Mübeşşirât ne demektir? Sadık rüya nedir? Sadık rüyaları kimler görür? Sadık rüyaların özellikleri nelerdir? İslam’a göre kaç çeşit rüya vardır? Sadık rüya örnekleri ve Hz. Yusuf’un (a.s.) rüya tabiri.
İlâhî mevhibelerden biri de sâdık rüyalardır. Gaybî hakîkatlere vâkıf olmanın yollarından biri olarak kabul edilir. Uyku sırasında insanın maddî âlemle irtibâtı asgarî seviyeye iner. Bedene hapsedilmiş olan rûha âit hisler güçlenir. Ulvî manzaraları perdeleyen nefsâniyet bulutları dağılarak görüş berraklaşır. Bu sûretle rüyâlarında gayb âlemini seyretmek, bâzı sâlih kullara nasîb olur. Bu keşiflerin doğruluğu ise daha sonra uyanıkken müşâhede edilir.
MÜBEŞŞİRAT NEDİR?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Nübüvvetten (peygamberlik husûsiyetlerinden) geriye sadece mübeşşirât kalmıştır.” buyurmuştur.
Ashâb:
“–Mübeşşirât nedir, yâ Rasûlallâh?” diye sorunca da:
“–Sâdık rüyâdır.” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Tâbir, 5; Müslim, Salât, 207-208)
Mübeşşirât, ihlâslı mü’minlerin gönüllerinin rüyâ esnâsında ilâhî müjdelere, ilhamlara ve telkînlere açık hâle gelmesidir.
Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Onlar (Allah dostu muttakî mü’minler) için dünyâ hayâtında da, âhirette de müjdeler vardır!” (Yûnus, 64) âyetinde bahsedilen “dünyadaki müjde”yi îzâh sadedinde:
“Müslümanın gördüğü veya kendisine gösterilen sâdık rüyâdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Rüyâ, 3)
RÜYA ÇEŞİTLERİ
Rüyâ üç kısımdır:
1. Şeytânî rüyâlar: Şeytanın, insanı korkutmak, rûhu sıkıntıya düşürmek veya mahzun etmek maksadıyla ilkâ eylediği rüyâlardır. Yüksek bir yerden düşmek veya insanı tesir altında bırakan kargaşa ve felâket sahneleri görmek gibi. Böyle rüyaların bir esası yoktur. Çoğunlukla bulanık, yarı hatırlanan, karışık bir rüya gören, gördüğünü kimseye anlatmamalı ve şeytanın îğvâsından Allâh’a sığınmalıdır.
Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz hoşuna giden bir rüyâ görünce, (bilsin ki) o, Allah Teâlâ’dandır. Bu sebeple Allâh’a hamdetsin ve o rüyâsını anlatsın.”
Diğer bir rivâyet de şöyledir:
“O rüyâyı sadece sevdiğine söylesin. Hoşlanmadığı bir rüyâ görürse o da şeytandandır. Onun şerrinden Allâh’a sığınsın ve onu hiç kimseye söylemesin. O zaman o rüyâ kendisine zarar vermez.” (Buhârî, Ta’bîr, 3, 46; Müslim, Rü’yâ, 3)
Yine bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:
“Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüyâ görünce, sol tarafına üç defa tükürsün; şeytanın şerrinden de üç defa Allâh’a sığınsın; yattığı tarafından da öbür yanına dönsün.” (Müslim, Rü’yâ, 5)
2. Hâricî bir tesirle görülen rüyâlar: Kişinin hâl ve hayâline bağlı olarak rüyâsına akseden manzaralardır. Meselâ çok tuzlu yemiş olan bir kimsenin rüyâda bolca su içmesi veyahut da zihnini fazlaca meşgûl eden bir meselenin rüyasına aksetmesi gibi. Bunların da tâbiri yoktur. Esassızdırlar.
3. Sâdık rüyâlar: Böyle rüyalar net olarak hatırlanırlar. Bunlar, Cenâb-ı Hak tarafından ya beşâret (müjde) veyahut da îkaz mâhiyetindedir. Bunları vazifeli bir kısım melekler ümmü’l-kitâb (levh-i mahfuz)’dan telâkkî ederek, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve müsâadesi ile uyuyan insanın rûhuna ilkâh ederler.
SADIK RÜYA NEDİR?
Sâdık rüyâlar, Levh-i Mahfuz’dan istikbâle akseden pırıltılardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, peygamberliğinin evvelinde sâdık rüyâlar altı ay kadar devâm etmiştir.
Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Zaman yaklaştıkça[1] mü’minin rüyâsı neredeyse hiç yalan çıkmaz. (Gördüğü gibi gerçekleşir.) Mü’minin (sâdık) rüyâsı, nübüvvetin kırkaltı cüzünden biridir. Nübüvvetten olan bir şey ise yalan olmaz.[2]
Rüyâ üç kısımdır: Birincisi sâlih rüyâ olup Allah’tan bir müjdedir; ikincisi şeytanın verdiği korku veya hüzündür; üçüncüsü de kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdir. Kim rüyâsında hoşlanmadığı bir şey görürse, onu başkalarına anlatmasın; hemen kalkıp namaz kılsın...” (Buhârî, Ta‘bîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6)
“Sizin en doğru rüyâ görenleriniz, en doğru söyleyenlerinizdir.” (Müslim, Rü’yâ, 6)
“En sâdık rüyâ, seher vakitlerinde görülen rüyâdır.” (Tirmizî, Rü’yâ, 3/2274)
Sâdık rüyâlar, ehli tarafından tâbire, yâni şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüyâ tabiri de Hak vergisi bir ilimdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazlardan sonra bâzen ashâbın gördüğü rüyâları dinler ve tâbir eder, istikbâle dâir bu şekilde zuhûr eden tecellîleri îzah buyururlardı.
RÜYA TABİRİ
Gerçekten rüyâları tâbir etmek, bazı kâidelere istinâd ettirilen bir ilimdir. Bu ilme vâkıf olanlara da “muabbir” (tâbirci) denilir. Umum insanların istifâdesi için rüyâ tâbiriyle alâkalı pek çok eser telif edilmiştir. Bunlardan İbn-i Sîrin ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin tâbirnâmeleri meşhûr olmuş ve ekseriyetle onlardan iktibas sûretiyle günümüze kadar çeşitli kitaplar ortaya konulmuştur. Bununla berâber sırf böyle kitaplarda mevcut olan mâlumâta istinâden rüyâ tâbir etmek mahzurludur. Zîrâ asıl tâbirin kısm-ı âzamı “keşif”tir. Bunun için rüyâyı tâbir edenin, mânevî bir iktidâra sâhip olması gereklidir. Aksi hâlde yanlış tâbirin tehlikeleriyle karşılaşılır. Zîrâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“...Rüyâ, ilk tâbirciye göre tahakkuk eder.” (İbn-i Mâce, Ta‘bîr, 7) buyurmuştur. Bu bakımdan rüyâlar ehil olmayanlara anlatılmamalıdır. Bu ilme vâkıf olanlar da, “İlk tâbir önemlidir; sonrakiler geçersiz kalır.” demişlerdir.
Mîzânu’n-Nüfûs[3] adlı risâlede anlatıldığı üzere tâbir ilmi “enfüsî” ve “âfâkî” olmak üzere iki kısımdır. “Enfüsî” olanını avâm-havâs herkes tahsîl edebilir. Yâni kulaktan duymak sûretiyle veya geçmişte ehil kimselerin yaptığı tâbirleri muhtelif eserlerden toplamak sûretiyle tahsîli mümkündür. Bu sâyede birbirine benzeyen rüyalar, geçmiş tecrübelere istinâden tâbir edilebilir.
Rüyâda varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Yâni o âdetâ ayrı bir lisandır. Bu lisanda görülen varlığa atfedilen mânâ, uzak bir alâkaya dayanır. Yâni büsbütün mesnedsiz ve sebepsiz değildir. Meselâ yılan, düşmandır. Bu mânâ, Âdem -aleyhisselâm-’ın kıssasına dayanır. Onda görülen her hâl ve hareket, düşmana âit bir tavır olarak îzâh edilir. Fakat bir yılan dümdüz veya ölü gibi hareketsiz görülürse, yol ile tâbir edilir.
Diğer taraftan, rüyâ tâbirinde pek çok müessir rol oynar. Günler, mevsimler, rüyânın görüldüğü gece vakti vs. Meselâ kışın görülen rüya geç tahakkuk ederken, sabaha karşı görülen rüya çabuk çıkar. Ancak bu tâbirler her rüyâ sâhibinin tabiatı farklı olduğundan çoğu kez noksandır.
“Âfâkî” olan tâbir ilmiyse, ancak havâssa mahsus olup keşfe muhtaçtır. Çünkü rüyânın şeytânî mi Rahmânî mi olduğunu ayırd edebilmek, sünûhât-ı ilâhiyyeye mazhar olmaya bağlı bir keyfiyettir. Üstelik insanların tabiatları da birbirlerinden farklı olduğu için, aynı rüyâyı gören iki şahsın rüyâlarının tâbiri birbirinden çok farklı olabilir. Bu inceliği kavrayabilmek ise mânevî bir salâhiyet ister.
Nitekim İbn-i Sîrîn Hazretleri’ne iki kişi gelip, rüyâlarında hatip olarak hutbe okuduklarını beyân ettiklerinde bunu, onlardan birinin hacca gideceği, diğerinin ise îdâm olunacağı şeklinde tâbir buyurur. Hakîkaten bir müddet sonra o iki şahıstan biri hacceder, diğeri ise îdâm edilir.
HZ. AİŞE’NİN RÜYASI
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:
“Rüyamda hücreme üç ayın düştüğünü gördüm. Rüyâmı babam Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a anlattım. Sükût etti, cevap vermedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât edip de odama defnedilince Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
«–İşte (rüyanda gördüğün) üç aydan biri ve en hayırlısı!» dedi.” (Muvatta, Cenâiz, 30)
Muhâcirler Medîne’ye geldiği zaman kura çekilmiş ve Osman bin Maz’un, Ümmü’l-Alâ el-Ensâriyye -radıyallâhu anhâ-’nın âilesine düşmüştü. Hemen onu evlerine yerleştirerek misâfir ettiler. Ancak o kısa bir müddet sonra hastalandı. Tedâvîsi ile meşgul oldular fakat şifâ bulamayarak vefât etti. Ümmü’l-Alâ, Osman -radıyallâhu anh-’ı rüyâsında gördü; akan bir çeşmesi vardı. Hemen rüyâsını Hazret-i Peygamber’e anlattı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu onun amelidir, onun için akıyor.” buyurdu. (Buhârî, Ta’bîr 13, Cenâiz 3, Şehâdât 30, Menâkıbu’l-Ensâr 46)
Asr-ı saâdette vukû bulan diğer bir hâdise de şöyledir:
Bir kadın rüyasını tâbir ettirmek için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat eder. Rüyasında evinin orta direğinin kırılıp önüne yıkılıverdiğini söyler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocası olup olmadığını ve varsa nerede olduğunu suâl eder. Kadın, kocasının sefere gittiğini ve hâlen dönmediğini söyleyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocasının sağ-sâlim dönüp mesrûr olacaklarını müjdeler ve rüyâ, tâbir edildiği üzere gerçekleşir.
Hazret-i Ebûbekir’in devr-i hilâfetinde bu kadın yine kocası seferdeyken aynı rüyayı görüp bu defâ da tâbirini halîfeye sorar. Hazret-i Sıddîk, aynen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi önce kadından kocasıyla ilgili mâlumat alır ve sonra kadına kocasının seferde merhûm olduğunu söyler.
Kadın ise telâş ve şaşkınlık içinde Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a:
“–Aynı rüyâyı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kocamın sâlimen döneceğine yormuştu.” deyince Hazret-i Sıddîk:
“–Doğrudur, O’na öyle keşfolunmuş, bana da böyle ilham olundu.” buyurur. Aradan çok geçmeden tâbirin doğru olduğu anlaşılır.
Rüyâ esnâsında âlem-i misâlde akıl ve fikir üstü, hayâlî ve belirsiz nice hâller müşâhede olunacağından bunların doğru tâbiri gâyet zor ve hattâ mânevî bir dirâyet olmaksızın mümkün değildir.
HZ. YUSUF’UN RÜYA YORUMU
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Yûsuf -aleyhisselâm-’a da bu ilmi verdiğini bildirmektedir.[4]
Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, zindandayken bir ekmekçi ile saray sâkîsinin rüyâlarını dinlemişti. Ekmekçi, bir tabla ekmeği başı üzerinde götürürken havadan kuşların hücûm edip ekmekleri yediklerini anlatmış, Yûsuf -aleyhisselâm- da bunu, ekmekçinin pâdişâh tarafından îdam ettirileceğini ve havadan kuşların inip başının etini yiyeceklerini söyleyerek tâbir etmiştir. Sâkî de rüyâsında, evvelki gibi sarayda pâdişâha sâkîlik yaptığını gördüğünü ifâde edince, Yûsuf -aleyhisselâm-:
“–Sen yine pâdişahın makbûlü olup sâkîliğini yaparsın.” diye tâbir etmiştir. Hakîkaten bu keşifler, aynen tâbirde buyrulduğu gibi zuhûr etmiştir.
Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere tâbir ilminin büyük bir kısmı keşfe dayanır. Bunun için de tâbircinin mânevî bir derecede olması gereklidir. Nitekim İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde okuduğumuz sırada hocalığımızı yapmış bulunan Merhum Celâleddin Öktem Hocaefendi, vaktiyle rüyâ tâbirinde gerçek bir üstad imiş. Kendileri, rüyâ tâbirinin berrak ve rûhânî bir kalb ile yapılabileceğini ifâde eder, tâbirin isâbetini tâbircinin takvâsına bağlardı.
Celâleddin Öktem Hocamız -rahmetullâhi aleyh-, gençlik yıllarında idâdîlerde (liselerde) din dersleri okutur ve diri bir gönülle takvâ üzere bir hayat yaşarmış. O yıllarda, isâbetli tâbirleriyle şöhret yapmış. Böyle isâbetli tâbirlerinden pek çok misâl anlattıktan sonra hocamız derdi ki:
“–Bir zaman geldi ki, bu perde bana kapandı. Çünkü din dersleri lağvedildi. Beni de Felsefe hocası olarak tâyin ettiler. Akıl mahsûlü olan felsefî nazariyeler içinde yüzmeye başlayınca, gönül pınarlarım kurudu.”
KASİDE-İ BÜRDE’NİN ŞAİRİ İMAM BUSİRİ’NİN RÜYASI
Sâdık rüyâlara âit meşhur misâllerden bir diğeri de şöyledir:
Meşhur Kasîde-i Bürde şâiri İmâm Bûsirî bir gün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona:
“–Yâ Bûsirî! Bu gece rüyanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar.
İmâm Bûsirî:
“–Hayır, görmedim.” diye cevap verir.
Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey demeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri İmâm’ın gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur.
O gece İmâm, rüyâsında Hazret-i Peygamber’i görür ve uyanınca içinin neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i medheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsına daldıran birçok medhiyeler yazar.
Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhur Kasîde-i Bürde’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler.
Kasîdeyi bitirdiği gece rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsirî’nin felçli uzuvlarını mesh eder. Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmam Bûsirî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder.
O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde câmiye giderken, yolda Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Hazret ona:
“–Yâ Bûsirî! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.
İmâm Bûsirî:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i medh eden kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz?” diye sorar.
Şeyh Ebu’r-Recâ:
“–Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğunu istiyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kasîdeden çok memnûn olduğunu gördüm.” der.
Bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığını bilen İmâm Bûsirî hayretler içinde kalır.[5]
İslâm âleminde pek çok misâlleri bulunan keşf, firâset, ilham ve sâdık rüyâlar vesîlesiyle gayb âlemine âit pek çok sırrın, sâdık kimselere ayân olduğu görülmektedir. Hâlbuki;
“...Göklerde ve yerde, Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez...” (en-Neml, 65) beyânı, ilâhî bir hakîkattir. O hâlde burada bir îzâha ihtiyaç vardır.
Bu îzah, esâsen, “...Kulumu sevince Ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum...” (Buhârî, Rikâk, 38) kudsî hadîsinin muhtevâsında mevcuttur. Keşf ve ilhâmın merkezi, Allâh’ın insana üflediği rûhtur. Zâhiren, bedendeki baş gözüyle bakılsa bile; o gözde mevcut olan “ilâhî nûr” karşısında gaybın perdeleri, Allâh’ın dilediği ölçüde hükümsüz kalıverir. Bu takdirde gaybı gösteren yine Allah’tır. Yoksa kulda gaybı görecek, işitecek ve bilecek bir kudret yoktur. Kulun bilmesi, ancak Allah Teâlâ’nın kuluna lutfedip bildirmesi sâyesindedir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“(Rasûlüm!) Bunlar, Biz’im Sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir...” (Âl-i İmrân, 44) buyurarak bâzı gaybî hakîkatleri bildirdiğini haber vermektedir.
Bir de şu var ki, gayb iki türlüdür: Mutlak gayb ve izâfî gayb.
Allah’tan gayrısının bilemeyeceği gayb, mutlak gaybdır. Bir kimsenin mutlak gaybdan bir şey bilebilmesi, kendi dirâyetine bağlı değildir. O, ancak Allâh’ın bildirmesiyle bilinebilir. Bu biliş de O’nun lutfu kadardır.
İzâfî gayb ise bâzılarına mâlum, bâzılarına meçhûl olan keyfiyetlerdir. Meselâ bir kimsenin cebindeki parayı yalnız kendi bilir, başkası bilmez. Bâzı kimseler için gayb olan bir şey, bâzı kimseler için gayb olmayabilir.
Burada Allâh’ın velî kulları için mevzubahis olan gayb, mutlak gaybdır ki o da ancak Allâh’ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bilinebilir.
SADIK RÜYALARI KİMLER GÖRÜR?
Gerçek Hak dostları, tahmin ve teşhislerinde ne kadar isâbet etseler de, keşf ve firâset sâhibi olduklarını iddiâya kalkışmazlar. Öyle insanlar vardır ki yüzlerine bakıldığında Allah hatırlanır. Dillerinden hikmet ve mârifet damlaları dökülür. Tâbir câizse konuşmaz, sanki konuşturulurlar. Buna rağmen, Hakk’ın lutufları karşısında iki büklümdürler. Zîrâ insan zayıf bir varlıktır. Haddi aşarak gurura kapılabilir. İnsanın kendisini üstün görmesi ise en büyük felâkettir. Bu takdirde Cenâb-ı Hak da kulunu îkaz için ona acziyeti tattırabilir.
Aslında firâset, keşf ve sâdık rüyâlar, Allâh’ın sâlih kullarına hakîkatleri ilham ederek lutufta bulunmasından ibârettir.
Dipnotlar:
[1] Hadis şârihleri, “zamanın yaklaşması” ifâdesini, gece ile gündüzün eşit olması, kıyamete yakın ya da sabaha yakın (seher vakti) veya zamânın kısalması olarak açıklamışlardır.
[2] Sâdık rüyânın, nübüvvetin kırk altıda biri olması husûsu şöyle açıklanmıştır: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği 23 sene sürmüştür. Nübüvvetin ilk altı ayı, sâdık rüyâlar şeklinde gerçekleştiğinden, bu süre (altı ay) yirmi üç yılın “kırk altıda bir”ine tekâbül etmektedir.
[3] Bayezid Câmii dersiâmlarından Hâfız Hulûsî’ye âit bu risâle, h. 1305 yılında İstanbul’da basılmıştır.
[4] Bkz. Yûsuf Sûresi, 6 ve 111. âyetler.
[5] Bkz. İlhan Armutçuoğlu, Kasîde-i Bürde Manzum Tercümesi, s. 7-10.
[1] Hadis şârihleri, “zamanın yaklaşması” ifâdesini, gece ile gündüzün eşit olması, kıyamete yakın ya da sabaha yakın (seher vakti) veya zamânın kısalması olarak açıklamışlardır.
[2] Sâdık rüyânın, nübüvvetin kırk altıda biri olması husûsu şöyle açıklanmıştır: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği 23 sene sürmüştür. Nübüvvetin ilk altı ayı, sâdık rüyâlar şeklinde gerçekleştiğinden, bu süre (altı ay) yirmi üç yılın “kırk altıda bir”ine tekâbül etmektedir.
[3] Bayezid Câmii dersiâmlarından Hâfız Hulûsî’ye âit bu risâle, h. 1305 yılında İstanbul’da basılmıştır.
[4] Bkz. Yûsuf Sûresi, 6 ve 111. âyetler.
[5] Bkz. İlhan Armutçuoğlu, Kasîde-i Bürde Manzum Tercümesi, s. 7-10.