Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’de der ki:
“Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki, bu ilim ve güzellik, zuhuru zâtının muktezâsı olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline getirdi.” (c.1, 2860-2863)
Allâh, zaman ve mekândan münezzehtir. O, zamansız ve mekânsız bir âlemde, zâtî hakîkati sadece Kendisine mâlum bir sûrette mevcuttur. Cenâb-ı Hakk’ın bu mevcûdiyeti mutlak, diğer yaratılan bütün varlıkların vücûdu ise, izâfîdir.[1]
Buna göre ezelde yalnız Kendi var olan ve var olmak için başka bir var ediciye muhtaç bulunmayan Cenab-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrakleri seviyesinde bilinmeyi ve bu bilginin doğurduğu vicdânî bir zarûretle ibadetlerle tekrîm olmayı murad eylediğinden, “âlem-i kesret” (çokluk âlemi) denilen bu cihânı yaratmıştır. Bu gerçek, كُنْتُ كَنْزاً مَخْفِياًّ yani “Ben, gizli bir hazineydim…” (İsmâil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî) sûretindeki hadis-i kudsî ile bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, içinde yaşadığımız âlemin varlık sebebi ve hikmetini kavramak ve o hikmeti gerçekleştirmeye yönelmek üzere, bütün insanlık için en temel bir hayat düsturudur.
Dipnot: [1] Bu hükümdeki “âlem” sözü Allah katındaki hakîkatin, insan idraki seviyesine indirilmesi için mecâzen ve zarûreten kullanılagelmiştir. Aynı şekilde, ezel (zamanda başı olmamak) ve ebed (zamanda sonu olmamak) gibi kelimeler de Cenâb-ı Hakk’a izâfe edilerek kullanıldığı zaman, böyledirler.
Kaynak: Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları