KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Beyyine Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Et-Talak sûresinden sonra Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Sekiz âyet-i kerîmeyi içermektedir.
Delil ve kanıt mânâsına olup kendisiyle Resûl-î Ekrem Efendimiz irâde buyrulmuş olan “Beyyine” tâbirini ihtiva ettiği için bu sûre-i celîleye böyle Beyyine sûresi adı verilmiştir. Maamafih “Lemyekûn” ve “El-Kayyime” ve “El-Münfekîn” sûresi diye de isim verilmiştir.
Kadir Gecesi sûresinde Kur’an-ı Kerim’in Resûl-i Zîşan’ımıza inzâl edilmiş olduğu bildirilmişti. Bu sûrede de O Yüce Peygamberin ne gibi mukaddes sahifeleri okumakta olduğuna işaret edildiği için bu iki sûre-i celîle arasında güzel bir münâsebet vardır.
1. Kitap ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar küfrlerinden ayrılacak değillerdir.
1. Bu sûre-i celîle; küfür içinde yaşayan milletlerin inançlarını değiştirmeleri için istedikleri en açık delil, en yüce bir Peygamber, gözleri önünde tecellî etmeğe başladığı hâlde onların yine kendi küfürlerinde sebât edip dağınık bir hâlde yaşadıklarını bildiriyor.
Ve onlara emredilmiş olan pek güzel, pek fâideli vazifeleri gösteriyor. Küfürlerinde devam edenlerin ne kadar fenâ kimseler olup ebediyen cehennemde kalacaklarını ihtar ediyor. İman ve sâlih amel sâhiplerinin de ne kadar yüce makamlara, iltifatlara kavuşmuş olacaklarını müjdeliyor.
Şöyle ki: (Kitap ehlinden) yâni: Yahudi ve Hıristiyan topluluğundan (ve müşriklerden) putlara, ateşe, güneşe tapan kavimlerden (kâfir olanlar) yâni: Vakti ile ahir zaman Peygamberinin dünyaya şeref vereceğini bilip işitenler, onun gelişini bekleyen, bilâhare o Yüce Peygamber’in gelişi anında onu inkâr edenler, evvelce diyorlardı ki: (kendilerine apaçıkça bir delil gelinceye kadar) yâni: Ahir zaman Peygamberi mûcizeleriyle insanlık dünyasını aydınlatıncaya kadar kendi dinlerinden, küfürlerinden (ayrılacak değillerdir.)
Kitap ehli, Tevrat’ta, İncil’de Peygamber Efendimizin vasıflarını okumuşlardı, onun insanlığı ilâhî dine dâvet için gönderileceği vâ’d olunmuş, o kitaplarda bildirilmişti. Kitap ehli, müşriklerden eza ve cefa görünce diyorlardı ki; Dünyaya bir büyük Peygamber gelecek, biz de ona tâbi olarak sizden ey müşrikler!. İntikam alacağızdır. O müşrikler de diyorlardı ki: Şâyet öyle bir Peygamber ortaya çıkarsa biz de ona tâbi oluruz, siz onunla bizden intikam almaya kaadir olamazsınız.
2. O delil ise Allah tarafından bir Peygamber ki: Tertemiz sahifeleri okur.
2. Kitap ehlinin ve müşriklerin bekledikleri o delil ise (Allah tarafından bir Peygamber) idi ki: O Peygamber: Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dan ibaret olup (tertemiz sahifeleri okur.) Yâni: Bâtıldan uzak hakkı açıklayan ilâhî kitabın, Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini kendilerine teblîğ buyurur, o sâyede hakikat aydınlanır, ilâhî din anlaşılmış olur.
3. Onlarda dosdoğru yazılmış şeyler vardır.
3. O mübârek sahifeler ki: (Onlarda dosdoğru yazılmış şeyler vardır.) Onlarda yazılı olan dinî
hükümler, pek doğrudur, sırf hakikattir, hidâyet yolunu göstermektedir.
4. Halbuki, kitap verilmiş olanlar; ayrılmış olmadılar, kendilerine o hüccet geldikten sonra tefrikaya düştüler.
4. Halbuki, kendilerine (Kitap verilmiş olanlar) Yahudi ve Hıristiyan toplulukları, kendi kitaplarında Hz. Peygamber’in vasıflarını okumuş, bilmiş idiler, müşriklere de bildirmişlerdi. Hepsi de o Yüce Peygamberin dünyaya geleceğini bekliyorlardı.
Ortaya çıkınca ona tâbi olacaklarını söylemişlerdi. Bu hususta birbirlerinden (ayrılmış olmadılar.) fakat sözlerinde durmadılar, (kendilerine o delil geldikten sonra) yâni: Hz. Muhammed Aleyhisselâm, pek açık bir delil, bir hakikat kanıtı mahiyetinde olarak mûcizeleriyle, Kur’an-ı Kerim’in âyetleriyle gelip kendilerini tevhid dinine dâvet edince (ayrılığa düştüler.) eski iddialarında sebât etmediler, bâtıl mezheplere ayrıldılar, birbirlerini cehâletle ve kâfirlikle suçladılar. İşte kitap ehli böyle olunca artık müşriklerden ne beklenir?.
Onlar daha ziyade bir cehâlet içinde yaşıyorlardı, onlar da sözlerinde durmadılar, o Yüce Peygamber, dünyaya şeref verince onu inkâra cür’et gösterdiler, öyle bir birlik delilini kabul etmeyip küfür ve şirk içinde yaşamaktan ayrılmak istemediler. Bir çokları İslâm mücahitleri tarafından katledildiler. Ehl-i kitaptan olanlar da cizye vermek sûretiyle o öldürülmeden kurtulmuşlar, âhiret azabını hak eder olmuşlardır.
5. Halbuki, onlar emrolunmadılar, ancak dini O’na has kılarak, hanifler olarak ibadet etsinler ve namazı dosdoğru kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolunmuşlardır. Ve işte en doğru din de budur.
5. (Halbuki: Onlar) O küfür ve şirki tercih eden kavimler, Peygamber tarafından (emrolunmadılar) kendilerine zararlı, selâmet ve saadetlerine aykırı bir şey teklif edilmiş olmadı (ancak dinde ihlâs sâhipleri) kalp ve lisân bakımından yönelmiş bulunarak (ibâdet etsinler) diye emrolundular.
(ve namazı dosdoğru) rükün ve şartlarına riâyet ederek (kılsınlar ve) fakir dindaşlarına şefkat ve merhamet göstererek (zekât versinler) diye emrolunmuşlardır. (ve işte en doğru din de budur.) dosdoğru, Allah’ın rızâsına uygun olan din, selâmet ve saadet yolu bu beyan olunan pek samimî inançtan, samimi ibâdetlerden ibarettir. Bunların güzelliği, doğruluğu, fâideleri her akıl sâhibi için bilinip takdir edilecek bir mahiyettedir.
Artık nasıl oluyor da bu hususta ki emr ve tavsiye kabul edilmeyip de ayrılıkçı, bir hâlde bulunmak cehâleti tercih ediliyor. Hiç bunun neticesi düşünülmüyor mu?
6. Hakikaten o kimseler ki ehl-i kitaptan ve müşriklerden kâfir olmuşlardır. Cehennem ateşindedirler, orada ebediyyen kalıcılardır. İşte onlar, halkın en azılılarıdır.
6. (Hakikaten o kimseler ki: Kitap ehlinden ve müşriklerden kâfir olmuşlardır.)
Küfürlerinde ısrar edip hakiki dini kabulden kaçınmışlardır, bütün onlar (cehennem ateşindedirler.) onlar âhirette cehenneme sevk edileceklerdir. (Orada ebediyen kalıcılardır.) onlar o cehennemde devamlı olarak yanıp yakılacaklardır.
İşte bu onların küfür ve şirklerinde ısrar edip durmalarının cezasıdır.
Kendi hakikî menfaatlerini zâyi etmiş, hâllerini ıslâh etmekten mahrûm kalmış, en büyük cezayı hak etmiş kimselerdir.
7. Hakikaten o kimseler ki: İman ettiler ve sâlih sâlih amellerde bulundular, işte yaratılmışların hayırlısı da onlardır, onlar.
7. Mü’minlere gelince onların istikbâli ne kadar güvenlidir, onlar ne kadar mes’ut zâtlardır, evet.. (Muhakkak o kimseler ki: imân ettiler) kalplerinde imân nûru parlayıp durdu, Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kalben tasdik ettiler ve dilleriyle söylediler (ve sâlih sâlih amellerde bulundular) namaz gibi, oruç gibi ve zekât gibi bedenî ve mâlî ibâdetleri yerine getirdiler, hak yolunda cihad sahalarına atıldılar, (işte yaratılmışların hayırlısı da onlardır.) evet..
Şüphe yok ki: (Onlardır.) çünkü, onlar, yaratılış gâyelerini dikkate almış, hidâyet yolunu takip etmiş, insanî fâziletleri muhafâzada bulunmuş pek seçkin kullardır.
8. Onların Rablerinin katında mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Cennetlerdir, oralarda ebediyen daimî kalıcılardır. Allah, onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte bu, Rabbinden korkan kimse içindir.
8. Artık âhiret âleminde (Onların) o pek seçkin kulların (Rabbilerinin katında mükâfatı,) kavuşacakları nîmetler, (altlarından ırmaklar akan cennetlerdir.) onlar, âhirette öyle pek mükemmel, gönül alıcı bağlara, bostanlara, ikâmetgâhlara ulaşacaklardır, (oralarda ebediyen daimî kalıcılardır.) bir daha o cennetlerden ayrılacak değillerdir.
Ebedî bir hayata, bir saadete kavuşmuş bulunacaklardır. Özellikle (Allah onlardan râzı olmuştur.) o kullarının amellerini kabul edip kendilerini öyle ebedî nîmetlere, tecellîlere kavuşturmuştur, (onlar da) O ilâhî din ile vasıflanmış, dinî vazifelerini yapmaya muvaffak olmuş kullar da (ondan) o kerîm, rahîm olan Yüce Yaratıcıdan (râzı olmuşlardır.) haklarındaki o sonsuz ilâhî lütuflardan dolayı genişliğe gark olmuş, şükrân borçlu olduklarını bilmiş, ebedî bir zevk ve safa içinde kalmışlardır, (işte bu) Mükâfat bu ebedi rızâ (Rab’binden korkan kimse içindir.) evet..
Allâh-ü Teâlâ’nın birliğini, kudret ve azametini bilip tasdik eden, kalbinde Allah korkusu, muhabbeti parlayıp duran, kulluk vazifelerini ruhanî bir zevk ile yerine getirmeye çalışan her mü’mîn için böyle ebedî bir mükâfat, bir ilâhî lütuf takdir edilmiştir.
Artık ebedî bir selâmet ve saadete kavuşmak isteyenler, üzerlerine düşen kulluk vazifelerini seve seve yapmaya çalışmalıdırlar. Böyle bir muvaffakiyete erişmeyi o Yüce ve kerîm Mâbudumuzdan niyâz eyleriz. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.