esası olan hürmet ve saygı hissi uyandırılmak üzere şevk ve ümidle sevgi coşturulmuş, sonra da korkunun ikinci esası olan ve Rahmet-i Rahîmiyye’nin mânâsı içinde bulunan sorumluluk ve korku hisleri de yine aynı ümid ve şevk prensipleriyle beraberce telkin edilmek üzere buyurulmuştur ki:

23. “O Allah’tır ki kendisinden başka ilâh yoktur.” Her şeyden önce bu cümle, Hakk’ın zâtına ve tevhid emrine son derece önem vermek ve itina göstermek maksadıyla tekrar edilmiştir. Evet korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah, öyle bir Allah’tır ki, hakikatte O’ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. Mülkün sahibi, bütün eşyanın mülk ve hükümdarlığı O’nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy, idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükafat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegane saltanat sahibi O’dur. “Mülk elinde bulunan Yüce Allah, kutludur.” (Mülk, 67/1). Öyle melik ki, Kuddüs, gayet mukaddes her türlü kusurdan münezzeh (uzak), her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz demektir. Öyleki Selam, her selametin kaynağı, kendisi ayıbdan, kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden sâlim olduğu gibi, selamet umulan, selamet arayanları selamete erdirecek olan da O’dur. Mümin, iman, emniyet ve güven verici, şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere iman, korku içinde olanlara emniyet veren ve verecek olan da O’dur. Müheymin görüp gözeten, her şeye şahid olan koruyan ve bekçilik eden de O’dur. (Bu “Müheymin” kelimesi hakkında Mâide Sûresi’nde geçen (Mâide, 5/48) âyetinin tefsirine bkz.) Aziz yani gayet izzetli, onurlu ve şanlıdır. Hiçbir şekilde mağlup edilmez, her işinde gâlibdir. Yahut eşi benzeri yoktur ve gayet yüksektir. Yani . “Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.” (İhlâs, 112/4) âyetinde ifade edildiği gibidir. Yahut dilediğini yapan yani (Hûd, 11/108). Bununla beraber alçaklığı, ahlâksızlığı, küfür, zulüm, fesad, isyan ve küfran gibi fenalıkları sevmez. Cebbâr, yukarıda da geçtiği üzere cebr’den mübalağalı ism-i fâildir. Yani çok cebredici mânâsını ifade eden Cebbâr vasfında başlıca iki mânâ vardır. Birincisi, cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Nitekim “Cebr-i mafat etti.” denilir ki, zâyi olanı yerine getirdi, telafi etti demektir. Bu mânâda Cebbâr ismi halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hakim mânâsını ifade eder. Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ’ya Cebbâr ismini vermenin bu anlamda olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce zâttır. İkincisi, cebr, icbâr etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbâr, zorlu demektir. Allah Teâlâ’ya isnadı, Kahhâr ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya kadir olan, hüküm ve nüfuzuna karşı çıkılma ihtimali bulunmayan güç ve büyüklük sahibi demektir. Mamafih bundan, Cebriyye’nin dediği gibi kullara hiç irâde vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyârî fiiller yoktur mânâsını da anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili emirlerin kulların cüz’i iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu da “Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder.” (Muhammed, 47/7) gibi birçok nass ile tesbit edilmiştir. Ancak bundan şu mânâ anlaşılmalıdır ki, Allah Teâlâ birçok fiilde insana irade vermiş ve hür yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur değildir. Dilerse, dilediği anda iradelerini yok eder. Nitekim bir hadiste “Allah Teâlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit, akıl sahiplerinin akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda yerine gelsin. Emri yerine gelince de akıllarını onlara geri verir. Böylece de pişmanlık başlar.” buyurulmuştur. Dilerse onların akıl ve iradelerini yok etmemekle beraber isteklerinin aksine kendi hüküm ve iradesini zorla üzerlerinde icra eder. Nitekim Allah’tan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen âsiler, azaba ve cezaya yanaşmak istemedikleri halde, vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olurlar. Hâsılı Allah Teâlâ’nın mutlak iradesi altında mağlub ve mecbur olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Bu husus, “Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Al-i İmrân, 3/83) âyetinde ifade edilmiştir.

Cebbâr isminde bu iki mânâdan başka iki farklı anlamın daha olduğu beyan edilmiştir. İbnü’l-Enbarî der ki: “Allah’ın sıfatlarından olan Cebbâr, kendisine erişilmez, el uzatılmaz demektir. Nitekim el yetişmeyen yüksek hurma ağacına da denilir. İbnü Abbas’dan yapılan bir rivayette de “el Cebbâr, “Melik-i azîm” yani çok büyük, azametli padişah mânâsına gelmektedir.” Vahidi de der ki: “Bu zikredilen mânâlar, Allah Teâlâ’nın Cebbâr sıfatı hakkındadır. Halkın sıfatı olarak kullanılan Cebbâr’ın, daha başka anlamları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir.

1- Musallat (zorlayıcı – sataşan) demektir. “Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin…” (Kâf, 50/45) âyetindeki Cebbâr, bu anlamdadır.

2- İri cisimli mânâsınadır “Orada iri cisimli (insanlardan oluşan) bir kavim vardır…” (Mâide, 5/22) âyetinde de, bu anlamdadır.

3- Allah’a ibadet etmeyen, baş kaldıran mânâsına gelmektedir. Bu anlam da, “Beni başkaldıran bir zorba yapmadı.” (Meryem, 19/23) âyetinde vardır.

4- Çok insan katleden yani “kattâl” anlamını da ifade etmektedir. Nitekim “Yakaladığınız vakit, çok katleden zorbalar gibi yakalıyorsunuz.” (Şuarâ, 26/130) âyeti ile “Sen yeryüzünde katil bir zorba olmak istiyorsun.” (Kasas, 28/19) âyetinde de bu mânâ söz konusudur.” Mütekebbir. Çok büyük, her hususta büyüklüğünü gösteren, büyüklük, ululuk, kibriyâ, ve azâmet kendisine mahsus, kendisinin hakkı olan demektir. Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri bir sıfat değildir. Onun içindir ki mütekebbir sıfatının insan için kullanımı, hoş karşılanmamıştır. Zira mütekebbir kibir gösteren, büyüklenen demektir. Halbuki yaratıklarda esasen büyüklük, ululuk yoktur; aksine aşağılık, horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır. Hatta zaman olur ki bir sinek, bir mikrop bir Nemrûd’un işini bitirmeye yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayan ölümlülerin, büyüklük ve ululuk taslamaya kalkışmaları, cahillikten ve yalancılıktan başka bir şey değildir. Onun için yaratıklarda tekebbür. (büyüklenme) tefa’ul babının tekellüf binâsından olarak hoş karşılanmayan bir noksanlıktır. Fakat Allah Teâlâ zât, sıfat ve fiillerinde büyüklüğün, yüceliğin ve kudsiyyetin her nev’ini toplamıştır. O’nun bu yücelik ve büyüklüğünü göstermesi, hem hiçbir ortaklık kabul etmeyen hakkı, hem de kendisinin celâl ve cemâl sıfatlarını kullarına tanıtmak, onları bilgilendirmek ve huşû ile saadete götürmek gibi, büyük bir lütuf ve yardım gösterdiği için son derece güzel bir sıfattır. O’nun hakkında tekebbür, tefe’ul bâbının tekellüf binâsından değil, bizâtihi kuvvet, kudret ve birliğini ifade eden daha fazla mânâ içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ söz konusu sıfatlarla tavsif edildikten sonra, O’nun mahluklardan hiçbirine benzemediğini ve müşriklerin hayal etmek istedikleri şirk unsurlarından berî olduğunu bir daha açık bir şekilde anlatmak için buyuruluyor ki, Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir. Yani yaratıklardan bazıları, kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle yapmak isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allah’ın zikredilen sıfatlarına şirk koşuyorlar.

Halbuki Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O şirk koşulan şeyler, Allah’tan çok uzaktır. O’nun yüceliği ve büyüklüğü onlarınkine benzemez. Çünkü onlar, kendi nefislerinde mahluk ve esasen noksan varlıklardır. Tekebbürleri de, noksanlıklarına bir yalancılık ilave etmekten başka bir şey değildir. Allah Teâlâ ise, bütün büyüklüklerin, bütün kuvvetlerin ve üstünlüklerin sahibidir. O’nun tekebbürü, büyüklük üstüne büyüklüktür. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, büyüklüğüne hiçbir toz kondurmaz. Ezelî ve kendi zâtına mahsus olan üstünlük ve kudsiyyetiyle onu her şirk unsurundan tenzih eder. O, öyle bir sübhân öyle münezzeh ve mukaddes bir varlıktır.

24. Çünkü O, öyle Allah’tır ki, Hâlık’tır diğerleri ise mahluktur. Daha evvel de geçtiği gibi, bizim yaratmak tabir ettiğimiz “halk” fiili, iki mânâ ifade eder. Birisi, takdir etmek, yani bütün açıklığı ile eşyanın miktar ve derecelerini tayin etmektir. Zira bir şeyi bütünüyle takdir etmek, onun eşyâ arasındaki miktar ve derecesini tamamiyle bilmeye bağlıdır. Bu takdir mânâsı itibâriyledir ki halk, ekseriya miktar ve sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğeri ise, yok olan şeye varlık vermek, hiçbir asıl ve örneği yokken icad etmektir. Bazan bir şeyden başka bir şeyi ortaya çıkarmak mânâsı da verilebilir. Ancak bu mânâya daha çok inşâ (icad) tabir edilir. Yaratıklara nisbet edilen en yüksek sanatlar, Allah Teâlâ’nın takdir buyurduğu keşf ve icad mahiyyetinden ileri geçemez. Çünkü mahluk, fiilerinin tafsilatını takdir edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahluk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan Ancak Allah Teâlâ’dır. O, öyle bir yaratıcı ki Bâri’dir. Yani öyle temiz yaratıcı ki yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Hemze ile “berâ” veya berâetten bâri isminin türetilişi hakkında yukarılarda açıklama geçmişti. Râzi der ki: “Bâri ismi, sani (yaratan) ve mucid (icad eden) gibi olmakla beraber cisimlerin yaratılması mânâsını ifade eder. Onun için halka “berriyye” denilir de, renk ve tad gibi başka bir cevherle meydana gelen hususlara denilmez.” “Allah’ın yarattığı şeylerin şerrinden O’nun kelimelerinin hepsine sığınırım.” gibi bazı dualarda zikredilen “halaka”, “zeree” ve “beree” fiillerine nazaran “bâri” ismi yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder. Musavvir’dir, yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir edip, dilediği şekilde icad ederek tasvir eden ancak O’dur. Nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmektedir. “Rahîmlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur.” (Al-i İmrân, 3/6), “O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkib etti.” (İnfitâr, 82/7,8) Rağıb der ki: “Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp diğerlerinden farkedildiği şeydir. Bu da iki kısımdır. Birincisi, hissedilen surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta hayvanlardan birçoğu da idrak eder. Mesela görülen bir hayvanın sureti gibi. Biri de makul olan surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak seçkinler anlar. Mesela, insana mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade eden mânâlar gibi ki, “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik…” (A’râf, 7/11) şeklindeki âyetlerde iki surete de işaret edilmiştir.”

Allah Teâlâ’nın sıfat ve isimleri bunlardan ibaret de değildir. Esmâ-i Hüsna (en güzel isimler) hep O’nundur. Yani Allah Teâlâ’nın vasıflarını ifade eden isimleri, yalnız bu sayılanlar değildir. En yüce mânâlara delalet eden en güzel isimler hep O’nundur. Nitekim “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla dua edin..” (A’râf, 7/180) ve “Allah ki, O’ndan başka tanrı yoktur. En güzel isimler O’nundur.” (Tâhâ, 20/8) gibi âyetler de bu mânâya işaret etmektedirler. En güzel isimler anlamındaki “Esma-i Hüsna” tabiri, şeriat dilinde bilhassa Allah Teâlâ’nın isimleri için kullanılır. Bu isimlerin bazıları, zât, bazıları da sıfat ismidir. Allah ismi, bunların hepsini toplayan zât ismi, diğerleri sıfat ismidir. Rahmân, sıfat ismi olmakla beraber, Allah’tan başkasına verilmeyen özel bir isimdir. Sıfatlar, zâtiyye, fiiliyye ve maneviyye olarak üç kısma ayrılır. Zâtî sıfatlar, Allah’ın zâtından ayrılmayan sıfatlardır ve iki kısımdır. 1- Sıfat-ı Selbiyye 2- Sıfat-ı Sübutiyye’dir.

Selbî sıfatlar: Vücud, kıdem, bekâ, muhalefetün li’l-havâdis, yani yaratıklara benzememek gibi teşbihi ortadan kaldırarak kudsiyyet ve nezâhet ifade eden sıfatlardır ki, kuddüs, selam, ehad, vahid, evvel ve ahir gibi isimler de böyledir.

Sübutî sıfatlar: Hayat, ilim, semi basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarıdır. İsimleri de zâti sıfatlar hasebiyledir. Fiili sıfatlar, zâti sıfatların eser ve hükümleri ile ortaya çıkışını ifade eden tekvin sıfatının görüntüsünden ibarettir ki, gibi isimler de böyledir. Her fiilin özelliğine göre, müstakil olarak ya da ona benzer bir kayıtla zikretmek caiz değildir. Karşılıklı olarak ele almak, edeble güzellik ve kemal yönünü gözetmek ve Allah’ın zikrettiği şekle uymak gerekmektedir. Mesela, Beyhaki’nin de ifade ettiği gibi Dârr ismini tek olarak değil, Nafi’ ismiyle beraber söylemek lazımdır. “Zararı, faydasından daha yakın olana yalvarır, ne kötü bir yardımcı ve ne kötü bir arkadaştır.” (Hac, 22/13) âyetinde de aynı durum söz konusudur. İsimleri de böyledir. Nitekim Kur’ân’da şeklinde beraber zikredilmiştir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ, herşeyin yaratıcısıdır. Bütün hayvanatı da O yaratmıştır. Fakat sadece “maymun ve domuzların yaratıcısı” demek caiz değildir. Çünkü bu, edebe ters düşmektedir. Bundan dolayı Mu’tezile mensupları, “Allah şerrin yaratıcısı değildir.” diyecek kadar ileri gitmişlerse de, bu da doğru değildir. Fakat yalnız “hâliku’ş-şerr” “şerrin yaratıcısı” denmemeli, zıddı ile beraber “hâlıku’l-hayr ve’ş-şerr”, “hayrın ve şerrin yaratıcısı”, yahut “hayruhu ve şerruhu minallahi Teâlâ” “hayır ve şerr Allah’tandır” şeklinde beraberce zikredilmeli ve manevî sıfatlara da riayet edilmelidir. Manevî sıfatlara gelince, Allah Teâlâ’nın ahlâkını, sıfat ve isimlerinin ahkâm ve kemâlini ifade eden azâmet ve kibriyâ, celâl ve cemâl, izzet, adalet, hikmet, hilim, sabır, fadıl, şedidu’l- ikâb ve seriu’l-hisâb gibi vasıf ve isimler bu kabildendir. Bunlara sıfat da denir. Kısacası, Allah Teâlâ’nın zâtı bir, esmai hüsnâsı çoktur. Kur’ân’da zikredilenler, buradakilerden ibaret değildir. Buharî, Müslim ve diğer hadis kaynaklarında Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir sahih hadiste, “Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer.” diye haber verilmiş ve “O, tektir, teki sever” buyurulmuştur.

Beyhaki “Kitabu’l-Esma ve’s-sıfat” adlı eserinde birkaç tarikle Ebu Hureyre (r.a)’den şu tafsilatlı rivayeti nakleder.

Câmiu’s-sağir’in kaydettiğine göre bu hadisi, Tirmizi, İbnü Hibbân ve Hakim de rivayet etmişlerdir. Mamafih Allah Teâlâ’nın kitab ve sünnette açıkça, ya da işaret yoluyla sabit olan isimleri bunlardan ibaret değildir. Nitekim başka bir nakilde sayılan doksan dokuz arasında şu isimler de mevcuttur:

Kur’ân’da Rabbu’l-âlemin, Rabbu’l- arşi’l-azim, maliki yevmi’d-din, alimu’l-ğaybi ve’ş-şehâde, allâmu’l-ğuyub, gafiru’z-zenb, kâbilu’t-tevb, refîu’d-derecât, zü’l-arş, fa’alun limâ yürid, Lâ yüselü amma yef’al, gibi daha bazı isim ve sıfatların bulunduğunda da şüphe yoktur. Bunlar evvelkiler içinde bulunsalar da, yine de Allah’tan başkasına isim verilemeyeceği özelliğine sahiptirler. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v)’in Buharî ve Müslim’de rivayet edilen dualarında, bulunan münzilu’l-kitab, mücri’s-sehâb, hazimu’l-ahzâb gibi isimler de Allah’tan başkası için caiz olmayan isimlerdendir.

İbnü Kesir tefsirinde demiştir ki: “Esmâ-i hüsnâ’nın doksan dokuzla sınırlı olmadığına Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”inde senediyle Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’dan rivayet ettiği hadis de delalet etmektedir. Beyhaki de bu hadisi “Kitâbu’l-Esma ve’s-sıfat”da Abdul b. Mes’ud’a ulaşan senedle şöyle rivayet etmiştir. Abdullah b. Mes’ud dedi ki: “Resulullah buyurdu ki: “Herhangi bir müslüman bir merak veya üzüntüye düşer de, ‘Allah’ım ben senin kulunum, kulunun ve câriyenin oğluyum. Perçemim senin elinde (kudretinde)dir. Bende hükmün geçerlidir, hakkımdaki kaza’n, adalettir. Senin olan, senin kendine isim verdiğin veya kitabında indirdiğin yahut yaratıklarından birine bildirdiğin veya katında, gayb ilminde kendine tahsis ettiğin bir isimle senden dilerim ki Kur’ân’ı kalbimin baharı, üzüntümün cilâsı, keder ve tasamın giderilmesi için vesile kılasın’ derse, herhalde Allah Teâlâ onun merakını giderir, üzüntüsünün yerine ferahlık verir.” Bunun üzerine (orada bulunanlar) dediler ki: “Ya Resulullah! Bu kelimeleri öğrenelim mi? Resulullah da, “Evet bunları işiten her kimsenin öğrenmesi gerekir.” buyurdu.”

Yine Beyhakî, muttasıl bir senedle Hz. Aişe (r.a.)’den şöyle bir rivayet nakletmiştir. Hz. Aişe Peygamber’e, “Ya Resulullah! Allah Teâlâ’nın kendisine dua edildiği zaman kabul buyurduğu ismini bana öğret.” demişti. Resulullah da, ona “Kalk abdest al, mescide gir, iki rekât namaz kıl, sonra dua et ben dinleyeyim.” buyurdu. O da öyle yaptı, sonra dua için oturduğunda Hz. Peygamber “Allah’ım onu muvafık kıl.” dedi. Hz. Aişe de şöyle dua etti: “Ey Allah’ım bildiğimiz ve bilmediğimiz güzel isimlerin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana dua ettiği zaman hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği vakit verdiğin en yüce isimle senden istiyorum.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) ‘İsabet ettin, isabet ettin.’ buyurdu.”

Bu hadislerdeki dualardan anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ’nın kitabında zikretmediği ve hiçbir kimseye bildirmediği, gayb ilminde yalnız kendisinin bildiği isimleri de vardır. Şu halde evvelki hadisde “Allah Teâlâ’nın doksan dokuz, yani biri müstesna olmak üzere yüz ismi vardır, Onları sayan cennete girer.” buyurulması, Allah’ın bilinen en güzel isimlerinden doksan dokuzunu sayan, yani ezberleyip okuyan, yahut Allah ile olan muamelesinde onların sınırlarını koruyup, güzelce riayet eden kimse cennete girer demektir. Tam yüz sayılmayıp birinin istisnâ edilerek doksan dokuz zikredilmesinin hikmeti de “Allah tektir, teki sever.” sözünde belirtilen tek sayıya riayetin müstehablığını göstermek içindir. Namazlardan sonra tesbih dualarından otuz üç sübhanellah, otuz üç elhamdülillah ve otuz üç defa da Allahu Ekber denilerek tamamının doksan dokuz olması da, bu hikmete mebnidir. Şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, aynı hadiste buyurulmakla Allah’ın isimlerinden birinin de olduğu bildirilerek yüz isim anlatılmış, ancak saymada biri istisnâ edilerek doksan dokuzla sınırlandırılmıştır. Böylece isimlerin doksan dokuzla kayıtlanmadığı da, aynı hadisle anlatılmış olmaktadır. Hasılı doksan dokuz ismi belleyip saymanın Allah’ı bilme hususunda ve duanın kabul edilmesinde büyük fazileti olduğu çeşitli rivayetlerle haber verilmiş olması yanında, bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Şurası da muhakkak ki, Allah Teâlâ’nın bildirdiği isimlerinden başka bildirmediği daha birçok ismi de vardır. O’nu göklerde ve yerde ne varsa hepsi tesbih eder. Tenzih eder. Bu konuda bilgi için “O’nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur..” (İsrâ, 17/44) âyetinin tefsirine bakınız. Ve O, Aziz ve Hakîm’dir. Bütün yüceliklerin hepsini kendisinde toplamaktadır. Zira sonsuz çokluk ve bölümleriyle beraber bütün kemalât isimleriyle ifade edilen zâtî sıfatlara döner. Kemal-i izzet ve kemal-i hikmet gibi. Kemal-i izzet hiçbir kusur kabul etmeyen tam bir kudreti, kemal-i hikmet de, kusursuz bir ilim ile yaratılış nizamını ifade eder. Gerek göklerde ve gerek yerde varlığın hangi zerresinden bakılsa, mahiyetini anlama imkanı olmayan bu iki sıfatın yansıması görünür ki, bunlar ancak Allah’ın zatında birleşir. Allah Teâlâ hiçbir tesir altında kalmayan kemal-i izzeti ile bütün sebeplerin üstünde örneksiz ve çeşitli harikalar yaratmaya kadir, hiçbir ortak kabul etmeyen mutlak galibdir. Bununla beraber hiçbir noksanlık kabul etmeyen üstün ilim ve hikmetiyle icadlarını ard arda sıralayarak muntazam yollarla çeşitlendiren, çoğaltan ve bu sayede kullarını da hikmetten hikmete rahmetiyle ulaştıran bir hakîmdir. Bu nükteye işaret etmek için isimleri fâsılasından önceki isimleriyle simetrik olarak sûrenin sonunu, başına çevirmek üzere, başında ve sonunda tekrar edilmiştir. Binaenaleyh Allah’ın izzetine dokunmaktan korkmalı, O’nu takdis, tesbih ve tenzih ederek iman ve takva ile gelecek için çalışmalı ve rahmetiyle müjdelediği kurtuluş ve murada ermelidir.

Haşr Sûresi’nin sonunda yer alan bu âyetlerin faziletlerine dair çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bazıları şöyle zikredilebilir. Ahmed b. Hanbel, Dârimi, Tirmizî, Taberanî. İbnü Darîs ve “Şu’ab”da Beyhakî, Ma’kil b. Yesâr (r.a)’dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: “Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: “Her kim sabahleyin üç kere dedikten sonra Haşr Sûresi’nin sonundan üç âyet okursa, Allah Teâlâ onun emrine yetmiş bin melek verir. Onlar akşama kadar o kimse için selavât getirirler. Eğer o gün ölürse şehid olarak vefat etmiş olur. Onları akşamleyin okuyan da aynı durumda sevab alır.” Deylemî de Hz. Peygamber (s.a.v)’e ulaşan bir senedle İbnü Abbas’dan şöyle rivayet etmiştir: “Allah’ın en yüce isimleri Haşr Sûresi’nin sonundaki altı âyettedir.” Nisaburî Ebu Ali Abdurrahmân b. Muhammed “Fevâid” adlı eserinde Muhammed b. Hanefiyye’den şöyle bir rivayeti nakletmiştir: “Bera b.

Azîb (r.a.), Ali b. Ebu Talib Kerremellahu Vecheh Hazretlerine demişti ki: “Senden Allah aşkına rica ediyorum. Rahmân Teâlâ’nın gönderdiklerinden, bilhassa Cebrail’in Resulullah’a getirdiklerinden ve Resulullah’ın özellikle sana öğrettiklerinden en faziletlisini bana özel bir şekilde öğretmez misin?” Hz. Ali de ona “Ya Bera! Allah’a İsm-i A’zam’ı (en yüce ismi) ile dua etmek istersen, Hadid Sûresi’nin baş tarafından on âyeti ve Haşr Sûresi’nin sonunu oku, sonra de ki: ‘Ey o, böyle olan ve O’ndan başka böyle bir şey olmayan zât! Senden bana şöyle şöyle yapmanı dilerim.” Vallahi ya Bera, bununla benim aleyhime dua etsen yere geçerim.’ dedi.” Deylemî, Hz. Ali ve İbnü Mes’ud’dan merfuan (Hz. Peygamber’e ulaşan bir senedle) ‘dan sûrenin sonuna kadar olan kısım, baş ağrısının afsunudur.” diye rivayet etmiştir. Hatib Bağdadî “Tarih”inde naklederek demiştir ki: “Bize Hafız Ebu Ubeyd, Gulâm b. Şünbuz adıyla bilinen mukri (Kur’ân öğreticisi) Ebu t-Tayyib Mahmud b. Ahmed b. Yusuf b. Ca’fer’den, o da, İdris b. Abdi’l-l Kerim el-Haddad’dan naklen şöyle dedi: “Ben Halef’den kırâet okudum. âyetine geldiğimde bana, “Elini başına koy.” dedi. Çünkü ben A’meş’ten kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, “Elini başına koy.” dedi, Çünkü ben Yahya b. Vessab’dan kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, “Elini başına koy.” dedi, çünkü ben Alkame ve Esved’den kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana “Elini başına koy.” dediler, çünkü biz Abdullah (r.a.)’dan kırâet okuduk, bu âyete geldiğimizde bize, “Elinizi başınıza koyunuz.” dedi, çünkü ben Hz. Peygamber’den kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, “Elini başına koy.” dedi, çünkü Cibril bu âyeti bana indirdiğinde “Elini başına koy.” dedi. Çünkü bu, samdan başka her derde şifadır. Ancak sam, ölümdür.” Daha bunlardan başka hadislerde de mevcuttur. Fakat Hanefi Fıkıh kitablarından olan “Mebsut”ta nakledildiği üzere Abdullah b. Mes’ud (r.a.) Hazretleri’nin, “Kur’ân’ın indirilişinin asıl amacı, onu yalnız okumak değil, gereğince amel etmektir.” şeklindeki sözünü de unutmamak gerekir. Onun için her derde şifa olan bu âyetlerden maksat, afsunculuk yapmak, yahut saba ve segâhtan makam çatlatmak değil, elini başına koyarak düşünmek ve bilgi ile bezenip Allah korkusu ile dolarak “Ey insanlar Allah’tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın…” (Haşr, 59/18) âyeti gereğince yarın için hazırlanmaktır. Çünkü yarın insan O, Azîz ve Hakîm’in huzurunda imtihana çekilecektir. Nitekim bu hikmete mebni olarak Haşr Sûresi’ni, İmtihan Sûresi takip etmelidir. Ey o en güzel isimlerin, o yüce varlığın erişilecek en son kemal noktasının sahibi olan Aziz, Hakîm, Rauf ve Rahîm Allah’ım! Bizleri ve geçmişlerimizi mağfiretinle murada erdir, gönüllerimizde mümin kardeşlerimize karşı hiçbir kin ve hile bırakma, iman ve sevgimizi ziyade et, izzetinle aziz, hikmetinle mamur ve rahmetinle gönlümüzü hoş eyle, sen öyle Rahmân, öyle Rahîm, öyle Aziz ve öyle Hakîm’sin ya Rab!
Daha yeni Daha eski