Hiç şüphe yok ki, bizzat yaparak ve tatbik ederek öğretmek, söylemeye ve anlatmaya göre daha çok tesir eder. Bu usûl, mevzûun anlaşılıp öğrenilmesinde daha tesirlidir. Örnek almayı daha çabuk sağlar. Hatıra gelebilecek farklı ihtimalleri ortadan kaldırır. Ayrıca fiilî ve tatbîkî bir şekilde öğretmek, tabiî ve fıtrî öğretme usûlüdür.
Allah Rasûlü’nün en mühim ve en büyük tâlim metodu da bu idi. Bu husûsiyet O’nun, getirdiği dinde doğru olduğunun en büyük delilidir. Çünkü bir emir getirmiş, bunu evvelâ kendisi tutmuş; bir şeyden nehyetmiş, bundan evvelâ kendisi uzaklaşmış; nasihatta bulunmuş, kendisi de hissedâr olmuş; korkutmuş, kendisi ilk korkan olmuş; ümidlendirmiş, ümid edenlerin önderi olmuş…
EFENDİMİZ, SÖYLEDİĞİ HAKİKATLERİ BİZZAT YAŞAYARAK TÂLİM EDERDİ
Fahr-i Kâinât Efendimiz, tebliğe ilk başladığında muhataplarını ikna etmek üzere birinci delil olarak “örnek hayatını” göstermiştir. Safâ Tepesi’nde yüksek bir kayanın üzerinden Kureyşlilere seslenerek:
“–Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” diye sordu. Onlar da hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar seni hep doğru olarak bulduk. Yalan söylediğini hiç duymadık!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), kendisinin Allah tarafından gönderilen uyarıcı bir peygamber olduğunu îlân etti. Sözlerine inanıp Allah’ın arzu ettiği gibi bir hayat yaşayanların âhirette son derece güzel mükâfâtlara nâil olacaklarını, inkârcıların da pek şiddetli bir azapla karşılaşacaklarını, dolayısıyla bu dünyadayken o ebedî hayat için çok iyi hazırlanmak gerektiğini heyecanla anlattı. Ancak insanları yanlış inançlarından çevirmek çok zordu. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Ahmed, I, 159, 111)
Rasûlullah (s.a.v), İslâm’a dâvet ettiği insanların, İslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin etmelerine imkân hazırlamıştır. Bedir gazvesinde ele geçirilen esirleri topluca bir yerde tutmamış, bunları ashâb-ı kirâma birer birer dağıtarak misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını tavsiye buyurmuştur. Allah Rasûlü’nün bu uygulaması, esirlerin, sahâbenin yaşadığı İslâmî hayatı yakından müşâhede etmesi, o hayatın güzelliğini görmesi ve böylece gönüllerinin Hak yoluna ısınması gayesine matuftu. (İbn-i Hişam, II, 288)
Aynı şekilde Medine’ye değişik sebeplerle gelen bazı hey’et mensuplarının, ashâbın evlerine dağıtılarak misâfir edilmelerinde de bu maksat göz önünde bulundurulmuştur. (Ahmed, III, 432)
Tâif heyeti Medine’ye geldiğinde, Müslümanların Kur’ân okuyuşları, namaz kılışları, huşu ve huzur içinde ibadetleri kalplerini rikkate getirsin diye Efendimiz onları Mescid’de misafir etmiştir. (Ebû Dâvûd, İmâret, 26)
Hz. Enes’in bildirdiğine göre:
“Rasûlullah (s.a.v), Muhâcirlerin ve Ensâr’ın, (namaz erkânını) kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâce, Salât, 44)
Mâlik bin Huveyris (r.a) şöyle anlatıyor:
Yaşça akran beş on kişiyle Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gelip yirmi gün kaldık. Peygamber Efendimiz, pek merhametli ve şefkatli idi. Âilemizi özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de söyledik. Bunun üzerine buyurdu ki:
“−Ehlinizin yanına dönünüz ve aralarında bulununuz. Onlara gerekli bilgileri öğretiniz, söylenecek şeyleri söyleyiniz!”
Daha birçok şeyler buyurdu ki şimdi bunların bir kısmını hâlâ hatırlıyorum, bir kısmını ise hatırlayamıyorum. Sonra şöyle devâm etti:
“−Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız! Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imam olsun!” (Buhârî, Ezân, 18)
Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz evvelâ bu sahâbîlerine fiilî bir kıstas olmuş, dînin nasıl yaşanacağını öğretmiş, sonra da kavimlerine dönerek onların içinde söz ve davranış cihetiyle numûne-i imtisâl bir hayat sürmelerini emretmiştir.
Rasûlullah (s.a.v)’e bir bedevi geldi ve O’na abdestin nasıl alınacağını sordu. Rasûlullah (s.a.v) abdestin alınışını, uzuvlarını üçer defâ yıkayarak gösterdi, sonra da şöyle buyurdu:
“–Abdest işte böyledir. Kim buna ziyâdede bulunursa kötü bir iş yapmış, haddi aşmış ve de zulmetmiş olur.” (Nesâî, Tahâret, 105)
Sehl bin Sa’d (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v) minber üzerinde ayağa kalkarak kıbleye yöneldi, tekbir aldı, insanlar da kalkıp arkasında namaza durdu… Namazı bitirince insanlara döndü ve:
“−Ey insanlar! Bana uymanız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenebilmeniz için böyle yaptım.” buyurdu. (Buhârî, Salât, 18; Müslim, Mesâcid, 44)
Hac yaptığı esnâda Müslümanların rahatça görüp öğrenebilmeleri için, birçok rüknü deve üzerinde yapmış ve:
“Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağını benden öğreniniz. Bilmiyorum, belki de bu yılımdan sonra bir daha haccedemem” buyurmuştur. (Ahmed, III, 318; Müslim, Hacc, 310)
1- ASHAB-I KİRAMIN YAŞAYARAK TALİM ETMESİ
Ebû Mâlik el-Eş’arî (r.a) kavmini topladı ve:
“–Ey Eş’arîler! Toplanın, kadınlarınızı ve çocuklarınızı da toplayın ki bize Medîne-i Münevvere’de namaz kıldıran Rasûlullah’ın namazını size öğreteyim.” dedi.
Bunun üzerine kavminin hepsi toplandı, kadınlarını ve çocuklarını da topladılar. Ebû Mâlik abdest aldı, abdestin nasıl alınacağını onlara gösterdi ve abdest suyunu âzâlarına iyice ulaştırdı. Zevalden sonra öğle namazı için kalktı, ezan okudu, erkekleri öne saf tutturdu, onların arkasına (bülûğa ermeyen) erkek çocukları aldı, erkek çocukların arkasına da kadınları saf tutturdu. Sonra namaz için kâmet getirdi, öne geçti… Tâdil-i erkân üzere namaz kıldırdı. Namazı bitirince kavmine döndü ve şöyle dedi:
“–Namazdaki şu tekbirlerimi, ezberleyin, rükû ve secdemi öğrenin. Çünkü bu, gündüzün şu vaktinde bize namaz kıldıran Allah Rasûlü’nün namazıdır… (Ahmed, V, 343)
2- DİNÎ HÜKÜMLERİ TEDRÎCÎ BİR SİSTEMLE YAVAŞ YAVAŞ ÖĞRETİRDİ
Muhâtabın kâbiliyetine göre tâlim etmiştir.
Cenâb-ı Hak kâinâta ve insan tabiatına tedrîcîlik kânununu koymuştur. Bir şey birden bire oluvermez. Yavaş yavaş şartları oluşur ve derece derece meydana gelir. Meselâ insan dokuz ayda gelişimini tamamlar ve doğar. Bunun gibi zihnî melekeler de kademe kademe gelişir ve ilerler. İnsan bir ilmi birden bire öğrenivermez. Evvelâ esas kâidelerini öğrenir, sonra teferruatına girerek bölüm bölüm öğrenir ve böylece bir bütünü tamamlar. Kolaydan zora, küçükten büyüğe doğru yavaş yavaş mesafe kat eder. Dînî tâlim ve terbiyede de bu esasa riâyet etmelidir. Muhâtaptan bir anda her şeyi öğrenip tatbik etmesini istemek doğru değildir. Onun zamana ve tedricîliğe ihtiyacı olduğunu bilmek îcâb eder. Evvelâ îtikâdî mes’eleleri, sonra mühim ibâdetleri ve muâmelâtı, daha sonra da âdâb ve erkânı öğretmelidir.
Bazı haramlar birkaç merhalede tamamen yasaklanmıştır.
Rasûlullah (s.a.v) Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken ona şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Muhakkak ki sen ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın resulü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şayet buna itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine bir gündüz ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaktan sakın! Mazlumun bedduasını almaktan çekin, çünkü onun bedduası ile Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât, 41, 63; Müslim, Îmân, 29-31)
Cündeb bin Abdullah (r.a) şöyle anlatır:
“Biz, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v)’in yanında bulunan ergenlik çağında bir grup genç idik. Kur’ân’ı öğrenmeden evvel imanı öğrendik. Daha sonra Kur’ân’ı öğrendik de onun sayesinde imanımız arttı.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 9)
Ebû Abdurrahman es-Sülemî de şöyle anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.v)’in ashâbından bizlere Kurân-ı Kerim tâlim eden biri vardı. Bize şu haberi verdi:
“Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bunlardaki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah (s.a.v) bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (Ahmed, V, 410; Heysemî, I, 165)
Rasûlullah (s.a.v) her seviyedeki ve her yaştaki insanın muallimidir:
Câhil-âlim, bedevi-üst zümre, çocuk-yetişkin…
3- ÖĞRETİRKEN ÎTİDALE VE İNSANLARI BIKTIRMAMAYA DİKKAT EDERDİ
Ebû Mûsâ (r.a) anlatıyor:
“Rasûlullah (s.a.v) ashabından birini herhangi bir iş için gönderdiğinde:
«Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız» diye emir buyururdu.” (Müslim, Cihâd, 6; Ebû Dâvûd, Edeb, 17/4835)
Abdullah bin Mes’ûd (r.a) insanlara perşembe günleri vaaz ederdi. Bir kimse ona:
“–Ebû Abdurrahman! Keşke bize her gün vaaz etsen” dedi. İbn-i Mes’ûd (r.a) şunları söyledi:
“–Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) de bıkıp usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğumuz günleri kollardı.” (Buhârî, İlim, 11-12)
İbâdette dahî o şekilde davranmıştır. Bir sahâbî namazı çok uzatınca onu “Nefret mi ettireceksin?” diye îkâz buyurmuştur.
Muâz bin Cebel (r.a) kavmine imamlık yapardı. Bir gece namaz kıldırırken Bakara sûresini okumaya başladı. Bir kişi selam vererek cemaatten ayrıldı, namazını tek başına kılarak çekip gitti. Ona:
“−Ey filan, nifak mı çıkarıyorsun?” dediler. O da:
“−Vallahi hayır, Rasûlullah (s.a.v)’e gidip (Muâz’ın yaptığını) haber vereceğim” dedi. Efendimiz’in yanına vardığında:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, biz develerle su taşıyan insanlarız. Gündüzleri çalışıyoruz. Muâz bize gelip Bakara sûresi ile namaz kıldırmaya başladı” dedi.
Rasûlullah Efendimiz, Hz. Muâz’a yöneldi ve:
“–Ey Muâz, sen fitneci misin? Veşşemsi’yi, Vedduhâ’yı, Velleyli izâ yeğşa’yı, Sebbihisme Rabbikel-a’lâ’yı oku!” buyurarak ona kısa sûreleri okumasını tavsiye etti. (Müslim, Salât, 178; Buhârî, Ezân, 60, 63, 66)
İbn-i Abbas (r.a) talebeleriyle birlikte oturduğunda onlara bir müddet hadîs-i şerîf nakleder, sonra:
“–İştahımızı açın! Yâni lâtife yapın, şiir okuyun, muhakkak ki rûh da, bedenlerin usanması gibi usanır” der ve Arapların darb-ı mesellerini anlatmaya başlardı. Sonra yine derse döner ve bunu ihtiyaç duydukça defalarca tekrarlardı. (Kettânî, II, 237)
Bir muallim talebesinin hâlini simasından anlayacak…
Fuzûlî tekrarlar bıkkınlık verir…
Muallim zil çaldığında derse girmeli, zilin çalmasıyla da dersten çıkmalıdır.
4- ŞAHSÎ FARKLILIKLARI GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURURDU
Peygamber Efendimiz’e farklı kültürlerden, farklı kabîlelerden ve farklı seviyelerde insanlar gelirdi. Allah Rasûlü (s.a.v), onların anlayacağı dille karakter ve ihtiyaçlarına göre hitâb ederdi. Sorularına durumlarına göre cevap verirdi. Meselâ:
− Amellerin en fazîletlisi hangisidir? sorusuna, muhâtaba ve zamâna göre:
“– Allah’a îmân, Allah yolunda cihâd ve hacc-ı mebrûr!” (Buhârî, Hacc, 4)
“– Zikrullah!” (Muvatta, Kur’ân, 24)
“– Allah için sevmek!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 2)
“– Namaz!” (İbn-i Mâce, Tahâret, 4)
“– Anne ve babaya hizmet!” (İbn-i Esîr, Üsüdü’l-gâbe, IV, 330)
“– Hicret!” (Nesâî, Bey’at, 14) şeklinde farklı cevaplar vererek her birine, kendisi için en münâsip olan ameli tavsiye etmiştir. Zîrâ Efendimiz muhâtabının ihtiyâç, imkân ve durumunu çok iyi tahlil ediyor ve yapması gereken husûsu öne çıkarıyordu.
− Sadakanın hangisi en fazîletlidir? diye soran ve fakîr bir kimse olan Ebû Hüreyre hazretlerine:
“− Fakir olanın, güç ve kuvvetiyle insanlara yardımda bulunmasıdır.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 40) buyururken, aynı suali soran ve bir kabile reisi olan Sa’d bin Ubâde’ye:
“− Kuyu kazdırarak su çıkarmaktır.” cevabını vermiştir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 41)
Bir kimse Nebî (s.a.v)’e: “Bana öğüt ver.” dedi. Peygamber Efendimiz de ona:
“–Kızma!” buyurdu. Adam dileğini bir kaç kez tekrar etti. Peygamber (s.a.v) de (her defasında ısrarla): “Kızma!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 76)
Ukbe bin Âmir (r.a), Peygamber Efendimiz’e:
“–Ya Rasûlallah, kurtuluş nerededir?” diye sorunca Allah Rasûlü (onun hâlet-i rûhiyesine ve ihtiyacına binaen):
“–Diline sâhip ol, (fitneler ortalığı kapladığında) evine sığın ve günahlarına gözyaşı dök.” buyurmuştur. (Tirmizi, Zühd, 61)
Allah Rasûlü (s.a.v) İbn-i Abbas (r.a)’ya:
“Ey İbn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman fitneye düşmelerine sebep olur.” tavsiyesinde bulunmuştur. (Deylemî, V, 359)
“İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri söyleyin!” (Hz. Ali) (Buharı, İlim, 49)
Muâz bin Cebel (r.a) şöyle anlatıyor: Ben, merkeb üzerinde Rasûlullah (s.a.v.)’in terkisinde idim. Bana:
“–Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerinde, kulların da Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” buyurdu. Ben:
“−Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, onların sadece Allah’a kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır. Kulların da Allah üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak tutmayanlara azâb etmemesidir” buyurdu. Ben hemen:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi?” dedim.
“–Müjdeleme, onlar buna güvenip tembellik ederler.” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 46; Müslim Îmân, 48, 49)
İbn-i Abbas (r.a)’dan gelen bir rivayete göre ashâb-ı kiram:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Senden duyduklarımızın hepsini haber verelim mi?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):
“−Evet, ancak bir topluluğa akıllarının almayacağı bir şeyi anlatmanız hariç. Çünkü bu durum, bazılarının fitneye düşmelerine yol açar” buyurdu.
Bu uyarıdan sonra İbn-i Abbas hazretleri bir topluluğa herhangi bir hususu izah ederken bazı şeyleri imâlı olarak anlatırdı. (Ali el-Müttaki, X, 307)
İbn-i Ebî Müleyke diyor ki:
Bana bazı şeyleri izah etmesi için İbn-i Abbas’a mektup yazdım. O bazı şeyleri benden saklayıp yazmıyordu. Gıyabımda:
“O samimi bir evlattır, onun için pek çok şeyi seçip ayırıyorum, bazı şeyleri de ondan gizliyorum.” demişti. (Müslim, Mukaddime, 7)
İnsanların tabiat ve konumları farklı farklı olduğu için her birine söylenecek sözün, sergilenecek davranışın ona göre olması gayet tabiîdir. Bu sebeple tebliğcinin, insanların rûhî yapısını, istîdât ve karakterini çok iyi tahlil edebilecek bilgi, kültür ve hissiyât derinliğine sâhip olması zarûrîdir.
5- KARŞILIKLI KONUŞMA VE SORU-CEVAP METODUNU KULLANIRDI
Allah Rasûlü (s.a.v)’in en mühim tâlim metodlarından biri de, dinleyenlerin dikkatlerini toplamak, vereceği cevâba teksîf etmek ve bilgiyi kalıcı hâle getirmek için karşılıklı konuşması ve sual sormasıydı.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v):
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb:
“–Bizim aramızda müflis, parası va malı olmayan kimsedir” dediler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular. (Müslim, Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2)
Birgün Rasûlullah (s.a.v):
“–Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa da, o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, kirinden bir şey kalır mı?” diye sordu. Sahâbîler:
“–O kimsenin kirinden hiçbir şey kalmaz.” dediler. Rasûl-i Ekrem:
“–Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder” buyurdular. (Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 283)
TALİM TERBİYEDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER
Ebu Damdam misali… Cibrîl Hadîsi…
Cibrîl Hadîsi tâlim, terbiye ve tezkiye faaliyetlerinde dikkat edilmesi lâzım gelen pek ehemmiyetli esaslar ihtiva etmektedir. Bunları şöyle izah edebiliriz:
1) Âlimin soru soran kimseye şefkatle yaklaşması ve onu yakınına getirmesi gerekir. Böyle davrandığı takdirde talebe korkmadan ve sıkılmadan suallerini sorabilir.
2) Kişi suallerini nâzik, kibar ve edepli bir üslupla sormalıdır.
3) Bir âlimin meclisine gelen kimse, oradakilerin ihtiyacı olup da soramadıkları bir hususu fark ederse bunu sormalıdır. Böylece alacağı cevap herkese faydalı olacaktır.
4) Sual sorup onun cevâbını almak suretiyle meseleler daha dikkatli dinlenilmekte ve daha iyi anlaşılmaktadır.
6- MUHATABINI AKLÎ VE MANTIKÎ İZAHLARLA İKNÂ EDERDİ
Kur’ân-ı Kerîm, tefekkürü geliştirmek için dâimâ misaller verir ve aklı kullanmaya teşvik eder.
Rasûlullah (s.a.v), öğretmek istediklerini sadece tebliğle kalmaz, muhatabın durumuna göre aklî ve mantıkî delillerle onu iknâ ederdi. Efendimiz bu usulle, yanlış olan bir şeyi doğru zanneden kimsenin kalbinden bâtılı söküp atmayı hedeflerdi.
A) Ay tutulması - Hz. İbrahim’in vefatı
B) Her müneccim yalancıdır.
C) İbrahim’in yıldızlara bakıp “Ben batanları sevmem” demesi…
Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:
“Rasûlullah’ın sağlığında Kudâa kabilesinin Beliyy boyuna mensup iki zât birlikte İslâm’a girmişlerdi. Bilâhare birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle ölmüştü. Talha bin Ubeydullah, «Rüyamda, bir sene sonra vefât edenin şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim!» diye anlattı. Sabah olunca Talhâ’nın bu rüyâsı Efendimiz’e anlatıldı. Rüyâyı dinleyen Allah Rasûlü (s.a.v), başta namaz olmak üzere, bütün ibâdetlerin mükâfatını gösteren şu cevâbı verdi:
«–O, şehid olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!)»” (Ahmed, II, 333)
Ebû Vâil der ki:
“Bir gün biz Urve bin Muhammed bin es-Sa’dî’nin yanına gitmiştik. Orada bir kişi, bazı sözler söyleyip Urve’yi kızdırdı. Bunun üzerine Urve kalktı, abdest aldı, sonra abdestli olarak yanımıza gelip Rasûlullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu nakletti:
“Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söndürülür. O hâlde biriniz öfkelendiğinde abdest alsın!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3/4784; Ahmed, IV, 226)
Zina etmeyi düşünen bir gence böyle bir şeyi kendi akrabaları için isteyip istemeyeceğini sordu. Genç:
«–Allah beni senin yoluna kurban etsin, hayır, vallahi istemem yâ Rasûlallah!» cevâbını verince:
«–Diğer insanlar da böyle bir şeyi istemezler» buyurdu.
Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) mübârek elini gencin üzerine koyup:
«Allah’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhâfaza eyle!» diye duâ etti. Genç bundan sonra böyle bir şeye hiç tenezzül etmedi.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)
7- ZEKÂLARINI AÇMAK VE BİLGİ SEVİYELERİNİ ÖLÇMEK İÇİN SUALLER SORARDI
Hz. Mevlânâ bu hâli ne güzel ifade eder:
“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar arasında gazel atma!”
Peygamber Efendimiz’e bir kimseden bahsedildiği zaman: Aklı nasıldır?” diye sorardı.
İbn-i Ömer (r.a) anlatır: Rasûlullah (s.a.v)’in yanındaydık:
“–Söyleyin bakalım, müslüman kişiye benzeyen ağaç hangisidir. O ağaç yeşildir, yaprağını hiç dökmez, o şöyle şöyledir (diye o ağacın güzel vasıflarını saydı. Sonra da:) «Rabbinin izniyle her an meyvesini verip durur»[2]“ buyurdu.
Gönlüme o ağacın hurma olduğu geldi. Ancak baktım Hz. Ebû Bekir ve Ömer konuşmuyorlar, ben de konuşmayı uygun görmedim. İnsanlar (isabetli) bir cevap veremeyince Rasûlullah (s.a.v)
“–O hurma ağacıdır” buyurdu. Oradan ayrıldığımızda babam Hz. Ömer’e:
“–Babacığım, vallahi gönlüme o ağacın hurma olduğu geldi” dedim.
“–Peki niçin söylemedin?” dedi.
“–Siz konuşmayınca ben de bir şey söylemeyi uygun bulmadım” dedim. Babam şöyle dedi:
“–Sen onu söylemiş olsaydın, bu benim için şundan şundan daha sevimli olurdu.” (Buhârî, Tefsîr, 14/1)
8- TEŞBİH, TEMSİL ve MUKAYESELER YAPARDI
Allah Rasûlü (s.a.v), mücerred mes’eleleri müşahhas misallerle kolaylaştırarak anlatmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de ölümden sonra tekrar diriliş için pekçok misaller verilir.
Fetih sûresinin son âyetindeki misâl:
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan iman edip sâlih ameller işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih, 29)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Mü’min bal arısına benzer. Arı; dâimâ temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve nâzik davrandığı için konduğu yere zarar vermez, orayı kırıp bozmaz. Düştüğünde ise kırılmaz, bozulmaz.” [3]
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk, 26. Ayrıca bkz. Müslim, Edep, 82; Ahmed, II, 244)
Bir rivâyette de:
“Siz hemen elimden kurtulup ateşe atılıyorsunuz” buyrulmaktadır. (Suyûti, el-Câmi, h.no: 8168; er-Râmehurmüzî, 22; Aynî, XXIII, 76)
Rasûlullah (s.a.v):
“–Cennet bahçelerine uğradığınızda (meyvelerinden bol bol) yiyiniz” buyurur.
Ebû Hüreyre (r.a):
“–Cennet bahçeleri nedir yâ Rasûlallah?” diye sorar. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Mescidler” diye cevap verir.
Yine Ebû Hüreyre (r.a):
“–Meyvelerinden yemek nasıl olur yâ Rasûlallah?” diye sorar. Rasûlullah (s.a.v) de:
“–Sübhânallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illallah ve Allahu ekber’dir” diye cevap verir. (Tirmizî, Deavât, 82/3509)
Enes (r.a):
“–Cennet bahçeleri nedir, yâ Rasûlallah?” diye sorar. Rasûlullah (s.a.v):
“–Zikir halkaları” diye cevap verir. (Tirmizî, Deavât, 82/3510)
İbn-i Abbâs -radıyallahu anhümâ- anlatıyor:
Bir kimse Rasûlullah (s.a.v)’e gelerek:
“–Yâ Rasûlallah! Annem vefat etti, üzerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına borcunu ödeyeyim mi?” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödeyivermez miydin?” diye sordu.
“–Evet, öderdim!” deyince, Aleyhissalâtu vesselâm:
“–Allah’ın borcu ödenmeye daha lâyıktır!” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 155)
Diğer bir rivâyette Allah Rasûlü:
“–Annenin üzerinde borç olsaydı da sen ödeyiverseydin, bu borç onun yerine ödenmiş olur muydu?” diye sordu. Muhâtabı:
“–Evet!” deyince de:
“–Öyleyse annene bedel oruç tut!” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 156)
Ebû Rezin el-Ukaylî (r.a) anlatıyor: Bir gün:
“−Ey Allah’ın Resulü! Allah, mahlûkatı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misali nedir?” diye sordum.
Efendimiz (s.a.v):
“−Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular. Ben:
“−Elbette!” deyince, Allah Rasûlü (s.a.v):
“−İşte bu, Allah’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)
Nebî (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Altta oturanlar su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Onlar:
«−Hissemize düşen yerden bir delik açsak da, üsttekileri rahatsız edip durmasak» dediler.
Şayet üstte oturanlar, alttakileri bu isteklerini yerine getirmek hususunda serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket, 6; Tirmizî, Fiten, 12)
Cemiyetteki günah ve kötülüklere bigâne kalmak da aynen bunun gibi helak sebebidir. İnsan fert olarak kendisini muhafaza etse bile, diğer insanları irşad etme mes’uliyetini îfâ edememenin cezasını hem dünyada hem de âhirette çeker. Kötülüğün yaygın olduğu toplumda dünyaya gelen nesiller de kendilerini o akıntıya kaptırırlar. Fesat, bozulma ve düzensizlik artar; katlanarak büyür. Buna bir noktada dur demek gerekir. Zira iyiliği emredip kötülükten sakındırmak müslümanların en mühim vazifelerinden biridir. Bu hakikati Efendimiz (s.a.v) güzel bir misalle daha anlaşılır hâle getirmiştir.
Mü’min toplumun gidişinden mes’ûldür.
Rasûlullah (s.a.v)’in şu hadîs-i şerîfi teşbih ve temsiller açısından ne kadar zengindir:
“…Yahya (a.s) insanları Beytu’l-Makdis’te topladı. Mescid ağzına kadar doldu. Mahfillere de oturdular. (Söz alıp):
“–Allâh bana beş kelime gönderdi ve onlarla amel etmemi ve size de amel etmenizi emretmemi bana emretti:
Bunlardan birincisi Allâh’a ibadet etmeniz, ona hiçbir ortak koşmamanızdır. Allâh’a ortak koşanın misali şudur: Bir adam, kendi öz malından altın veya gümüş mukabilinde bir köle satın alır ve: «Bu benim evim, bu da işim. (Çalış kazandığını) bana öde!» der. Köle çalışır, fakat kazancını efendisinden başkasına öder. Kölenin böyle yapmasına hanginiz razı olur? Aynen bunun gibi, Allâh da size namazı emretti. Namaz kılarken (sağa-sola) bakınmayın. Zira Allâh yüzünü, sağa sola bakmadığı müddetçe namazda bulunan kulunun yüzüne çevirir.
Allâh size orucu emretti. Bunun misali şu insanın misaline benzer; O bir grup içerisindedir. Beraberinde bir çıkın içinde misk var. Herkes onun kokusundan hoşlanmaktadır. Oruçlunun (ağzında hâsıl olan) koku, Allâh indinde miskin kokusundan daha hoştur.
Allâh size sadakayı emretti. Bunun misali de şu adamın misaline benzer: Düşmanlar onu esir edip ellerini boynuna bağlamışlar ve boynunu vurmaları için cellâtlara teslim etmişlerdir. Adam: «Ben az veya çok (malımı) vererek kendimi fidye mukabilinde kurtarmak istiyorum» der ve nefsini fidye ödeyerek kurtarır.
Allah Teâlâ size, kendisini çokça zikretmenizi de emretti. Bunun misali de şudur: Bir kişi düşünün, düşmanları peşinden süratle geliyor ve onu yakalamak istiyorlar. O zât ancak sağlam bir kaleye sığınınca kendisini onlardan koruyabiliyor. Kul da böyledir. Kendisini şeytandan ancak Allah’ın zikri ile koruyabilir.”
Rasûlullâh (s.a.v) devamla dedi ki:
“Ben de size beş şeyi emrediyorum: Allâh onları bana emretti. Dinlemek, itaat etmek, cihâd, hicret ve cemaat. Zira, kim cemaatten bir karışcık ayrılırsa boynundaki İslam bağını çıkarıp atmıştır, geri dönen hariç. Kim de cahiliye davası güderse o cehennem yakıtlarından biridir!” (Tirmizi, Edeb 78/2863; Ahmed, IV, 130, 202)
Ahmed bin Hanbel’in rivâyetinde zikir ile alâkalı kısım şöyle biter:
“Kul Allah’ı zikretmeye devam ederse şeytana karşı, bu adamdan daha iyi korunmuş, daha muhkem bir yere sığınmış olur.” (Ahmed, IV, 130, 202)
9- MEVZÛYU İZAH ETMEK İÇİN ŞEKİLLER ÇİZERDİ
Abdullah bin Mes’ud (r.a) şöyle haber vermektedir:
Peygamber (s.a.v) yere bir dörtgen çizdi. Dörtgenin ortasına, onu bir kenarından keserek dışarı çıkan bir çizgi çekti. Ortadaki bu çizginin iki yanından ona doğru birtakım küçük çizgiler daha çizdi. Sonra çizgileri göstererek şöyle buyurdu:
“Şu insan, şu da onu kuşatmış olan ecelidir. Dörtgeni keserek dışarı çıkan, insanın arzularıdır. Ortadaki çizgiye yönelik küçük çizgiler, dert ve ıstıraplardır. İnsan bu dertlerin birinden kurtulsa, öteki gelip çarpar. Şundan kurtulsa, beriki gelip yakalar.” (Buhârî, Rikak, 4)
Hz. Câbir (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v)’in yanında otururken önüne bir çizgi çizdi ve:
“−Bu Allah Teâlâ’nın dosdoğru yoludur.” buyurdu.
Sonra söz konusu çizginin sağına ve soluna ikişer çizgi daha çizdi ve:
“−Bunlar da şeytanın yollarıdır.” buyurdu.
Daha sonra mübarek ellerini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu âyet-i kerimeyi kıraat buyurdu:
“Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur; öyle ise ona tabi olun. Sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın. Takvaya erişesiniz diye Allah bunları size emretti.” (el-Enâm 6/153) (Ahmed, III, 397)
Rasûlullah (s.a.v) biri uzağa, diğeri de yakına olmak üzere iki çakıl taşı atar ve:
“–Bunun ve şunun misâli neye benzer bilir misiniz?” diye sorar.
Orada bulunan sahâbîler:
“–Allah ve Rasûlü bilir” derler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Şu (uzağa düşen taş) emel, bu (yakına düşen taş) da eceldir.” buyurur. (Tirmizî, Edeb, 82)
10- SÖZLE BERABER JEST VE MİMİKLERİNİ DE KULLANIRDI
Bir gün Rasûl-i Ekrem (s.a.v), Muâz bin Cebel’in soruları üzerine ona bazı tâlimatlar verdi. Ancak bunlarla kalmayıp daha ileri gitmesini isteyerek ona daha hayırlı şeyler tavsiye etti. Bir müddet böyle devam ettikten sonra Peygamber Efendimiz fem-i saâdetlerine işaret buyurarak:
“–İnsan hep hayır konuşmalı, hayır konuşmayacaksa susmalı” buyurdu. Muâz (r.a):
“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), Muâz’ın dizine vurdu ve ona şunları söyledi:
“–Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Güneş, kıyamet gününde insanlara bir mil mesâfe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”
Hadisin râvîsi Süleym şöyle der:
“Allah’a yemin ederim ki, Rasûlullah mil ile yeryüzündeki mesafe ölçüsünü mü yoksa göze sürme çekmek için kullanılan mili mi kastetti bilmiyorum.”
Rasûl-i Ekrem:
“–İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Onlardan bir kısmı topuklarına, bir kısmı dizlerine, bazıları kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem vurur” buyurarak eliyle ağzına işaret etti. (Müslim, Cennet 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyamet 6)
Rasûlullah (s.a.v) birgün:
“Mü’min diğer mü’min için parçaları birbirini perçinleyen binâ gibidir.” buyurmuş, ardında (bunu açıklamak için) parmaklarını birbirine kenetlemiştir. (Buhârî, Mezâlim, 5)
Yine, “Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben, cennette şu ikisi gibiyiz” buyurup, işaret ve orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb, 24)
11- HAKKINDA BİLGİ VERMEK İSTEDİĞİ ŞEYİ YUKARI KALDIRIP GÖSTERİRDİ
Böylece bir şeyi hem sözle ifade etmiş, hem de müşâhede edilip görülmesini temin etmiştir. Bu ise kalplerin daha iyi kavramasını, mes’elenin daha iyi anlaşılmasını sağlar.
Efendimiz (s.a.v), altın kullanmanın erkeklere haram kılınışını tebliğ ederken parmağındaki altın yüzüğü cemaata göstermiş:
“–Ben bu yüzüğü takıyor ve kaşını da elimin içine çeviriyordum.” dedikten sonra onu çıkarıp atmış ve:
“–Vallahî bir daha onu takmayacağım!” buyurmuştur. (Buhârî, Eymân, 6)
Hz. Ali (r.a) şöyle der:
Rasûlullah (s.a.v) sol eline ipek, sağ eline de altın aldı. Sonra ikisini elleriyle yukarı kaldırdı ve:
“–Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır, kadınlarına ise helâldir” buyurdu. (İbn-i Mâce, Libâs, 19; Ebû Dâvûd, Libâs, 11)
Efendimiz (s.a.v), Veda Hutbesi’nin sonunda:
“–Tebliğ ettim mi?” diye sordu. “Evet, tebliğ ettin!” cevabını alınca elini semaya kaldırıp:
“Şâhid ol yâ Rabbî! Şâhid ol yâ Rabbî! Şâhid ol yâ Rabbî!” dedi.
12- SUÂL SORULMADIĞI HÂLDE SÖZE BAŞLAYARAK MÜHİM BİR MES’ELEYİ ANLATIRLARDI
Efendimiz (s.a.v), soruları ve ihtiyaçları, kişinin hâlinden ve sîmâsından teşhis ederdi. Bu, hocanın firâsetine bağlı bir keyfiyettir.
Bu metod, daha sonra ortaya çıkabilecek mes’ele ve şüpheleri baştan bertaraf etmeyi sağlar.
Huzeyfe (r.a) anlatıyor:
“Rasûlullah (s.a.v) bir hutbe îrâd ederek o günden kıyamete kadar olacak her şeyden bahsetti. Onu belleyen belledi ve unutan da unuttu. Rasûlullah’ın haber verdiği ve fakat unutmuş olduğum o şeylerden biri vukua gelince, öylesine canlı hatırlıyorum ki, tıpkı, kişinin gördüğü bir şahsın yüzünü, o şahıs yokken hatırlamadığı halde bilahare karşılaşınca hemen tanıyıvermesi gibi.” (Buharî, Kader 4; Müslim, Fiten 23; Ebû Dâvûd, Fiten 1/4240)
Rasûlullah (s.a.v) birgün şöyle buyurmuşlardı:
“Şeytan sizden birine gelir ve «Şunu kim yarattı?» diye sorar. (Sorularını devam ettirir ve) sonunda «Rabbini kim yarattı?» diye sorar. İş bu noktaya gelince kişi hemen Allah’a sığınsın ve bu tür düşüncelerden vazgeçsin.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 11; Müslim, Îman, 232; Ebû Dâvud, Sünnet: 19, (4721, 4722).)
İnsan, şeytanın dinini ve aklını bu tür vesveselerle bozmak istediğini bilmeli, böyle durumlarda tekbir getirip Allah’ın azametini düşünmeli ve başka şeylerle meşgul olarak bu şeytanın ilkâ ettiği düşünceleri kesip atmalıdır.
13- MUHATABININ SORUSUNA NE EKSİK NE FAZLA TAM CEVAP VERİRDİ
Bu şekilde dikkatlerin dağılmasına mâni olurdu. Nevvâs bin Sem’ân (r.a) şöyle anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v)’in yanında Medine’de bir sene (misafir) kaldım… Efendimiz’e bir defasında iyilik ve günahın ne olduğunu sorduğumda şöyle buyurdular:
“−İyilik ahlak güzelliğidir. Günah ise içine sinmeyen ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, Birr, 14-15)
Sehl-i mümtenî: İfadesi kolay fakat becerebilmesi zor…
14- İHTİYACA BİNAEN SORUYA FAZLASIYLA CEVAP VERDİĞİ DE OLURDU
Allah Rasûlü (s.a.v) îcâb ettiğinde şüphe bırakmayacak şekilde etraflı açıklamalarda bulunmuştur.
Rasûlullah (s.a.v) Ravhâ denilen yerde bir grupla karşılaştı:
“–Siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar:
“–Biz müslümanlarız, peki sen kimsin?” dediler. Hz. Peygamber:
“–Ben Allah’ın Rasûlüyüm” buyurdu. Bunun üzerine içlerinden bir kadın, (kucağındaki) küçük bir çocuğu Peygamber’e doğru havaya kaldırarak:
“–Bunun için de hac var mı?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem:
“–Evet, ona hac, sana da sevap vardır” buyurdu. (Müslim, Hac 409, 410, 411)
Rasûlullah (s.a.v), kadına sorduğundan daha fazla cevap vermiştir.
15- BAZEN MUHATABINI, SORDUĞU ŞEYDEN DAHA MÜHİM BİR HUSUSA YÖNLENDİRİRDİ
Bu şekilde muhâtabın ufkunu daha ötelere götürmüş, lüzumsuz şeylerle meşgul olmayı bırakıp kendisine faydalı şeylere zaman harcamasını tembih etmiştir.
Ashab-ı kiram bazen Peygamber Efendimiz’e bir mevzu hakkında sual sorar, Efendimiz ise muhtelif sebep ve hikmetlerle onu başka bir istikamete yönlendirirdi. Mevzuun, sual sorana daha ziyade fayda sağlayacak yönlerine temas ederdi. Yâni gayeye daha uygun ve faydalı olduğu için muhatabın beklemediği ve sualiyle talep etmediği yönde cevap verirdi. Buna belâgatta “uslûb-i hakîm” denmektedir. Bunun bir misâlini şu hâdisede görmekteyiz:
Ashab-ı kirâm:
“−Ey Allah’ın Rasûlü, hilâli görüyoruz ip gibi ince doğuyor, sonra artarak büyüyor, yuvarlaklaşıyor, sonra tekrar eksilmeye başlayıp ilk başladığı gibi incecik oluyor. Neden bir hâlde durmuyor?” diye sormuşlardı.
Cenâb-ı Hak şu âyet ile cevap verdi:
“Sana hilallerden sorarlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir».” (Bakara, 189) (Vâhidî, s. 56)
Sahabenin hilal ile ilgili olarak sorduğu soru hilalin fizikî yapısı ile ilgili iken âyet-i kerime onun insan hayatındaki fonksiyonuna dikkat çekti. İnsanların kendilerini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmayıp faydalı şeylere yönelmesi gerektiğine işaret edildi.
Bir kişi Allah Rasûlü (s.a.v)’e gelip:
“−Yâ Rasûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz:
“−Ona ne hazırladın?” diye karşılık verdi. Sahâbî:
“−Kıyâmet için fazlaca namaz, oruç ve sadaka hazırlayamadım, ancak Allah ve Rasûlü’nü çok seviyorum” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“−Sen sevdiklerinle beraber olacaksın!” buyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebi, 6)
Rasûl-i Muhterem Efendimiz, bu suali soran sahabisini, Allah Teâlâ’nın kimseye bildirmediği kıyâmetin ne zaman kopacağı meçhûlünü aramaktan kurtarıp, kendisine çok daha faydalı olan âhiret için sâlih ameller hazırlamaya yönlendirmiş, dikkatini bu noktaya teksif etmiştir.
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- aynı zamanda ümmetini kötü insanlarla arkadaşlık yapmaktan da sakındırmış olmaktadır. İnsan sevdiğiyle beraber olacağına göre kötü insanları arkadaş edinen kimse de onlarla birlikte olacaktır. Dolayısıyla âhirette kötü bir duruma düşmek istemeyen kişi, kötülere muhabbet beslememeli ve onlarla beraberlikten sakınmalıdır.
Bir kimse Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’e:
“–Yâ Rasûlallah! İhramlı ne giyebilir?” diye sordu. Âlemlerin Efendisi ona şöyle cevap verdi:
“–Gömlek, sarık, don, bornoz, keza vers (Yemen safranı) veya zâferanla boyanmış elbise giyemez. Nalin bulamazsa mest giysin lâkin onları topuklarına kadar kessin.” (Buhârî, İlim, 53; Hacc 21; Cezâu’s-Sayd 13, 15; Sâlât 9; Müslim, Hacc 1)
Sorunun cevabı çok uzun ve kapalı olacağından, Efendimiz soru soranın işini kolaylaştırmak ve mevzuyu daha iyi anlamasını sağlamak için farklı yönden cevap vermiştir.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bir bedevi gelip:
“–Şeref ve şan kazanmak, övülmek, ganimet elde etmek veya gösteriş için çarpışan kimse hakkında ne buyurursun?” diye sordu.
Başka birisi de:
“–Yâ Rasûlallah! Allah yolunda çarpışmak nedir? Kimi kızarak, kimi hamiyetinden dolayı çarpışıyor” diye sordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“– Kim yalnızca Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışırsa işte onunki Allah yolundadır!” buyurdu. (Buhârî, İlim, 45; Müslim, İmâre, 149-150)
Mevzuya hâkim olan hoca, bu metodu kullanarak talebesini daha kolay ve daha güzel yetiştirir. Onu lüzumsuz şeylerle meşgul olmaktan kurtarır ve hedefe, yorulmadan ulaşmasını sağlar.
16- BAZEN KENDİSİNE YÖNELTİLEN SORUYU TEKRARLATIRDI
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet tekrarlanır.
Mürselât sûresinde: “O gün yalanlayanların vay hâline!” âyeti on defa tekrar edilmektedir.
Rahman sûresinde: “O hâlde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilir siniz?” âyeti otuz bir defa tekrarlanmaktadır.
Hz. Âdem’e İblis’in secde etmemesi birçok defa takrar edilir. Aynı hâdise farklı yönlerine vurgu yapılarak, siyak ve sibak itibariyle farklı mânâlar yüklenerek nakledilir. O hâdise birçok vakıalarda tedâî hâlinde olur ve zihne devamlı telkinde bulunur.
Allah Rasûlü (s.a.v), muhâtabın bilgisini artırmak, verdiği cevaba ilâvede bulunmak, verdiği cevabı açıklamak ve dikkatleri çekmek için de bu metoda müracaat ederdi.
Rasûlullah (s.a.v) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir kişi ayağa kalkıp:
“–Yâ Rasûlallah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma kefâret olur mu?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur” buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.v):
“–Nasıl demiştin?” diye sordu. Sahâbî:
“–Şayet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma kefâret olur mu?” diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu. (Müslim, İmâre 117. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 32)
17- MUHATABIN ALDIĞI CEVABI TEKRAR ETMESİNİ İSTERDİ
Böylece Efendimiz’in verdiği cevap iyice yerleşir, unutulmaz ve yanlış anlamaların önüne geçilmiş olurdu.
18- MUHÂTABI İMTİHAN EDER, DOĞRU CEVAP VERDİĞİNDE ONU TAKDİR EDERDİ
İmam Mâlik’in babası bu metodu tatbik etmiştir. Her hadis ezberlediğinde ona mükâfat vermiş, bir müddet sonra İmâm Mâlik o hâle gelmiş ki babası mükâfât vermese bile seve seve hadis ezberlemeye devam etmiştir.
Takdir muhâtabın şevk ve gayretini artırır.
Übeyy bin Ka’b (r.a) şöyle anlatmaktadır: Rasûlullah (s.a.v) bir gün bana:
“−Ey Ebü’l-Münzir! Allah’ın Kitabı’ndan ezberinde olan hangi âyet daha büyüktür?” diye sordu. Ben:
“−Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Efendimiz tekrar:
“−Ey Ebu’l-Münzir! Allah’ın Kitabı’ndan ezberinde olan hangi âyet daha büyüktür, biliyor musun?” deyince, ben bunun:
“Allah O’dur ki, kendisinden başka ilah yoktur. O’nu ne uyuklama ne de uyku tutar. O Hayy (dâimî bir hayat sahibi), Kayyûm (bütün mevcûdât kendisiyle kâim) olandır.’ (Bakara, 255) âyeti (yani Âyetü’l-Kürsî) olduğunu söyledim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) göğsüme eliyle dokunarak:
“−İlim sana mübârek olsun, ey Ebü’l-Münzir!” buyurdu. (Müslim, Müsâfirîn, 258)
Allah Rasûlü (s.a.v), bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate dönüp:
“−Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir:
“−Ben giderim yâ Rasûlallah” dedi. Efendimiz sustu, ona cevap vermedi.
“−Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye tekrar sordu. Bu kez Hz. Ömer kalkıp:
“−Ben giderim yâ Rasûlallah” dedi. Peygamberimiz yine sustu, ona da cevap vermedi. Sonra:
“−Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye üçüncü kez sorunca, bu kez de Muaz bin Cebel (r.a) kalkıp:
“−Ben giderim yâ Rasûlallah!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):
“−Ey Muaz, bu vazife senindir!” dedi. Sonra Bilâl’e dönüp:
“−Ey Bilal! Bana sarığımı getir.” buyurdu. Sarık getirilince, onu Muaz’ın başına sardı ve:
“−Sana bir dâva geldiğinde nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz (r.a):
“−Allah’ın Kitâbı’na göre hüküm veririm” dedi. Efendimiz (s.a.v):
“−Eğer Allah’ın Kitâbı’nda aradığın hükmü bulamazsan neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz:
“−Rasûlullah’ın o husûstaki sünnetine göre hüküm veririm” dedi. Efendimiz:
“−Eğer Allah’ın Rasûlü’nün sünnetinde de bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?” diye sorunca Muaz (r.a):
“−O zaman ben de kendi içtihadımla hüküm veririm” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v), elini Muaz bin Cebel’in göğsüne koyarak:
“−Rasûlü’nün elçisini, Rasûlü’nün hoşnut olacağı şeye muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.” buyurdu. (Ahmed, V, 230; İbn-i Sa’d, III, 584; Diyarbekrî, II, 142)
19- KÂBİLİYETLERİ KEŞFEDİP GELİŞTİRİRDİ
Bazen ashâbını geliştirmek için kendisine tevcih edilen sualin cevabını onlara havâle ederdi.
İbn-i Abbas (r.a) anlatıyor: “Bir adam Rasûlullah (s.a.v)’e gelerek şu rüyayı anlattı:
Bu gece rüyamda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutundu ve o da çıktı. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra bir diğeri daha ipe tutundu, lâkin ip koptu. Ancak onun için ipi eklediler, o da yükseldi.
Hz. Ebu Bekir (r.a) atılarak:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, Annem babam sana kurban olsun, müsâade buyursanız ben tâbir edeyim!» dedi. Rasûlullah da:
«–Pekala, tâbir et!» buyurdu. Hz. Ebu Bekir şunları söyledi:
«–O bulutumsu gölgelik, İslâm bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur’ân’dır. Kur’ân’ın (bal gibi) halâveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. Bundan bazı insanların az, bazılarının da çok alması, Kur’ân’dan kiminin çok, kiminin az istifade etmesidir. Arzdan semaya inen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla yücelecek, ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip bağlanır, o da yapışıp yükselir. Ey Allah’ın Rasûlü, annem babam sana fedâ olsun, doğru te’vil edip etmediğimi haber ver!»
Rasûlullah (s.a.v):
«–Bazı te’vilinde isabet ettin, bazı te’vilinde de hata ettin» buyurdu.” (Buharî, Ta’bir 11, 47; Müslim, Rü’ya 17; Tirmizî, Rü’ya 10/2294; Ebu Dâvud, Sünnet, 9/4632; İbn-i Mâce, Rü’ya, 10)
Ukbe bin Âmir (r.a) anlatıyor:
İki kişi gelip dâvâlarını Peygamberimize arzettiler. Efendimiz bana:
“−Kalk ey Ukbe! İkisi arasında hüküm ver!” buyurdu. Ben:
“−Yâ Rasûlallah! Siz buna benden daha layıksınız” dedim.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“−Öyle olsa da ikisi arasında sen hüküm ver. Bütün çabanı sarfederek doğru karar verdiğinde on sevap, bütün çabanı sarfederek karar verip yanıldığında ise bir sevap vardır.” buyurdu. (Ahmed, IV, 205)
Sorunun cevabını bilen bir talebeye havale etmek, hem dersi canlandırır hem de öğrenmeye teşvik mahiyetinde olur.
Enes (r.a)’dan:
Peygamber (s.a.v) bir bedevinin yanından geçti. O namazında şöyle dua ediyordu:
“Ey gözlerin göremediği, zanların karışamadığı, vasfedenlerin anlatamadığı, hâdiselerin değiştiremediği, belâlardan korkmayan! Ey dağların ağırlığını, denizlerin ölçüsünü, yağmur damlalarının ve ağaç yapraklarının sayısını bilen! Ey gecenin örttüğü, gündüzün aydınlattığı eşyanın sayısını bilen! Ey semânın ötesindeki semâları, yerin ötesindeki yerleri, denizlerin diplerindeki ve dağların köklerindeki valıkları bilen Allah’ım! Ömrümün en hayırlı kısmını son kısmı, amelimin en hayırlı kısmını neticeleri kıl! En hayırlı günümü de sana kavuşacağım gün kıl!”
Allah Rasûlü bir kimseyi vazifelendirip dedi ki:
“–Namazını bitirince bu kimseyi bana getir!”
Namazı kılınca geldi. Efendimiz ona, kendisine hediye edilmiş olan bir altını vererek sordu:
“–Sen kimlerdensin?”
“–Âmir bin Sa’saa oğullarındanım yâ Rasûlallah!”
“–Sana bu altını neden verdim biliyor musun?”
“–Aramızda akrabalık olduğu için ey Allah’ın Rasûlü!”
“–Evet akrabalığın da bir hakkı vardır fakat ben bunu sana sırf Allah’a karşı güzel bir senâda bulunduğun için verdim” buyurdu. (Heysemî, X, 157-158)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse bazen benden birşey ister de onu yerine getirmeyi geciktiririm ki siz ona şefaat ederek ihtiyacının karşılanmasına yardımcı olasınız da ecir kazanasınız.
Muhtâcın ihtiyâcını karşılamak üzere şefaatçi olun ki ecir kazanasınız.” (Nesâî, Zekât, 65)
20- HUZURUNDA VUKÛ BULAN BİR HÂDİSE KARŞISINDA SÜKÛTU TERCİH EDERDİ (İKRÂR)
Bazı mes’eleleri lüzûmuna göre muhâtabın anlayışına bırakmıştır.
İkrâr, Hz. Peygamber’in, huzurunda söylenen bir sözü veya yapılan bir fiili, bir hareketi veyahut gıyabında söylenen ve yapılan söz ve hareketleri işittikten sonra, onları reddetmeksizin sükût etmesidir. Bu sükût, söylenen sözlerin, yapılan işlerin mubah ve caiz olduğunu gösterir. Çünkü peygamberin bâtıl ve İslâm’ın kabul etmediği şey karşısında sessiz kalması düşünülemez.
Bu mevzuya, Rasûlullah (s.a.v)’in bulûğ çağına yaklaşmış çocukların Mescidde kısa mızraklarla oyun oynamalarına ses çıkarmaması misal verilebilir.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber’in, su bulunmadığı için teyemmümle namaz kılıp, namazını eda ettikten sonra su bulunduğu halde namazını iade etmeyen kimsenin bu hareketine ses çıkarmaması da misal verilebilir. Peygamberin bu hareketleri karşısında ses çıkarmaması onları tasvib ettiği anlamına gelmektedir.
Vehb bin Abdullah (r.a) şöyle der:
Rasûlullah (s.a.v), Hazret-i Selmân ile Ebu’d-Derdâ (r.a)’ı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı ziyâret ederdi. Bir ziyâret esnasında onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona:
“–Bu halin ne?” diye sorunca, kadın:
“–Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez.” dedi. O esnâda Ebu’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip:
“–Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selmân:
“–Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân ona:
“–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu. Bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine:
“–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selmân:
“–Şimdi kalk!” dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya şöyle dedi:
“–Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, âilenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.”
Ebu’d-Derdâ (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’e gidip olup biteni anlattı. Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Selmân doğru söylemiş.” buyurdu. (Buhârî, Savm 51, Edeb 86)
Burada da Rasûlullah’ın, Selmân’ın söylediklerine dair bir takriri söz konusudur.
21- ZUHÛR EDEN İMKÂN VE FIRSATLARI EĞİTİM İÇİN DEĞERLENDİRİRDİ
Hz. Peygamber (s.a.v) bu şekilde gayret ve şevkleri artırmıştır.
Rasûlullah (s.a.v) ashâbına mühim şeyleri iyice öğretebilmek için her fırsatı değerlendirmiş, onların zihinlerine İslâm’ın güzelliklerini iyice yerleştirmiştir.
Berâ (r.a) anlatıyor:
“Biz Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ile bir cenâze teşyîinde bulunmuştuk. Efendimiz (s.a.v), kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki gözyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:
«–Kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Ömer bin Hattâb (r.a) şöyle anlatır:
Bir keresinde Allah Rasûlü’ne bir grup esir getirdiler. İçlerinde (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu hasretten dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadın da vardı. Efendimiz çevresindekilere (o kadını işaretle):
“−Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu.
“−Aslâ, atmaz” dedik. Bunun üzerine Şefkat Peygamberi Efendimiz:
“−İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 22)
İnsanları duygulandıran bu manzara, bakışı ibret olan Efendimiz’e Allah’ın kullarına olan şefkât ve merhametini hatırlatmıştı. Bunu güzel bir fırsat bilerek, Allah’ın merhameti gibi mücerret bir mevzûu ashâbına canlı bir şekilde öğretmiş oldu.
Bu hadiste, duyularla idrâk edilen bir şey, duyularla idrâk edilemeyen bir konuya misâl olarak verilmiştir. Her ne kadar Allah’ın rahmetinin hakîkati idrak edilemese de, burada öğretilmek istenen şeyin doğru bir şekilde anlaşılması murâd edilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.v), bu misalle Allah’ın şefkât ve merhametini idraklere yaklaştırmış olmaktadır.
Başka bir gün Rasûlullah (s.a.v), Ebû Hüreyre’yi ağaç dikerken görmüştü:
“−Ebû Hüreyre ne dikiyorsun?” diye sordu. O da:
“−Kendim için bir fidan dikiyorum” cevabını verdi. O zaman Allah Rasûlü (s.a.v):
“−Sana bundan daha hayırlı bir fidanı haber vereyim mi?” diye sordu. Ebû Hüreyre:
“−Evet yâ Rasûlallah” diyerek ne buyuracağını merakla beklemeye başladı. Peygamber -aleyhisselâm-:
“−«Sübhânallahi ve’l-hamdü lillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber» de! Bu sözlerin her birine karşılık cennette sana bir ağaç dikilir.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Edeb, 56)
Ashâbını devamlı ağaç dikmeye teşvik eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu alışkanlığı kazanmış olan Ebû Hüreyre hazretlerine ilâve bir amel daha bildirmiş ve onun mânen terakkî ederek daha fazîletli bir kimse olmasını istemiştir. Bunu yaparken de, meşgul olduğu şeye teşbihte bulunarak, mücerred mefhumların anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Efendimiz (s.a.v) aynı zamanda, bir insanın kıyâmette en çok muhtaç olacağı sevâbı nasıl elde edebileceğini öğretmiş ve zikrin en fazîletlilerinden birine dikkat çekmiştir.
22- LATİFE VE ŞAKA YOLUYLA ÖĞRETTİĞİ ŞEYLER DE OLURDU
Rasûlullah (s.a.v), lâtîfe ve şakanın muhâtabın rûhunu okşayıcı mâhiyette olmasına îtinâ göstermiştir.
Allah Rasûlü (s.a.v) bazı zamanlar ashâbıyla şakalaşır, onlara lâtîfe yapardı. Ancak O bu lâtîfelerinde dahi doğru sözden başkasını söylemezdi.
Enes (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) ahlâk bakımından insanların en güzeli idi. Benim Ebû Umeyr adında sütten kesilmiş bir kardeşim vardı. Peygamberimiz bize geldiğinde:
“−Ey Ebû Umeyr! Ne yaptı Nuğayr!” derdi.
Nuğayr, kardeşimin oynayıp durduğu bir kuş idi. Bazen Efendimiz (s.a.v) bizdeyken namaz vakti gelirdi. O hemen altındaki yaygının süpürülüp üzerine su serpilmesini emrederdi. Sonra namaza durur, biz de arkasında saf bağlardık ve bize namaz kıldırırdı.[4] (Buhârî, Edeb, 112)
Hoş lâtîfeler insanı rahatlatır, yoğunluğun verdiği ağırlıktan uzaklaştırır. Ayrıca insan, güler yüzlü ve mütebessim iken asık suratlı olduğu zamanlardakinden daha çok ve kolay öğrenir. Sürekli ciddî durmak zihni yorar, fikri durgunlaştırır. Zaman zaman yapılan hoş ve faydalı mizah, insanı tekrar dinçleştirir ve dikkatini toplar.
Efendimiz’in, içine hiçbir zaman yalan karışmayan ve incitici olmayan güzel, nezih ve öğretici şakalarından bir kaçını şöyle zikredebiliriz:
Safça bir adam bir gün Rasûlullah’tan binmek için bir hayvan istemişti. Efendimiz (s.a.v):
“−Peki, seni bir dişi deve yavrusuna bindirelim.” buyurdu. Adam ise hayretle:
“−Yâ Rasûlallah! Ben dişi deve yavrusunu ne yapayım, o beni nasıl taşır!” diyerek şaşkınlığını ifâde edince Lâtifler Lâtifi Efendimiz:
“−Devenin küçüğü de büyüğü de muhakkak bir dişi deveden doğmamış mıdır?” diye latîfede bulundu. (Tirmizî, Birr, 57)
Bu hâdiseden şu dersi çıkarabiliriz:
- Bir söz duyunca önce bir düşünmeli, hemen reddetme yoluna gitmemelidir. Bu, hakikaten mühim bir ahlâktır. Talebe bunu kendisine düstur edindiğinde muvaffak olur.
- Şaka doğru olmalıdır, kesinlikle yalan söylenmemelidir.
- İnsan zihni ince mânâları anlamaya yönlendirilmelidir.
Bir defâsında ihtiyar bir kadın Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“−Yâ Rasûlallah! Cennete girmem için Allah’a dua et!” dedi. Efendimiz (s.a.v):
“−Cennete yaşlı kadınlar giremez!” buyurdu. Verilen cevabın nüktesini anlayamayan kadıncağız üzüldü ve ağlamaya başladı. Bunun üzerine Âlemlere Rahmet Efendimiz durumu ona şöyle îzah etti:
“−Yaşlı kadınlar cennete o hâlleriyle değil, genç ve güzel olarak girerler. Zîra Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de; «Biz (cennete giren kadınları) defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kılmışızdır.» (el-Vâkıa 56/35-38) buyuruyor.” (Heysemî, X, 419; Tirmizî, Şemâil, s. 91-92)
23- ÖĞRETTİĞİ HUSUSU BAZEN YEMİNLE TEKİT EDERDİ
Bunu ifâdenin güç kazanması ve mes’elenin ehemmiyetini göstermek için yapardı. Bu metodla aynı zamanda dikkatleri de söyleyeceği söze çekmiş olurdu.
Ebû Hüreyre (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Peygamber -aleyhisselâm-:
“–Vallahi imân etmiş olmaz. Vallahi imân etmiş olmaz. Vallahi imân etmiş olmaz!” buyurdu. Sahâbîler:
“–Kim imân etmiş olmaz, yâ Rasûlallah?” diye sordular. Efendimiz:
“–Yapacağı fenalıklardan komşusu emniyette içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb 29; Müslim, Îmân 73; Tirmizî, Kıyâmet 60)
Rasûlullah (s.a.v) bir defasında şöyle buyurdular:
“Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allah’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallahi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan bazı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır. Allah Teâla hazretleri, Ehl-i Kitab’ın evlerine izinsiz girmenizi helal kılmamıştır. Kadınlarını dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helal kılmamıştır.” (Ebû Dâvûd, Harâc 31-33/3050)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Ben sizin görmediğinizi görürüm ve sizin işitmediğinizi işitirim. Semâ çatırdamaktadır. Onun çatırdaması da hakkıdır. Zira dört parmaklık bir boşluk yoktur ki, orada muhakkak Allah’a secde etmek için alnını yere koymuş bir melek olmasın. Vallâhi siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Zevcelerinizle meşgul olamaz, yollara dökülür, çöllere düşer, yüksek sesle Allah’tan yardım isterdiniz.”
Hadîsin râvîsi Ebû Zer der ki:
“Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar isterdim!” (Tirmizî, Zühd, 9/2312)
24- EHEMMİYETİNE BİNAEN SÖZÜNÜ ÜÇ KERE TEKRAR EDERDİ
Telkîne devâm etmek bilgiyi ve mevzuyu perçinleştirir. Zikirdeki adet, zikrin kalpte daha güçlü yerleşmesine vesîle olur. Fâtiha Sûresi’nin her rekâtta tekrar edilmesinin sebeplerinden biri de -Allahu a’lem- budur.
Bir gün Rasûlullah (s.a.v):
“–Yalan yeminiyle müslüman bir kişinin hakkını alan kimseye Allah -celle celâlühû- cenneti haram eder ve cehennemi farz kılar.” buyurmuştu.
“–Az bir şey olsa da mı ya Rasûlallah?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.v):
“–Erak ağacından bir çubuk da olsa!” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. (Müslim, Îman, 218; Muvatta’, Akdiye, 11)
Enes (r.a) şöyle anlatır:
Vefatı esnâsında Peygamber Efendimiz’in yanındaydık. Bize üç defâ:
“–Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!” buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti:
“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkunuz, iki zayıf hakkında Allah’tan korkunuz: Onlar dul kadın ve yetim çocuktur. Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!..”
Rasûlullah (s.a.v) daha sonra, “Namaz, namaz…” diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanı söyleyemez olunca bile) rûh-i pâki Refîk-i A’lâya yükselinceye kadar bunu içten içe tekrar edip durdu. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“…Dikkat edin! Cennete götüren ameller, sarp ve engebeli bir yol gibi meşakkatlidir. (Efendimiz [s.a.v] bu sözü üç defâ tekrarladı.) Cehenneme götüren ameller ise, düz ve pürüzsüz bir yol gibi kolaydır…” (Ahmed, I, 327)
Rasûlullah (s.a.v) kavmini İslâm’a davet etti ve bunu da o kadar tekrarladı ve ısrarla yaptı ki ileri gelen müşrikler:
“–Ey Muhammed, senin yanında bir melek gönderilse, insanlara senin peygamber olarak gönderildiğini söylese ve seninle birlikte görünse ya!” dediler.
Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeleri indirdi:
“Muhammed’e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük.” (En’âm, 8-9) (İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, I, 423)
25- MESELENİN EHEMMİYETİNİ GÖSTERMEK İÇİN OTURUŞUNU ve DURUŞUNU DEĞİŞTİRİRDİ
Böylece mes’elenin zihinlerde perçinleşmesi için ashâbının dikkatini çekerdi. Nüfey bin Hâris (r.a) şöyle rivayet eder:
Rasûlullah (s.a.v) bir gün:
“–Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defa sordu. Biz de:
“–Evet, yâ Rasûlallah.” dedik. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek!” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve “İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!” buyurdu. Bu sözü o kadar çok tekrar etti ki daha fazla üzülmesini istemediğimiz için, keşke sükût buyursalar da yorulmasalar, diye arzu ettik. (Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, Îmân 143)
26- BAZEN CEVABI TEHİR EDEREK TEKRAR TEKRAR SESLENİRDİ
Böylece dikkatleri teksîf eder, anlattığı şeyin iyice kavranmasını temin ederdi.
Muâz bin Cebel (r.a) anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.v)’in terkisinde idim. Aramızda semerin arka çıkıntısından başka bir şey yoktu. Rasûlullah (s.a.v):
“–Ey Muâz!” buyurdu.
“–Buyurun yâ Rasûlallah! Emrinize âmâdeyim” dedim. Biraz gitti ve tekrar:
“–Ey Muâz!” diye seslendi. Ben de:
“–Buyurun yâ Rasûlallah! Emrinize âmâdeyim” dedim. Biraz gitti ve yine:
“–Ey Muâz!” buyurdu.
“–Buyurun yâ Rasûlallah! Emrinize âmâdeyim” dedim. Sonra:
“–Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim.
“–Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na ibâdet etmeleri ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır” buyurdu.
Bir müddet ilerledikten sonra tekrar:
“–Ey Muâz bin Cebel!” diye seslendi. Ben de:
“–Buyurun yâ Rasûlallah! Emrinize âmâdeyim” dedim. Efendimiz:
“–Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” diye sordu. Ben:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Kulların Allah üzerindeki hakkı onlara azâb etmemesidir” buyurdu. (Buhârî, Libâs, 101)
27- SÖZLERİNİN KALICI OLMASI İÇİN MUHÂTABIN OMZUNU VEYA ELİNİ TUTARDI
Efendimiz (s.a.v), ashâbıyla samîmiyet kurmuş ve mevzûu iltifatla takviye ederek anlatmıştır. Allah Rasûlü’nden bu iltifat ve samimiyeti gören kişi daha çok dikkat kesilir, söylenene ehemmiyet verir ve duyduğu şeyi bir daha unutmazdı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a) anlatıyor:
“Nebiyy-i Muhterem (s.a.v), ellerim onun avuçları arasında olduğu halde, Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi bana teşehhüdü (Tahiyyat duâsını) öğretti.” (Buhârî, İstîzân, 28)
Abdullah bin Ömer (r.a) diyor ki: Peygamber Efendimiz bir gün omzumdan tutarak bana:
“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol. Kendini kabir ehlinden say!” buyurdu. (Buhârî, Rikâk, 3)
Bu rivayetlerden, muallimin, daha zeki olan veya ileride kendisinden hayır ümid ettiği, başarılı ve büyük bir şahsiyet olacağını düşündüğü talebeyle hususî bir şekilde ilgilenmesinin iyi olacağı anlaşılmaktadır.
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:
Bir gün Rasûlullah (s.a.v) ashâbına:
“–Şu kelimeleri kim benden alıp onlarla amel edecek veya onlarla amel edecek kişilere öğretecek?” buyurdu. Ben hemen atılıp:
“–Ben, ey Allah’ın Rasûlü!” dedim. Rasûlullah (s.a.v) elimden tuttu ve şu beş şeyi saydı:
“Haramlardan sakınırsan, Allah’ın en âbid kulu olursun.
Allah’ın sana olan taksîmâtına rızâ gösterirsen, insanların en zengini olursun.
Komşuna ihsanda bulun (güzel muâmele et) ki, (kâmil bir) mü’min olasın.
Kendin için istediğini başkaları için de iste ki, (kâmil bir) müslüman olasın.
Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24)
28- ÖNCE VECİZ BİR ŞEKİLDE SÖYLER SONRA TAFSİLAT VERİRDİ
Bu usûl, mevzûun hafızalarda daha iyi yer etmesini veya ezberlenmesini sağlar. Önce dikkatler teksîf edilerek muhâtaplar teferruata hazır hâle getirilir.
Bu metodla muhâtab soru sormaya teşvik edilmiş olur. Böylece anlatılan husus muhatapların gönlünde daha tesirli olur ve iyice anlaşılıp yerleşir.
Rasûlullah (s.a.v)’in yanından bir cenâze geçmişti. Efendimiz:
“–Rahata ermiş ve kendisinden rahata erilmiş” buyurdular.
Ashâb-ı kiram merakla sordular:
“–Yâ Rasûlallah! Bu «rahata ermiş ve kendisinden rahata erilmiş»in mânâsı nedir?”
Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz şöyle îzâh ettiler:
“–Mü’min kul dünyanın yorgunluğundan, meşakkat ve çilelerinden kurtulup Allah’ın rahmetine nâil olarak rahata erer. Fâcir kuldan ise, insanlar, memleketler, ağaçlar ve hayvanlar kurtulup rahata kavuşurlar.” (Müslim, Cenâiz, 61)
Bir sahâbî Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallah! Hangi amel Allah katında daha sevimlidir?” diye sordu. Habîb-i Ekrem Efendimiz:
“–Hâl ve mürtehil(in ameli).” cevâbını verdi. Sahâbî:
“–Peki hâl ve mürtehil kimdir?” diye sorunca Efendimiz:
“–Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyan ve her bitirdiğinde hemen başa dönüp yeniden başlayandır” buyurdu. (Tirmizî, Kırâât, 11/2948)
Hatim dualarında İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerinden sonra Fâtiha ve Bakara sûresinin ilk beş âyetinin okunması, bu sünnete binaendir.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Her sorhoşluk verici şey haramdır. Allah -azze ve celle-’nin, sarhoşluk verici şey içene «Tînetü’l-Habâl» içireceğine dâir ahdi vardır” buyurdu.
Oradakiler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, «Tînetü’l-Habâl» nedir?” diye sordular.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Cehennem ehlinin teridir veya cehennem ehlinin usâresidir (kan ve irinidir)” buyurdu. (Müslim, Eşribe, 72; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)
Bir defâsında Rasûlullah (s.a.v), ehl-i zikrin fazîletini beyân sadedinde:
“–Müferridler öne geçti” buyurmuşlardı. Sahâbîler:
“–Müferridler ne demektir, yâ Rasûlallah?” diye sordular.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz de:
“–Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır” buyurdu. (Müslim, Zikir 4. Ayrıca bkz. Tirmizî, Deavât, 128/3596)
Diğer rivâyette ise şu ilâve vardır:
“–Müferridler Allah’ı zikretmeye düşkün olan kimselerdir. Zikir onların sırtlarındaki günah yüklerini indirdiği için kıyamet günü hafiflemiş olarak gelirler.” (Tirmizî, Deavât, 128/3596)
29- BAZEN KONUYU MADDELEŞTİRİRDİ
Bu metod dinleyen kişinin daha iyi ezberlemesini ve öğrenmesini sağlar.
Hz. Peygamber (s.a.v) bir kişiye öğüt verirken ona şöyle buyurdular:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyi ganimet bil! İhtiyarlığından evvel gençliğini, hastalığından evvel sıhhatini, fakirliğinden evvel zenginliğini, meşguliyetlerinden evvel boş vakitlerini ve vefâtından evvel hayatını.” (Hâkim, IV, 341/7846)
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kadın dört sebepten biri için alınır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen (diğerlerini geç), dindar olanı seç. (Aksi halde) sıkıntıya düşersin.” (Buhârî, Nikâh 15, Müslim, Radâ 53)
30- VAAZ VE NASİHAT EDERDİ
Muhataba pırlanta kelimelerle hitab etmek icab eder.
Kelimeler kalpten çıkarsa kalbe girer, ağızdan çıkarsa kulağa gider.
Hz. Peygamber’in en mühim ve en başta gelen eğitim metodlarından birisi de Kur’ân’ın emrine tâbî olarak vaaz etmesi ve öğüt vermesidir:
“Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zariyât, 55)
“Esâsen Sen sâdece bir öğüt vericisin.” (Ğâşiye, 21)
Rasûlullah (s.a.v) pek çok şeyi umûmî vaaz ve hutbelerinde öğretmiştir.
Efendimiz (s.a.v), misallerle zenginleştirilmiş sohbet metodunu kullanmıştır.
İrbâz bin Sâriye radıyallahu anh şöyle anlatır:
“Rasûlullah (s.a.v) bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun” dedik. Bunun üzerine:
“–Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlardan şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 16; İbn-i Mâce, Mukaddime 6)
Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a.v) hutbe irad ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, “Düşman sabah ve akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz” diye ordusunu uyaran kumandan gibi öfkesi artar ve şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek:
“–Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim” derdi. Sonra da sözlerine şöyle devam ederdi:
“–Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v)’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.”
Sonra da şöyle buyurdu:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazîfemdir.” (Müslim, Cuma 43; İbn-i Mâce, Mukaddime 7)
İnsanlara vaaz edip nasihatta bulunan kişi, onların şevkini artırır, amel-i sâlihlere teşvik eder ve bunun için en güzel ifadeleri tercih eder. Mevzuyu derinlemesine anlatmak, kâidelerini ve mânilerini ortaya koymakla uğraşmaz. Bunun yerine olabildiğince tesirli konuşur, Allah’ın vaadlerinden, elem verici azabından bahseder, güzelliklere teşvik eder, çirkinliklerden sakındırır, iyilikleri emreder, kötülüklerden nehyeder. Lâkin bunların ayrıntılarına girmez.
Rasûlullah (s.a.v) sâdece muallim ve hüküm koyan değil, aynı zamanda öğüt veren bir nasihatçidir. Bu sebeple insanları sâlih amellere en iyi yönlendirecek ve tembellikten uzak tutacak tarzda vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur.
31- BİR ŞEYİ BÜTÜNÜYLE EMREDER VEYA BÜTÜNÜYLE YASAKLARDI
Rasûlullah (s.a.v) bir şeyi emrederken veya ondan nehyederken bunu bütünüyle yapmış, herhangi bir sınıflandırmaya girmemiştir. Şunu emrediyorum ama bu emir içinde şu yok, şundan nehyediyorum ama onun içinden bunu yaparsan bir beis yok gibi şevki kaybettirici bir metod izlememiştir. Zâten Allah Teâlâ da:
“Peygamber size her ne emir verirse tutun, sizi neden menederse ondan geri durun!” buyurmaktadır. (el-Haşr, 7)
En doğru ve en sağlam yol da budur.
Ashâb-ı kirâm, kendilerine bir şey emredildiğinde onu bütün teferruatıyla yerine getiriyor, bir şeyden nehyedildiklerinde de ondan tamamen kaçınıyorlardı. Onların bu emir ve yasağı sınıflandırmak, taksimatını tedkik etmek gibi bir dertleri yoktu.
Şayet Peygamber Efendimiz (s.a.v), böyle taksimata girseydi “öğüt vericilik” makamı kaybolurdu. Dinin istekleriyle amel edilmek de zorlaşırdı. Çünkü vaaz ve nasihate böyle taksim etme gayreti ve cedel girdiğinde azimler gevşer ve onunla amel etme imkânı ortadan kaybolur.
Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) bir şeyi emrederken, insanların bunu tamamen yerine getirmesi ve Allah’ın rızâsını kazanmaları için mutlak ve sâde ifadeler kullanırdı. Meselâ “Kim namazı terk ederse küfre girer” buyurmuştur. (Tirmizî, İman, 9/2621; Ahmed, V, 355)
Meselâ, “Kim namazı terk ederse kâfirlerin yaptığı bir şeyi yapmış olur”, “Kim namazı helal görerek terk ederse küfre girer”, “Kim namazı terk ederse küfre yaklaşır” dememiştir. Böyle bir ifade kullanmış olsaydı “namazı terk etmekten son derece sakındırma” maksadı gerçekleşmezdi. Hem böyle bir sözün îcâbınca amel de edilmezdi. Bu sebeple âlimler bu hadîsin tevil edilip çeşitli şekillerde yorumlanmasını hoş görmezlerdi.
Ayrıca yapılması istenilen şey hulâsaten ve teferruatına girmeden söylendiğinde, insan onu yerine getirmek için bütün kuvvet ve tâkatini sarfeder. Lâkin ayrıntıya girildiğinde insanda gevşeklik zuhûr eder.
Velhâsıl, Rasûlullah (s.a.v) biz ümmetine bir şey emrettiğinde, mümkün olabildiğince, güç yettiğince onun bütün kısımları ile yerine getirilmesini, geriye hiçbir şey bırakılmamasını ister gibidir. Nehyettikleri şeyler de bunun gibidir. Bu sebeple bey’at alırken “gücünüz yettiğince” buyururdu. (Keşmîrî, Feyzu’l-Bârî fî şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I, 280)
32- TERGÎB VE TERHÎB METODUNU KULLANIRDI
Hem teşvik ve sevindirme hem de korkutma ve sakındırma, insan hâlet-i rûhiyesini hayra yönlendirme ve şerden sakındırma hususunda mühim bir tesire sahiptir. Bu sebeple, insanı bu psikoloji üzere yaratan Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de; Rasûlullah (s.a.v) de hadîs-i şeriflerinde terğîb ve terhîbi muvâzeneli bir şekilde kullanmışlardır.
Rasûlullah (s.a.v), etrafındaki insanları bazen müjdeler bazen de korkuturdu. Sâdece korkutarak nefret ettirmezdi. Keza sâdece teşvik ederek insanların tembelleşip ameli terk etmesine fırsat vermezdi.
Efendimiz (s.a.v), tebliğ ve dâvete ilk defâ başlarken:
“Sizi «Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh» diyerek şehadet getirmeye dâvet ediyorum! Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm! Bunu böylece kabul ve ikrar ettiğiniz takdirde, cennete gireceğinize kefil olurum!” (Belâzurî, I, 119-120)
“Üzerinde bulunduğum şeyde bana yardımcı ve kardeşim olmayı, böylece cennet kazanmayı hanginiz kabul eder?” diyerek insanları cennetle müjdelemişti. (İbn-i Sa’d, I, 187)
Bunun yanında yine tebliğe ilk başladığı günlerde Hâşimoğulları’na şöyle hitâb etmiştir:
“−Siz, kıyâmet günü sâlih amellerinizle değil de dünyayı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm. O zaman siz bana; «Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise, şöyle yaparım.” buyurdu.
Allah Resûlü “Şöyle yaparım” buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi ve bunu ikince kez tekrar etti. (İbn-i İshak, III, 128; Ya’kûbî, II, 27)
Hz. Hamza’nın müslüman olmasında da aynı durumu görmekteyiz. Hamza (r.a) îmân etme husûsunda birçok tereddütler yaşayıp geceyi uykusuz geçirdikten sonra sabah erkenden Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Uykusunu kaçıran şüphe ve tereddütleri ona bir bir anlattı:
“–Ey kardeşimin oğlu! Ben öyle bir çâresizlik içine düştüm ki çıkış yolu bulamıyorum. Ne olur bana bir şeyler söyle, bir çıkış yolu göster” dedi. Bunun üzerine Efendimiz ona vaaz u nasihatta bulundu. Âhiret azâbını ve nimetlerini anlatarak onu azab ile korkuttu ve cennet ile sevindirdi. Efendimiz’in bu nasihatleri sonucunda, Hz. Hamza îmân etti ve yakîne erişti. (Hâkim, III, 213; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 84)
Ebû Hüreyre Hazretleri şöyle ifâde eder:
(Ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:
“–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!” der.
Yakasına yapışan kişi ise:
“–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkâz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.” diyerek ondan dâvâcı olur.[5]
Ebu Said el-Hudrî (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v):
“Kıyamet günü ölüm alacalı bir koç gibi getirilir ve cennet ve cehennem arasına konulur. Sonra “Ey cennet halkı! Bunu tanıyor musunuz?” denilir. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar: “Evet bu ölümdür” derler. Sonra “Ey cehennem halkı bunu tanıyor musunuz?” denilir. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar: “Evet bu ölümdür” derler. Arkasından emir verilir, koç kesilir bundan sonra da: “Ey cennet halkı sonsuzluk üzeresiniz, artık ölüm yoktur. Ey cehennem halkı, sonsuzluk üzeresiniz artık ölüm yoktur.” denilir.” buyurdu. Sonra da Rasûlullah (s.a.v):
“Onları pişmanlık ve üzüntü gününe karşı uyar! Çünkü gaflet içerisinde ve iman etmemiş halde iken iş olup bitmiş olur.” (Meryem, 39) âyetini okudu.
Rasûlullah (s.a.v), gaflet içerisinde olanları göstermek için eliyle dünyaya işaret etti. (Müslim, Cennet, 40)
Efendimiz sevabını zikredip sağlayacağı faydalara dikkat çekerek hayırlı amellere teşvikte bulunur, cezasını zikredip zararlarını beyan ederek de şerlerden sakındırırdı. Nitekim bir gün şöyle buyurmuştur:
“Kul, Allah’ın hoşnut olduğu bir sözü söyler, fakat onunla Allah’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnut olur.
Yine bir kul da Allah’ın gazabını gerektiren bir söz söyler fakat o sözün kendisini Allah’ın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle kendisine kavuşacağı kıyamet gününe kadar gazap eder.” (Tirmizî, Zühd, 12; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
Bu hadis-i şerif terğib ve terhib üslubunu kullanarak konuşmanın en mühim edep kâidelerinden birini öğretmekte, dikkatsizce veya önemsenmeden söyleniverecek basit gibi gözüken bir sözün, aslında Allah katında çok büyük neticelere sebep olacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hemde halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği, fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir.
Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalbli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân, 9; Edeb, 61)
Burada Resûl-i Ekrem Efendimiz, cennet ve cehennem ehlinin kimler olduğunu aynı anda bildirmek suretiyle, hem gereken amelleri yaparak cennet ehli olmaya teşvik etmiş hem de azâbı gerektirecek mezmûm hal ve davranışlardan uzak kalmayı öğütlemiştir.
İnsan tabiatı tek düze bir telkine karşı bir müddet sonra alakasız kalır. Bu sebeple tâlim ve terbiyede tek düzelik ve monotonluktan uzak durulmalıdır. Bunu yaparken diğer bir kısım unsurların yanı sıra ümitlendirme ve korkutma usullerine de dengeli bir şekilde yer verilmelidir. Ne devamlı korkutmalı, ne de devamlı ümit vermelidir.
33- ÖNCEKİ İNSANLARA DAİR KISSA VE HABERLER NAKLEDERDİ
Böylece ümmetini, geçmişlerden ibret alarak aynı hatalara düşmekten sakındırmıştır.
Allah’ın Rasûlü (s.a.v), Mekke devrinin çileli günlerinde insanları İslâm’a dâvet ederken bu usûlü de kullanmıştır. O günlerde Allah Rasûlü (s.a.v) bir mecliste oturur, oradakileri Allah’a çağırır, onlara Kur’ân okur ve onları, geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden sakındırırdı. Oradan kalkıp gittiğinde hemen peşinden Kureyş’in şeytanlarından biri olan Nadr bin Hâris gelir, onlara Rüstem’den, İsfendiyar’dan ve Pers krallarından hikâyeler anlatırdı…(İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, I, 381)
İnsanların Efendimiz’i dinlemesine mânî olmak için böyle davranırdı. “Ben size daha güzel hikâyeler anlatırım” derdi. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.v) hikmet dolu ve ibretli kıssalar anlatır ve insanları uyarırdı. Nadr ise boş ve anlamsız hikâyelerle insanları eğlendirmek isterdi. Ancak bu yolla herhangi bir neticeye varamadı. Çünkü Efendimiz’in yaptığıyla onun yaptığı aynı şeyler değildi.
Abdullah bin Amr bin Âs (r.a) şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.v) bize (bazen) sabah oluncaya kadar Benî İsrail kıssası anlatırdı. Anlatmaya ancak farz namaz için kalkınca ara erirdi.” (Ebu Davud, İlm 11/3663)
Konuları kıssa ve hâdiseler misallendirmek, anlatımı kolaylaştırdığı gibi anlamayı da hızlandırır. Çünkü bu misaller konuyu açar, canlandırır ve insanların zihnine ve kalbine iyice yerleştirir. Anlatıma ve yazıya akıcılık kazandırmak sûretiyle dinlemeyi ve okumayı kolaylaştırır. Mevlânâ Hazretleri ve emsalleri en çok bu usûlden istifade etmişlerdir. Kıssa içerisinde yeri geldikçe mesajlarını en güzel şekilde verip muhataplarını sıkmadan terbiye etmişlerdir.
Diğer taraftan, kıssa ve haberlerde, dinleyenlere yönelik bir emir veya yasaklama olmadığından, bu usul kalblere ve kulaklara daha hoş gelir, insanları gayret ve iştiyaka getirir. Kişi, etkilenmediğini zannettiği bir anda kendini hâdisenin içinde buluverir. Mevzuyla alâkalı araştırmalar da dolaylı anlatımın bir nevi bilinç dışı telkin kuvvetine sahip olduğunu göstermiştir.
Rasûlullah (s.a.v), mü’minlerdeki merhametin ne kadar şümullü olması gerektiğini şu misalle ne güzel anlatmıştır:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. Adam kendi kendine:
«–Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip kendi içinde bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.”
Sahâbîler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)
Rasûlullah (s.a.v), ilâhî cezayı hak eden bir toplumdaki bozulmanın, tebliğ ve dâvet vazifesini terk etmekle başladığını, İsrâiloğulları’ndan bir misâlle şöyle anlatmıştır:
“İsrâîloğulları’ndaki ilk bozulma şöyle başlamıştır. Bir kişi, kötülük yapan birini görünce:
«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırdı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüğünde onunla birlikte yiyip içmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkaz etmezdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”
Sonra Rasûlullah (s.a.v) şu âyet-i kerimeleri tilâvet buyurdu:
“İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Kendileri için (âhirete) hazırladıkları şey ne kötüdür: Allah onlara gazâb etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı kâfirleri dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Mâide 5/78-81)
Rasûlullah (s.a.v) bundan sonra sözlerini şöyle tamamladı:
“Ya siz de birbirinize iyi şeyleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim 17/4336; Tirmizî, Tefsir 5/6, 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 93)
Bir gün Allah Rasûlü (s.a.v) ashâbına, İsrâiloğulları’ndan bir kişiyi anlatmıştı. (Şem’ûn-i Gâzî isimli) bu zât, bin ay Allah yolunda silâh kuşanarak cihâd etmiş, gecelerini de ibadetle geçirmişti. Müslümanlar hayretler içinde kalarak ona gıpta ettiler.
Bunun üzerine Allah Tealâ, ümmet-i Muhammed’e olan lûtuf ve merhametini beyan etmek üzere Kadir Sûresi’ni indirdi:
“Biz o (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi indirdik. Kadir Gecesi nedir, bilir misin sen? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Rûh o gece Rab’lerinin izniyle her iş için iner de iner. O gece, tâ fecrin doğuşuna kadar tam bir esenlik ve selâmettir.” (Kadîr, 1-5) (Bkz. Vâhidî, s. 486)
34- HAYÂ EDİLEN MESELELERİ ÖĞRETİRKEN NÂZİK BİR GİRİŞ YAPARDI
İnsanın zîneti ve süsü olan hayâ duygusu, farz olan ilimleri öğrenirken sâhibine mânî olmamalıdır. Hayâ sebebiyle, edebi ve zarûrî bilgileri öğretmekten çekinmemelidir. Âyet-i kerîmede:
“Allah, hakkı söylemekten çekinmez (hayâ etmez).” buyrulur. (Ahzâb, 53)
Peygamber Efendimiz, hayâ edilecek meseleleri anlatmaya başlarken bu âyet-i kerîmeyi okurlardı. Yine Ashâb-ı kirâm da, guslü gerektiren hususlar gibi insanın hayâ ettiği mevzûları soracaklarında, evvelâ bu âyet-i kerîmeyi okur, sonra da Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e suallerini tevcih ederlerdi. Hz. Âişe (r.a) şöyle der:
“Ensar kadınları ne iyi kadınlardır. Hayâları onları dînî meseleleri derinlemesine öğrenmekten alıkoymamıştır.” (Müslim, Hayz, 61)
Bir hoca da bu tür mevzûları anlatacağında ashâb-ı kirâmın yaptığı gibi bir giriş yapmalı, konunun ehemmiyetine binâen ve daha iyi anlaşılması için biraz açık konuşacağını ifade ettikten sonra mevzuyu herkesin anlayacağı açıklıkta izah etmelidir.
Meselâ Peygamber Efendimiz, bir defasında evvelâ:
“Şu bir gerçek ki ben sizin babanız mesâbesindeyim, sizi terbiye ve tezkiye eder, ihtiyaç duyduğunuz bilgileri öğretirim…” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 4) buyurmuş, bu girişten sonra tuvalet âdâbını teferruatlı bir şekilde anlatmıştır.
Hz. Peygamber bir sahâbîsine, “İnfâka önce kendinden ve geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla” buyurmuştur. (Müslim, Zekât, 97)
Allah Teâlâ da Rasûlullah (s.a.v)’in mü’minlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğunu bildirmiştir. (Ahzâb, 6)
Bir mü’min kendi hakkıyla Peygamber Efendimiz’in hakkı arasında kaldığında en kuvvetli ve en öncelikli hak Allah Rasûlü’nün hakkıdır. Allah Rasûlü’nün bizim üzerimizdeki hakkı anne-babamızınkinden ve bütün mahlûkâtınkinden çok daha fazladır. Anne babamız bizi dünyaya getirmiş lâkin Rasûlullah (s.a.v) hem bizi hem de anne babamızı cehennemden kurtarmış, güzellikler ve nimetler yurduna girmemize sebep olmuştur.
Âhireti hedefleyerek ilim öğreten ve yol gösteren muallimin durumu da buna benzer.
Diğer taraftan, mahrem konuları öğretirken, konuyu kapalı bırakmamak şartıyla- kinâyeli konuşmaya da dikkat etmelidir. Erkeklerle ilgili meseleleri erkeklerin, kadınlarla ilgili meseleleri de kadınların anlatması daha münâsiptir.
Nitekim kadınlar, hayâ ettikleri bazı meselelerini her zaman rahatlıkla Efendimiz’e soramamışlardır. Fahr-i Kâinât (s.a.v) zaman zaman onlara da sohbet etmiş ise de bunun erkeklerle beraberliği kadar olmayacağı muhakkaktır. Bu sebeple hanım sahabîler, pek çok hususî meselelerinin çözümünde Peygamber Efendimiz’in zevcelerini elçi olarak kullanmışlardır. Bizzat sordukları bazı suallere Allah Rasûlü engin hayâsı sebebiyle kinayeli cevaplar verdiğinde, geniş açıklamayı yine vâlidelerimizden almışlardır. (Buhârî, Hayz, 13, 14; Müslim, Hayz, 60; Ebû Dâvud, Tahâret, 107; Darimî, Vudû, 75; Nesaî, Gusl, 21; Muvatta, Taharet, 105)
Hayâ edilen meselelerde soru soranı bizzat konunun içine dâhil etmeden cevap vermek gerekir. “Sizden biri… İnsanlar şöyle yapmalıdır…” gibi.
Bir defâsında Allah Rasûlü (s.a.v) ashabıyla otururken, cemaatten biri sesli bir şekilde yellenmişti. Ancak kimin olduğu belli değildi. Deve etinden yapılmış yemeklerini yedikten sonra namaz vakti geldi. Allah Rasûlü (s.a.v) abdesti bozulan sahabînin abdest almaya kalktığında bilinmesine mâni olmak için yanındakilere:
“–Deve eti yiyen herkes abdest alsın” buyurdu. Böylece sesli bir şekilde yellenen kişinin gizli kalmasını temin ederek onu utandırmadı.
Buna benzer bir nezâket ve inceliği şu hâdisede de görüyoruz:
Hazret-i Ömer t bir evde insanlarla birlikte bulunuyordu. İçlerinde Cerîr bin Abdullah da vardı. O esnâda Hazret-i Ömer bir koku duydu. Oradakilere:
“–Bu kokunun sahibi hemen kalkıp abdest alsın!” dedi.
Cerîr:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Buradaki herkes abdest alsa daha iyi olmaz mı?!” dedi.
Bu ince anlayışa hayran kalan Hazret-i Ömer t ona:
“–Allah sana rahmet eylesin! Sen câhiliye devrinde ne güzel bir efendiydin, İslâm döneminde de ne güzel bir efendisin!” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, no: 8608)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile onu rencide etmemek için -âdetâ- belirsiz hâle getirir ve o kusurdan bütün topluluğu sakındırırlardı. Bazen de muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:
“−Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum.”[6] buyurarak, kendilerine âdetâ galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederlerdi.
Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e bir adamdan menfi bir söz ulaştığında: “Falan niye böyle söylemiş?” demezdi. Lâkin:
“İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?” derdi.” (Ebu Davud, Edeb 5/4788)
35- KADINLARA ÖĞRETMEYİ VE NASİHAT ETMEYİ DE İHMAL ETMEZDİ
Allah Rasûlü (s.a.v), kendisi ile beraber Hz. Âile vâlidemiz ve diğer ezvâc-ı tâhirâtı da kadınlara dinlerini öğretmeleri için vazîfelendirmiştir.
Bir kadın Rasûlullah (s.a.v)’e geldi ve:
“−Ey Allah’ın Rasûlü! Senin sözlerinden hep erkekler istifade ediyor. Biz kadınlara da bir gün ayırsan, o gün toplansak ve Allah’ın sana öğrettiklerinden bize de öğretsen!” dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“−Peki, şu gün şurada toplanınız!” buyurdu.
Kadınlar toplandılar. Nebî (s.a.v) de gidip Allah’ın kendisine bildirdiklerinden onlara öğretti. (Buhârî, İ’tisam 9; Müslim, Birr, 152)
Rasûlullah (s.a.v)’e Kur’ân inzâl buyrulduğunda onu önce erkeklere, daha sonra da kadınlara okurdu. (İbn-i İshâk, s. 128)
Câbir (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte bayram namazına katıldım. Efendimiz hutbeden önce, ezansız ve ikâmetsiz namaza başladı. Sonra Bilâl (r.a)’e dayanarak kalktı. Allah’tan korkmayı ve O’na itâati emretti. İnsanlara vaaz edip (ölümü, âhireti, cenneti, cehennemi) hatırlattı. Sonra kadınlar bölümüne geçti. Onlara da aynı şekilde vaaz etti, hatırlatmalarda bulundu ve:
“–Allah için tasadduk edin, zira sizin ekseriyetiniz cehennem odunusunuz!” buyurdu. Yanakları kararmış itibarlı kadınlardan biri kalkarak:
“−Niçin ey Allah’ın Rasûlü? (niye cehennem odunlarıyız?)” dedi. Rasûlullah (s.a.v) ise şöyle buyurdu:
“–Zira siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza nankörlük ediyorsunuz.”
Bunun üzerine kadınlar zînet eşyalarından tasadduk etmeye başladılar... (Müslim, Îdeyn, 4)
Hanım sahâbîler bir taraftan Hz. Peygamber’in vaazları ve konuşmaları yoluyla İslâm’ın ahkâmını öğrenmeye çalışırken diğer taraftan karşılaştıkları problemlerin çözümü ve akıllarına gelen soruların cevabını alabilmek için her zaman Rasûlullah’a başvurma imkânına sahiptiler. Efendimiz de bunlara değer verir ve sorularına mukabelede bulunur, problemleriyle ilgilenirdi. (Müslim, Fezâil 76; Ebû Dâvûd, Edeb 12)
Rasûlullâh (s.a.v):
“(Mescid’in bu kapısını kadınlara ayırsak!” buyurmuşlardı.
Nâfi (r.a) der ki: “İbn-i Ömer (r.a), bundan sonra ölünceye kadar o kapıdan hiç girmedi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 53/571)
İbn-i Cüreyc hocası Atâ bin Ebî Rebâh’a sorar:
“–Bugün imâmın hutbesini bitirdikten sonra kadınların yanına varıp va’z u nasihatta bulunmasını onun bir vazifesi olarak görüyor musunuz?”
Atâ, şu cevabı verir:
“–Evet, hayâtıma and olsun ki bu onların îfâ etmeleri gereken bir vazifedir. Neden bunu yerine getirmezler bilmem!” (Müslim, Salâtü’l-Iydeyn, 3)
36- TEMÂYÜLLERİ HAYRA YÖNLENDİRİRDİ
Bu metot bilhassa yeni yetişmekte olan çocukların terbiyesinde büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Çünkü çocuklar gördükleri ve duydukları her şeyi merak etmekte, bunların doğru veya yanlış olduklarını düşünmeden hemen taklide yönelmektedirler. Onları bu rastgele temayüllerden vazgeçirmek, “Evladım! Böyle yapma, şöyle yapma!” demekten ziyade, “Böyle yapma, fakat şöyle yap!” “Şunu yeme, fakat bunu ye!”, “Bu oyunu oynama, fakat şunu oynayabilirsin!” şeklinde alternatifler sunmak suretiyle daha kolay sağlanabilmektedir.
Râfî bin Amr (r.a) şöyle anlatır:
Ben çocukken Ensâr’ın hurma ağaçlarını taşlardım. Bu sebeple beni tutup Peygamber Efendimiz’e götürdüler.
Allah Rasûlü (s.a.v) bana:
“–Yavrucuğum! Hurma ağaçlarını niçin taşlıyorsun?” diye sordu. Ben:
“–Yâ Rasûlallah! (Açtım) yemek için taşladım.” dedim.
Fahr-i Kâinât (s.a.v):
“–Bir daha taşlama! Altlarına düşenlerden al, ye!” buyurdu ve başımı sıvazladı. Daha sonra da:
“Allah’ım! Onun karnını doyur” diye bana dua etti. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2622; İbn-i Mâce, Ticârât, 67)
Görüldüğü üzere Rasûlullah (s.a.v) çocuğa sâdece “Hurma ağacını taşlama” diye yasak koymakla kalmamış, büyük bir şefkât ve muhabbetle başını sıvazlayarak “Yavrucuğum! Altlarına düşenlerden al, ye!” demek sûretiyle onu doğruya yönlendirmiştir. Böylece hem çocuğun arzusuna cevap vermiş hem de yere düşen hurmaları zâyi olmaktan kurtarmıştır.
Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v) Medine’ye geldiğinde Medinelilerin iki (bayram) günleri vardı. O günlerde oynayıp eğlenirlerdi.
“−Bu iki gün(ün mânâ ve ehemmiyeti) nedir?” diye sordu. Onlar:
“−Biz cahiliye devrinde bu günlerde eğlenirdik!” dediler. Efendimiz (s.a.v):
“−Allah, bu iki bayramınızı onlardan daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Kurban bayramı ve Fıtır (Ramazan) bayramı” buyurdu... (Ebû Dâvûd, Salat 239; Nesâî, Iydeyn, 1)
Bir gün Peygamber Efendimiz, mü’minleri yollara oturmaktan men edince onlar:
“−Biz buna mecbûruz, meselelerimizi orada konuşuyoruz” diye izin istediler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz o halde yolun hakkını verin!” buyurdu ve harama bakmamalarını, gelip geçenleri incitmemelerini, selâm almalarını, mârufu emredip münkerden nehyetmelerini istedi. (Buhârî, Mezâlim, 22; Müslim, Libâs, 114)
37- DEVAMLI HAYIRLI ŞEYLERİ TELKİN EDERDİ
Rasûlullah (s.a.v), her fırsatta ashâbını tasaddukta bulunmaya, hayır ve iyilikler yapmaya teşvik eder, devamlı bu yönde telkinlerde bulunurdu.
Saʻd bin Ebî Vakkâs (r.a) Vedâ Haccı’nda Mekke’de hastalanmıştı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz onu ziyâret etti. Saʻd (r.a):
“‒Yâ Rasûlallah! Ben burada vefât edip arkadaşlarımdan geri mi kalacağım?” diye hicretinin yarım kalmasından endişe duyduğunu ifâde edince Efendimiz (s.a.v):
“‒Hayır, sen burada kalmayacaksın. Daha nice sâlih ameller işleyecek ve bu vesîleyle derecen ve makâmın yükselecek! Allah’tan öyle ümîd ediyorum ki, daha nice yıllar yaşayacaksın ve kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir. Allâh’ım! Ashâbımın (Mekke’den Medine’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Deavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet 5)
Câbir (r.a) şöyle anlatır:
“Teyzemi kocası üç talâkla boşamıştı. Teyzem daha sonra hurmalarının meyvesini devşirmek istedi. Ancak bir kişi, (iddet müddeti bitmediği için) onun evden çıkmasına mânî oldu. Teyzem hemen Peygamber Efendimiz’e gelip durumu arzetti. Rasûlullah (s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:
“–Evet, hurmalarını devşir, belki onlardan tasaddukta bulunur veya herhangi bir iyilik yaparsın!” (Müslim, Talâk, 55; Ebû Dâvud, Talâk, 39-41/2297; Nesâî, Talâk, 70; İbn-i Mâce, Talâk, 9)
Rasûlullah (s.a.v), kendisine gelerek muhtelif sorular soran bir sahâbîye en sonunda:
“Hayır işlemen, her zaman senin için daha hayırlıdır” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Büyû’, 60/3476)
Allah Rasûlü’nün bir hastayı ziyarete gidince yapılmasını tavsiye ettiği şu dua da, onun sürekli hayır telkîninde bulunduğunu gösteren güzel bir misâldir:
«Allah’ım, bu kuluna şifâ ver! İyileştiğinde senin rızân için düşmana karşı gazâda bulunup onlara zarar verir veya rızâ-yı şerifin için cenâze teşyîinde bulunur (veya cemaatle namaz için câmilere yürür).” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 8/3107; Ahmed, II, 172; Hâkim, I, 495/1273)
Rasûlullah (s.a.v), bu şekilde dua ederek hastaya, sıhhate kavuştuğunda, cihâda ve cenâzeye katılmak ve cemaatle namaza devam etmek gibi faziletli amelleri işlemesini telkîn etmektedir. Böylece hasta olan mü’min, sıhhatin kıymetini idrâk ederek üzerindeki nimetleri âhireti kazanma yolunda kullanması gerektiğini anlar. İyileştiğinde daha büyük bir heyecanla hayırlı işlere koşmaya başlar.
İbn-i Ömer (r.a) anlatıyor: “Ben bir seriyyeye katılmıştım. Askerlerden bir kısmı bir firâr ettiler, ben de onlar arasında idim. Oradan uzaklaşınca:
«–Şimdi ne yapacağız, cihâddan kaçtık, Allah’ın gazabıyla dönüyoruz.» diye müzâkere ettik. Sonunda:
«Medine’ye girelim, bizi kimse görmez» diye düşündük. Ancak Medine’ye varınca:
«–Rasûlullah (a.s)’a gidip, kendimizi arz edelim, bizim için bir tevbe imkânı varsa onu yerine getirelim, yoksa geri dönelim” diye kararlaştırdık. Sabah namazından önce mescide varıp beklemeye başladık. Allah Rasûlü mescide geldiğinde ayağa kalktık ve:
«–Biz firârîleriz!» dedik. Bize yönelerek:
«–Hayır siz, firârîler değil, devlet başkanına yardım etmek için gelen ve savaşa tekrar dönmek üzere manevra yapmış kişilersiniz!» buyurdu. Kendisine yaklaştık, mübarek ellerinden öptük. Bize:
«–Ben müslümanların ilticâgâhıyım.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 96/2647; Tirmizî, Cihâd, 36/1716)
Bazen de insanları hayra teşvik için sual sorardı:
Abdurrahman bin Ebû Bekir şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına dönüp:
“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?” buyurdu.
Hz. Ömer (r.a):
“–Yâ Rasûlallah! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim” dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a):
“–Dün gece ben oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu olarak çıktım” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–İçinizde bugün bir hasta ziyâretinde bulunan var mı?” buyurdu.
Hz. Ömer (r.a):
“–Yâ Rasûlallah! Sabah namazını kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık, nasıl hasta ziyâret edebilelim ki?” dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a):
“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide doğru çıktığımda, bakayım durumu nasıl olmuş diye yolumu o tarafa uğrattım” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” buyurdu.
Hz. Ömer (r.a):
“–Yâ Rasûlallah! Namaz kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık?!” dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a) ise:
“–Mescide girdiğimde, ihtiyâcını arzeden birini gördüm. Oğlum Abdurrahman’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Hemen onu alıp yoksula verdim” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Seni cennetle müjdelerim” buyurdu.
Hz. Ömer bir iç çekti ve:
“–Âh cennet!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ömer’i memnun edecek bir söz söyledi:
“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebû Bekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)
38- BAZI MÜHİM HATALARI HEMEN DÜZELTİRDİ
Rasûlullah (s.a.v) son derece affedici, şefkâtli, mülâyim ve müsâmahakâr olmakla birlikte mühim hataları derhal düzeltme yoluna giderdi. Bunlar daha ziyade itikat, ibadet ve haramlarla ilgili konulardır.
Tâif’te oturan Sakîf kabilesi temsilcileri, Peygamberimiz ile kendi aralarında gerçekleşen anlaşmayla ilgili barış ve yazı işleri tamamlandığı zaman, orada bulunan Rabbe (Lât) putunun üç sene müddetle yıkılmayıp bırakılmasını Efendimiz’den talep ettiler. Peygamberimiz onların bu dileklerini kabul etmedi. Sakif temsilcileri:
“−İki sene tehir et” dediler. Allah Rasulü (s.a.v) yine kabul etmedi.
“−Bir sene tehir et” dediler. Efendimiz yine kabul etmedi.
“−Tâif’e vardıktan bir ay sonraya tehir et!” dediler. Peygamberimiz Rabbe’yi yıkmak için bir vakit tayinine yanaşmadı.
Temsilcilerin böyle yıkım işinin geri bırakılmasını ısrarla istemeleri, Sakîf halkının bazı mutaassıp kimselerinden korktukları içindi. Onlar, kavimlerini müslüman oluncaya kadar Rabbe (Lât) putunun yıkımıyla heyecana ve korkuya düşürmeyi uygun görmüyorlardı. Çaresiz kalınca, putlarını hiç olmazsa kendi elleri ile yıkmaktan affedilmelerini istediler. Allah Rasulü (s.a.v):
“−Olur, ben onu kırmayı ashâbıma emrederim. Putunuzu kendi elinizle yıkmaktan sizi affediyoruz” buyurdu. (İbn-i Hişam, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)
Allah Rasûlü (s.a.v)’e bir topluluk geldi. Aralarından bir adamı “Abdülhacer” yani “Taşın kulu” diye çağırdıklarını duydu. O adama ismini sordu:
“−Abdülhacer” deyince:
“−Hayır, sen Abdullah’sın!” buyurdu. (Buhari, Edebü’l-Müfred, Hadis no: 812)
Rasulullah (s.a.v), bir gün elinde asası olduğu halde Mescid’e geldi. Adamın biri (sadaka olarak) içinde çürükleri bulunan bir hurma salkımı asmış idi. Efendimiz değneği ile salkımı dürtüyor ve:
“−Bu sadakanın sâhibi, keşke daha iyisini tasadduk etseydi. Bu sadakanın sâhibi, kıyamet günü mutlaka çürük hurma yiyecek!” buyuruyordu. (Ebu Dâvud, Zekât, 17; Nesâî, Zekât, 27)
İbn-i Abbas (r.a)’ın anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v) bir adamın elinde altından yapılmış bir yüzük gördü. Onu derhal çıkarıp attı ve:
“−Biriniz tutup ateşten bir parçayı alarak eline takıyor!” buyurdu. Rasûlullah Efendimiz gidince adama:
“−Yüzüğünü al (başka sûrette) ondan faydalan!” dediler. O:
“−Hayır! Vallahi ebediyen almayacağım, onu Rasûlullah attı” dedi. (Müslim, Libâs, 52)
Ebu’l-Müleyh, bir adamdan naklen demiştir ki:
“Ben Rasûlullah (s.a.v)’in terkisinde idim. Hayvanın ayağı kaydı. Ben, “Kör şeytan!” demiş bulundum. Bana:
“Böyle söyleme, zira böyle söylersen o büyür, hatta ev kadar olur ve «kendi gücümle onu yere attım!» der. Fakat sen: «Bismillah!» de, zira böyle söylersen o küçülür ve sinek kadar olur.” (Ebu Davud, Edeb 77/4982)
Rasûlullah (s.a.v), uygun olmayan insan ve yer isimlerini değiştirirdi. Bir rivâyette şöyle buyrulur:
“Rasûlullah (s.a.v) Âsi, Azîz, Atele (şiddet, sertlik), Şeytan, Hakem, Gurâb (karga) Habbâb, Şihâb isimlerini değiştirdi. Şihâb’ı Hişâm, Harb’i Silm (sulh), Muzdaci’ı (yatan) Münbais (kalkan) yaptı. Afire (çorak) adını taşıyan bir araziyi de Hadire (yeşillik) diye, Şi’bu’d-Dalâlet’i (sapıklık geçidi) Şi’bu’l-Hüdâ diye isimlendirdi. Benu’z-Zinye’yi (Zinâ oğulları) Benu’r-Rişde (Sahih nikâh oğulları), Benû Muğviye’yi de Benû Rişde olarak değiştirdi.” (Ebu Davud, Edeb, 62/4956)
39- AZ DA OLSA ÎCÂB ETTİĞİNDE KIZARDI
Ancak onun paylaması ve kızması da merhametle ve ümmetinin selameti için olurdu.
Efendimiz (s.a.v), kendine âit hususlarda dâimâ affedici davranmıştır. Lâkin âmmeye âit hatâları gördüğünde, hakkı tevzî edinceye kadar kızgınlığı geçmemiş, hakkı yerine getirme gayreti içinde bulunmuştur.
Diğer taraftan, Öğrenen kimse haddi aşar da sorulmayacak şeyi sorar, içine girilmemesi gereken bir konuya dalarsa Allah Rasûlü (s.a.v) son derece kızardı.
Ebû Mes’ûd el-Ensârî (r.a) şöyle buyurur:
“Bir kişi Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelip:
«‒Yâ Rasûlâllâh, filânca bize (namaz kıldırırken) o kadar uzatıyor ki âdetâ namazı terkedecek gibi oluyorum!» dedi.
Nebiyy-i Mükerrem (s.a.v) Efendimiz’i hiçbir vaazında o günkü kadar gazablı görmedim. Buyurdu ki:
«Ey insanlar! Siz insanları nefret ettiriyorsunuz. Kim insanlara namaz kıldırırsa hafif tutsun! Çünkü cemâatin içinde hastası var, zayıfı var, iş-güç sâhibi olan var!».” (Buhârî, İlim, 28)
Zeyd bin Hâlid el-Cühenî (r.a) şöyle buyurur:
“Biri, Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den lukatayı, (yâni yitik malı) sordu.
Efendimiz (s.a.v):
«‒Bağını, yâhud kabını ve kılıfını iyice belle, sonra insanlara bir sene boyunca îlân ve tarif et! Ondan sonra onu kullan. (Daha sonra) sâhibi çıkarsa malını kendisine verirsin!»
O zât:
«‒Yitik deve de (böyle mi?)» diye sordu.
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz o kadar gazab etti ki mübârek yanakları, yâhud yüzü kızardı. Ve:
«‒Ondan sana ne? O, su tulumunu ve ayakkabısını berâberinde taşır. (Muhtâc oldukca) su başlarını bulur, ağaç (yapraklarından) otlar. Onu, sâhibi buluncaya kadar kendi hâline bırak!» buyurdu.
Sahâbî:
«‒Ya, yitik davara ne buyurursun?" dedi.
Efendimiz (s.a.v):
«‒O ya senindir, ya kardeşinindir, ya kurdundur.» buyurdu.” (Buhârî, İlim, 28)
Bir kimse bir yerde yitik bir mikdar para veya eşya bulsa, bunu sahibine vermek üzere, oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisi için alıp kaldıramaz, bu bir hırsızlık sayılır, haramdır.
- Görüldüğü yerde alınmayıp bırakıldığı zaman zâyi olmasından korkulmayan bir yitiği alıp kaldırmak mubahtır.
- Alınmayıp bırakıldığı takdirde zâyi olmak ihtimali bulunan bir yitiği almak ve sahibi için saklamak mendubdur.
- Zâyi olacağı anlaşılan bir yitiği almak ve saklamak vâcibdir.
Yitikleri hükümete teslim etmek de caizdir. Hele gayrimüslimlere ait olduğu anlaşılan yitikler, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri çıkarsa, aynen kendilerine verilir, eğer satılmışlarsa, bedelleri ödenir. Sahibleri çıkmazsa, toplumun ihtiyaçlarına harcanır.
Yitiği bulan, kendisindeki yitiği uygun bir şekilde ilan eder ve yitiğin kıymetine göre uygun bir müddet bekler. Sahibi çıkmazsa onu fakirlere tasadduk eder, kendisi fakir ise bundan faydalanabilir. Fakat sonradan sahibi çıkarsa bedelini borçlanır.
Sahibinin aramayacağı belli olan pek cüz’î şeylerde ise, bir müddet beklemeye lüzum yoktur. Bir kuruş, bir meyve, basit bir mendil gibi...
Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) şöyle anlatır:
“(Bir defâsında) Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hoşlanmadığı bâzı şeyler soruldu. (Bu gibi) suâller çoğalınca Efendimiz (s.a.v) gazaplandı. Ondan sonra:
«‒Bana istediğinizi sorunuz!» buyurdu. Birisi (kalkıp):
«‒Benim babam kimdir?» dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v):
«‒Baban Huzâfe’dir.» buyurdu. Bir diğeri kalkıp:
«‒Yâ Rasûlâllâh, ya benim babam kimdir?» dedi.
«‒Şeybe’nin âzâtlısı Sâlim’dir.» buyurdu.
Hz. Ömer (r.a) Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mübârek yüzlerindeki gazap alâmetlerini görünce:
«‒Yâ Rasûlâllâh, Azîz ve Celîl olan Allâh’a tevbe ediyoruz.» dedi.” (Buhârî, İlim, 28)
Diğer rivâyette:
“Efendimiz (s.a.v): «Ne istiyorsanız sorunuz!» diye defâlarca tekrâr edince Hz. Ömer (r.a) dizleri üzerine çökerek:
«‒Allah’ın Rabbimiz olduğuna, İslâm’ın dînimiz olduğuna, Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamberimiz olduğuna râzı olduk yâ Rasûlallâh!» dedi.
Bunun üzerine gazapları zâil olup sükût buyurdular.
Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:
“Biz, kader hususunda münâkaşa ederken Rasûlullah (s.a.v) çıkageldi. Öylesine kızdı ki, öfkenin hâsıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki nar taneleri ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı:
«–Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim. Bilin ki, sizden öncekileri, dinî meselelerdeki münâkaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilâfları helâk etmiştir.»” (Tirmizî, Kader 1/2134; İbn-i Mâce, Mukaddime 10)
Peygamber Efendimiz’in bu kızgınlığı, ashâbını büyük bir tehlikeden muhâfaza etmek içindi.
Hz. Âişe (r.a) anlatıyor:
Fahr-i Kâinât (s.a.v) ruhsatı tercih ederek bir amelde bulunmuştu. Bazılarının bundan kaçındıklarını işittiğinde buna fevkalâde öfkelendi ve insanlara şöyle hitâb etti:
“−Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyorlarmış, doğru mudur bu? Allah’a yeminle söylüyorum, ben Allah’ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah’tan haşyetim de onlarınkinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127, 128)
Allah Rasûlü (s.a.v)’in aynı şekilde haksız yere cana kıyan kimselere de cevabı hep sert olmuştur. Savaşta “Lâ ilâhe illallah” dediği halde birini öldüren Üsâme bin Zeyd’e (Buhari, Diyat, 2) ve yine benzeri bir durumla karşılaşan Hâlid bin Velid’e, yaptıklarına pişman edecek bir üslupla mukâbele etmiştir. Hatta
“Yâ Rabbi, ben Hâlid’in yaptıklarından Sana sığınırım.” buyurmuştur. (Buhari, Ahkam, 35)
40- TÂLİM VE TEBLİĞDE YAZIYI KULLANIRDI
Rasûlullah (s.a.v), okuma ve yazmanın yaygın olmadığı bir cemiyet içinde zuhûr etmiş ümmî bir peygamberdi. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle daha önce ne bir kitap okumuş ne de herhangi bir yazı yazmıştı. (Ankebût, 48) Fakat nübüvvet vazifesi başlayıp “Rabbının adıyla oku!” (Alak, 1), “O (Allah) kalemle öğretendir” (Alak, 4), “Nun; kalem ve onunla yazılanlara andolsun” (Kalem, 1) âyetleriyle ilmin önemi ve yazı ile kaydedilmesine dikkat çekildikten sonra İslâm ümmeti içinde son derece hızlı bir okuma yazma seferberliği başlamıştır.
Rasûlullah (s.a.v), ilk olarak, inen Kur’ân-ı Kerim vahiylerini yazdırmıştır. Peygamberimiz için yazı, başka hiçbir hizmet görmese bile, sırf Kur’ân-ı Kerim’in hıfzı ve yayılması için zaruri derecede lüzumlu idi. Bu sebeple Allah Rasûlü, yazının ümmet çapında yayılması için zaman kaybetmeden gerekli bütün tedbirleri almıştı. Nitekim vahiy kâtibi olarak vazife yapan ve isimleri bilinen zevâtın sayısı altmış beş civarındadır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, tâlim, terbiye ve tezkiye faaliyetlerinde de yazıdan istifade etmiştir. Kur’ân’la karışma tehlikesi olduğu ve bu sebeple yasaklandığı dönemi istisna edersek, hadislerin yazılması da Allah Rasûlü tarafından teşvik edilmiştir.
Abdullah bin Amr bin el-As (r.a) anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v)’den duyduğum her şeyi ezberlemek için yazıyordum. Kureyş beni bundan men etti ve
“−Allah Rasûlü hem kızgınlık hem de sukûnet hallerinde konuşurken sen ondan işittiğin her şeyi yazıyor musun?” dediler.
Bunun üzerine yazmayı bıraktım. Bilâhare durumu Peygamberimize arzettiğimde, eliyle mübârek ağızlarını işaret ederek şöyle buyurdular:
“−Yaz, nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 3)
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:
“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ashâbı arasında benden daha çok hadis rivâyet eden kimse yoktur. Ancak Abdullah bin Amr (r.a) hâriç! Zira o yazardı, ben yazmazdım.” (Buhârî, İlim, 39)
Ebû Kubeyl şöyle anlatıyor:
Abdullâh bin Amr bin Âs’ın yanında idik. Kendisine Kostantiniyye ve Rûmiyye’den hangisinin önce fethedileceği soruldu. Abdullah, halkaları olan eski bir sandık getirtti. İçinden bir yazı çıkardı ve şöyle dedi:
Rasûlullâh (s.a.v)’in çevresinde toplanmış mübârek hadislerini yazdığımız bir esnâda ona:
“–Hangi şehir önce fethedilecek, Kostantiniyye mi yoksa Rûmiyye mi?” diye soruldu. Allâh Rasûlü (s.a.v) şu cevabı verdi:
“–Hiraklin şehri önce fethedilecek!” Efendimiz bu sözüyle Kostantiniyye’yi kastediyordu. (Ahmed, II, 176)
Ensar’dan bir adam Rasûlullah Efendimiz’in yanına oturup kendisinden hadis dinliyor, bundan hoşlanıyor, fakat belleyemiyordu. Bu durumu Peygamberimize şikâyet etti. Efendimiz de eliyle yazıya işaret ederek:
“−Sağ elinden yardım iste!” buyurdu. (Tirmizi, İlim, 12)
Peygamber (s.a.v) Mekke’yi fethedince insanların arasında ayağa kalktı. Allah Teâlâ’ya hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Allah Fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoymuş, Rasûlü’nü ve mü’minleri ise buna muzaffer kılmıştır. Mekke benden sonra hiç kimseye helal değildir. Mekke’nin avı ürkütülmez, dikeni kesilmez, bulan kimsenin, sâhibini araması için alması hariç, kaybolan eşyası helal olmaz. Bir kimsenin yakını öldürülürse iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet ya da kısas.”
Bunun üzerine Hz. Abbâs:
“−İzhir (otunun koparılması) müstesnâ olsun. Çünkü kabirlerimiz ve evlerimizde onu kullanıyoruz” dedi. Peygamberimiz:
“−İzhir müstesna” buyurdu. Ardından Yemenli olan Ebû Şâh ayağa kalktı ve:
“−Bunu bana yazar mısınız ey Allah’ın Rasûlü” dedi.
Peygamber Efendimiz de, sözlerinin Ebu Şâh için yazılmasını emir buyurdu. (Buhârî, Lukata, 7)
Enes bin Mâlik (r.a), Mahmud bin Rebî (r.a)’den şöyle nakleder:
Medine’ye geldim. Az sonra İtbân bin Mâlik (r.a)’e rastladım. Ona:
“‒Senden kulağıma bir hadis geldi?” dedim, İtbân (r.a) şunları anlattı:
“‒Gözüme bir şey ârız oldu da Rasulullah (s.a.v)’e haber yolladım. Bana kadar gelerek evimde namaz kılmasını, bunu müteakib o namaz kıldığı yeri namazgâh yapmayı arzu ettiğimi söyledim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Allah’ın dilediği ashâbiyle birlikte geldi ve içeri girdi. O evimde namaz kılıyor; ashabı da aralarında konuşuyor, (münâfıklardan karşılaştıkları kötülüklerden bahsediyor)lardı. Sonra mevzu-i bahs olan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâlik bin Dühşum’a isnâd ettiler. Peygamber (s.a.v)’in ona beddua etmesini ve bu sebeble onun helak olmasını dilediklerini, onun başına bir belâ gelmesini arzu ettiklerini söylediler. Derken Peygamber (s.a.v) namazını bitirdi ve:
«‒Bu adam Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet etmiyor mu?» buyurdu. Ashâb:
«‒Evet, amma o bunu kalbinde olmadığı halde söylüyor» dediler. Rasulullah (s.a.v):
«‒Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim de Rasûlullah olduğuma şehâdet getiren hiç bir kimse yoktur ki (cehennem) ateşine girsin yahud onu tatsın.» buyurdular.”
Enes (r.a) şöyle der:
“Bu hadis benim hoşuma gitti, de oğluma: «‒Bunu yaz!» dedim. O da yazdı.” (Müslim, Îmân, 54)
Rasûlullah (s.a.v), çevresindeki krallara, hükümdarlara ve yöneticilere, elçi ile beraber dâvet mektubları göndermiştir.
Muhammed Hamîdullah’ın el-Vesâiku’s-Siyâsiyye isimli eserinde, Efendimiz’den gelen yazılı vesikalar üç yüze yaklaşmaktadır.
Ömer bin Abdilaziz (r.a) (Medine valisi) Ebû Bekr bin Hazm’a şöyle yazmıştır:
“Bak, Rasûlullah (s.a.v)’in hadislerinden ne varsa yaz. Zira ben, ilmin kaybolmasından ve ulemanın gitmesinden korkuyorum. Rasûlullah (s.a.v)’in hadislerinden başka bir şey kabul etme! Âlimler ilmi yaysınlar, ilim için (herkese açık yerlerde) halkalar teşkil etsinler, ta ki bilmeyenler de böylece öğrensin. Zira ilim, gizli kalmazsa yok olmaz.” (Buhârî, İlm 34)[7]
41- YABANCI DİLLERİ ÖĞRENMESİ İÇİN BAZI SAHABELERİ VAZİFELENDİRİRDİ
Peygamber Efendimiz’e herkesten olduğu gibi Yahudilerden de Süryanice mektuplar geliyordu. Bunlara cevap vermek de gerekiyordu. Rasûlullah (s.a.v) bir gün Zeyd bin Sâbit’i çağırıp, yahûdilere güvenmediğini, onların dili olan Süryanice’yi öğrenmesini istedi.
Zeyd bin Sâbit (r.a) şöyle anlatır:
“Rasûlullah (s.a.v) Medîne’ye geldiğinde beni huzûruna götürdüler. Rasûlullah (s.a.v) beni sevdi ve beğendi. Oradakiler:
«–Yâ Rasûlallah! Bu Neccâroğulları’ndan bir gençtir. Allah’ın sana inzâl buyurduğu sûrelerden on yedi tanesini ezbere biliyor» dediler.
Bu durum Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in çok hoşuna gitti. Bana:
«–Zeyd, benim için yahûdilerin diliyle yazmayı öğreniver. Vallahi ben yazı husûsunda yahûdilere güvenmiyorum» buyurdu.
On beş gün geçmeden onların yazısını öğrendim, hattâ bu konuda epeyce mahâret kazandım. Artık yahûdiler Rasûlullah (s.a.v)’e mektup yazdıklarında onu kendisine okuyuveriyordum. Efendimiz (s.a.v) bu mektuplara cevap yazdırmak istediğinde de onun adına yazıveriyordum.” (Ahmed, V, 186. Bkz. Buhârî, Ahkâm, 40; Ebû Dâvûd, İlim, 3/3645; Tirmizî, İstizan, 22/2715)
Zeyd (r.a) 20 gün kadar bir sürede de İbrânîce’yi öğrendi.
42- ÜMMETİNİN TERBİYE VE TEZKİYESİ İÇİN DUA EDERDİ
Âlemlere rahmet ve bütün insanlara hidayet olan Sevgili Peygamberimiz, ümmetinin tezkiyesi, tâlim ve terbiyesi yolunda bütün imkânlarını seferber etmiştir. Onların hidayete ermesi ve sâlih kimselerden olmaları için gece gündüz gayret göstermiştir. Gıyaplarında ve yüzlerine karşı onlar için hayırlı dualarını eksik etmemiştir.
Rasûlullah (s.a.v), ümmetinin hidâyeti için pek çok duâlar etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a), annesi Ümmü’l-Hayr Selmâ’nın hidayete gelmesi için Peygamberimize:
“–Yâ Rasûlallah! Şu annem çocuklarına karşı çok şefkatli bir annedir. Sen çok mübâreksin. Onun için Allah’a dua et ve İslâm’a davet buyur. Belki Allah senin hürmetine onu cehennem ateşinden kurtarır” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz Hz. Ebû Bekir’in annesine dua etti ve İslâm’a çağırdı, o da Müslüman oldu. (İbn-i Esir, Üsüdü’l-gâbe, VII, 326)
Devs kabilesinden Tufeyl bin Amr, kabilesini İslâm’a davet eder, ancak onlar kabul etmezlerdi. Bunun üzerine Mekke’ye, Rasûlullah’ın yanına varıp:
“–Ey Allah’ın Peygamberi! Devs kabilesi bana gâlip geldi, İslâm’dan uzak durup âsi oldular. Onlar aleyhinde Allah’a dua et!” diye talepte bulundu. Rasûlullah (s.a.v) ise:
“Allah’ım! Devs’e hidayet et!” diyerek dua etti ve Tufeyl’e:
“–Kavminin yanına dön! Onları İslâm’a davete devam et ve kendilerine yumuşak davran!” buyurdu.
Tufeyl kavminin yanına döndü. Rasûlullah Medine’ye hicret edinceye kadar, onları İslâm’a davet etti. (Buhârî, Megâzî, 75; Ahmed, II, 243; İbn-i Sa’d, IV, 239)
Beldelerinden kendisini taşlayarak ve türlü hakâretlerle çıkaran, hicrî dokuzuncu yıla kadar da şiddetle direnerek müslümanlara pek çok zâyiât verdiren Tâifliler hakkında:
“Allah’ım! Sakîf’e hidâyet nasîb et ve onları bize getir” diye duâ buyurdu.
Neticede bu duânın bereketiyle kısa bir müddet sonra Sakîfliler müslüman olmak için Allah Rasûlü’ne geldiler. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942)
Yemen halkının hidâyeti için:
“Allah’ım! Onların kalblerini bize yönelt!” şeklinde duâda bulunmuştur. (Tirmizî, Menâkıb, 71/3934)
Câbir (r.a) şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) minberin üzerinde Yemen tarafına baktı ve:
“Allah’ım, kalblerini dînine yönelt!” buyurdu.
Irak tarafına baktı aynı duâyı yaptı, ufkun her tarafına baktı ve aynı şeyleri söyledi. Sonra da:
“Allah’ım, bizi arzın hazînelerinden rızıklandır, müdd’ümüze ve sa’ımıza bereket ver (ölçeklerimizi bereketlendir)” buyurdu. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 243, no: 482)
Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v), Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderirken, üzerine aldığı vazîfenin mes’ûliyetinden endişe eden yeğeninin göğsü üzerine elini koyup şu duâyı yapmıştır:
“Allah’ım! Bunun kalbini doğruya hidâyet eyle, lisânını hak üzere sâbit kıl.”
Hz. Ali (r.a) diyor ki:
“Bu duâdan sonra iki kişi arasında hüküm verirken hiçbir tereddüt geçirmedim.” (İbn-i Mâce, Ahkâm, 1)
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in bir kısım dualarını da ashabını manevî hastalıklardan temizlemeye tahsis ettiğini görmekteyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hutbesinde:
“−Ey insanlar! Nefsinden korkan varsa, ayağa kalksın da, kendisi için dua edeyim!” buyurdu. Bunun üzerine, bir kişi ayağa kalktı:
“–Yâ Rasûlallah! Ben çok cimriyim, korkağım ve de uykucuyum. Allah’a dua et de, benden bunları gidersin!” dedi. Allah Rasulü ona dua etti. Sonra bir kişi daha ayağa kalktı ve:
“–Yâ Rasûlallah! Ben çok yalancıyım. Çirkin sözlü, çirkin işliyim. Hem de uykucuyum” dedi. Allah Resûlü:
“–Ey Allah’ım! Ona doğru sözlülük ve iman olgunluğu nasip et. Uyumak istedikçe kendisinden uykuyu gider!” diye dua etti. Ardından Mescid’in kadınlar kısmından bir kadın ayağa kalkıp:
“–Bende şöyle şöyle haller var. Allah’a dua et de benden bu halleri gidersin!” dedi. Efendimiz (s.a.v) ona:
“–Sen Âişe’nin evine git!” buyurdu. Sonra minberden indi. Hz. Âişe’nin evine dönünce kadının başına asâsını koydu ve ona dua etti. (İbn-i Sa’d, II, 255)
[1] Muhibbuddin et-Taberî, Hulâsatü siyeri Seyyidi’l-beşer, s. 19; Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385.
[2] İbrahim, 25.
[3] Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Suyûtî, el-Câmi, no: 8147.
[4] Muhtemelen bu namaz söz konusu vakitten önce kılınan sünnet namazdır. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in nafile namazları teberrüken cemaatle kıldırdığı da olmuştur. (Müslim, Mesâcid, 266-271)
[5] Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-fevâid, trc. Naim Erdoğan, İstanbul ts., V, 384.
[6] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119.
[7] Hadislerin ilk günlerden îtibâren yazılması husûsunda bkz. Halil İbrâhim Mollahâtır, Mekânetü’s-sahâbe, Medîne-i Münevvere 1431, s. 630-640.
Dr. Murat Kaya, İlmi Araştırmalar Merkezi (İLAM)