Bir çoğumuzun sıkıntısı olan manevi hastalıklardan hepimiz kurtulmak isteriz. Tam beyaza döndük derken, başka bir siyahı üzerimize alırız. Allah’ın izniyle bu hastalıklardan kurtulmak mümkündür.
Mânevi hastalıklara dûçâr olan kalbler, mutlaka tedâvîye muhtaçtır ve mânevî bir eğitime girmek mecbûriyetindedirler. Bunların tedâvîsi için bâzı hususlara dikkat etmek zarûrîdir. Bunların bir kısmı şöyledir:
Kalbler, mânevî durumlarına göre beş kısma ayrılır:
HELÂL GIDÂ
İbâdetlerimizi vücûdumuzun güç ve kuvvetiyle yapabilmekteyiz. Helâl gıdâ, bünyeye feyz ve rûhâniyet verirken haram ve şüpheli gıdâlar ise kasvet verir. Tasavvuf erbâbı, kalbî hayâtın inkişâfı için iki husûsa dikkat çekerek:
“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin, bu hususta titiz davranın!” buyururlar. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- da, lokmanın kalb tasfiyesindeki ehemmiyetine şöyle dikkat çeker:
“Bak evlâdım! Haram yemek kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nûrlandırır; lokma vardır, onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünyâ ile meşgul eder; lokma vardır, ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyânın da zâhidi yapar, gönlünü dünyâ ve âhiretin Hâlık’ına yöneltir. Haram yemek, seni dünyâ ile meşgul eder ve mâsıyetleri sana sevimli gösterir. Mübah yemek, seni âhiretle meşgul eder ve tâatleri sana sevdirir. Helâl yemek ise kalbini Mevlâ’ya yaklaştırır. Yiyeceklerin keyfiyeti ve tesiri ancak mârifetullâh ile bilinebilir. Mârifetullâh ise kalbde olur, kitap ve defterde değil. Mârifet-i ilâhiyye, Hâlık’tan kalbe ihsân edilir; mahlûktan değil. Bu ise tevhîd-i ilâhîyi tasdîk ve ilâhî ahkâmla amel ettikten sonra tahakkuk eder.”
Helâl nîmetleri kullanırken de dengeyi iyi muhâfaza etmek, isrâfa gitmemek gerekir. Âyet-i kerîmede:
“Bir de, akrabâya, yoksula ve yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) buyrulmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte de:
“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 51) îkâzı yapılmaktadır.
Helâl olmak şartıyla misâfire ikrâmda cömert davranmak tavsiye edilmiş ve bunun israf olmayacağı bildirilmiştir.
KUR’ÂN-I KERÎM’İ TEFEKKÜRLE OKUMAK
Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürle okumak, yâni emir ve nehiylerin hikmetini düşünmek, kıssalardan ibret almak lâzımdır. Kalblerimiz ne kadar temizlenmiş ise, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi, bizleri o kadar tesiri altına alır. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbdeki mânevî hastalıklara şifâ olduğunu âyet-i kerîme şöyle beyân etmektedir:
“Biz Kur’ân’dan, öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)
Ebû Zer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana öğütte bulun.” dedim.
“–Sana takvâyı tavsiye ederim, zîrâ takvâ her işin başıdır.” buyurdu.
Ben tekrar:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha öğütte bulun.” dedim.
Efendimiz:
“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kur’ân’ı okuyup ona sâhip çıkan kimseye (âhirette): «Oku ve yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen öyle oku! Zîrâ senin makâmın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir.» denilir.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20)
İBÂDETLERİ HUŞÛ İLE EDÂ ETMEK
Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi için ibâdetleri huşû ile yapmaya gayret etmek îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hak huşûsuz bir ibâdeti istememekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)
Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir:
“–Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,
–Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,
–Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler,
–Namazın terkinden müteessir olmazlar,
–Kıldıkları vakit de, Allâh için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar,
–İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hâlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168)
Mü’minûn Sûresi’nde de:
“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede ise namazı huşû ile kılmanın nasıl mümkün olabileceği şöyle îzâh edilmektedir:
“Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)
Huşûu, bâzıları korku, çekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak târif etmiş; bâzıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi âzâlara âit fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezâhürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sâkinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır.
Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîmede, namazı huşû ile kılabilmek için kişinin, “Allâh’a kavuşuyormuşçasına” ve “O’na dönüyormuşçasına” bir hâlet-i rûhiye içinde bulunmasının lüzûmu açıkça belirtilmektedir. Yâni namazın beden ve kalb âhengi içinde kılınması zarûrîdir. Ancak böyle bir namaz mü’mini fahşâ ve münkerden koruyabilir.
Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”
O da cevâben:
“–Dört şeyle.” buyurdular:
“Helâl lokma,
Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhî’de bilmek,
Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak.”
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)
İbâdetlerde huşûu yakalayabilmek ve ibâdet hâricinde de sanki namazdaymış gibi mânevî bir hâlet-i rûhiye içinde olabilmek için diri bir kalble fuzûlî söz ve davranışlardan âzamî derecede uzak durmak gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Diğer ibâdetler de böyledir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“O mü’minler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rab’lerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek verirler. (Diğer bir kıraata göre ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve ürperme hissiyâtı içinde yaparlar.” (el-Mü’minûn, 60)
“Şüphesiz ki Allâh, kullarının (samîmî) tevbesini kabûl eder ve (gönülden verdikleri) sadakaları alır!..”(et-Tevbe, 104)
Âyette sadakanın, yâni infâkın da, namaz gibi riyâdan uzak ve huşû içinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadîs-i şerîfte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdâr olmaması” (Buhârî, Ezan, 36) şeklinde ifâde buyrulmuştur.
ZİKRULLÂH’A DEVÂM ETMEK
Kur’ân-ı Kerîm’de 250 küsur yerde “zikir” kelimesi geçer. Zikir, kulun Rabbini çokça anması ve O’nu unutmamasıdır. Âyet-i kerîmelerde Allâh Teâlâ’nın sabah-akşam, ayakta, otururken ve yatarken, hâsılı devamlı ve çok çok zikredilmesi emredilmektedir. Bu ilâhî beyanların bir kısmı şöyledir:
“Ey îmân edenler! Allâh’ı çok çok zikredin ve O’nu sabah-akşam tesbîh edin.” (el-Ahzâb, 41-42)
“(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allâh’ı dâimâ zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, “hiç kimsenin bulunmadığı tenhâ yerlerde Allâh’ı zikrederek, için için gözyaşı döken”lerin, kıyâmet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir anda Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesi altında gölgeleneceğini müjdelemektedir.[1]
Kalbin tasfiye edilip mânen yükselebilmesi için Allâh’ı zikre devâm etmek büyük ehemmiyet arz etmektedir. Mü’minler zikrin ehemmiyetini kıyâmette daha iyi anlayacaklardır. Nitekim cennete giren mü’minler hakkında Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sâdece dünyâda Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları vakitlere hasret ve nedâmet duyacaktır!” (Heysemî, X, 73-74)
GECELERİ İHYÂ ETMEK
Gece, dünyâ boyuna ve endâmına göre biçilmiş bir huzur ve nîmet elbisesidir. Madden ve mânen gizlenmek isteyenler için de, mükemmel bir örtüdür. Nitekim gecenin bu vasfı Nebe’ Sûresi’nde:
“Biz geceyi bir elbise yaptık.” (en-Nebe’, 10) buyrularak beyân edilmektedir. Gerçekten gecenin, sıhhî, ictimâî, ahlâkî ve bediî bir libâs olduğu muhakkaktır. İnsanın kendi iç dünyâsına dönebilmesi ve gündüzün maddî-mânevî sıkletlerini (ağırlıklarını) atabilmesi, ancak gecenin sükûnetine bürünmesiyle mümkündür. Çünkü gündüzler, gecenin sıhhî ve rûhî istirahatini vermekten uzaktır. Gecelerin nîmetini bilmeyenler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Gecenin sû-i istîmâli ve boş şeylerle geçirilmesi, sabahın selâmetini ve hakîkatini zâyî etmekten başka bir şey değildir.
Kalb ehli için gecenin sükûnetinden daha feyizli bir zaman olamaz. Geceleri -belli miktarda- uyanık geçirerek onun feyz ve berekâtından istifâde etmek îcâb eder. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rablerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler, yalvarırlar. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nîmetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez.” (es-Secde, 16-17)
“Gecenin bir kısmında O’na secde et! Gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et!” (el-İnsân, 26)
Gecenin ilâhî ve mânevî manzaralarını müşâhede edebilmek için, onu gâyeli kullanmak mecbûriyeti vardır.
“(Gerçekten takvâ sâhibi olanlar) gecenin az bir kısmında uyurlar. Seher vakitlerinde hep istiğfâr ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)
“Gecenin bir kısmında da uyanıp sana has bir ilâve olmak üzere namaz kıl! Umulur ki Rabbin seni makâm-ı mahmûda (şefaat makamına) ulaştırır.” (el-İsrâ, 79)
Teheccüd namazı bu âyet-i kerîme ile Peygamber Efendimiz’e farz, biz ümmetine ise sünnet-i müekkede kılınmıştır. Cenâb-ı Hak bu mühim sünneti devâm ettirenleri şöyle methetmektedir:
“(O Rahmân’ın kulları ki,) Rab’lerinin huzûrunda kıyâma durarak ve secdelere kapanarak gecelerini ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Allâh, (gece namaza) kalktığın vakit seni ve secde edenler arasında dolaşmanı görüyor.”(eş-Şuarâ, 218-219)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Kâdî Beyzâvî diyor ki:
“Ümmet için beş vakit namaz farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i saâdetlerinden dışarı çıkıp ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri, Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbîh sesleriyle arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu.” (Envâru’t-Tenzîl, IV, 111)
SÂLİHLER VE SÂDIKLARLA BERABER OLMAK
Kalbin muhâfazası, selâmeti ve inkişâfı için sâlihler ve sâdıklarla berâber olmak îcâb eder. Kalb, yakınında bulunduğu kimselerin mânevî tesir alanına girer ve böylece şahsiyet transferi başlar. Rûhâniyet yönünden güçlü olanlar, mânevî yönden zayıf olanları etkileyerek onlar için bir ilham kaynağı olurlar. Yâni sâdıklar ve sâlihlerin, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve meziyetleri, etrafındakilere sirâyet eder. Sahâbe-i Kirâm’ın, ümmetin en faziletlileri olmasının sebebi de Allâh Rasûlü’nün sohbetinde bulunup, O’nun feyzinden nasîb almalarıdır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 119)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sâdıklarla berâber olmanın ehemmiyetini şu misâlle ne güzel ifâde buyurur:
“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sâhibi ya sana kokusundan ikrâm eder veya sen ondan satın alırsın.
Körük çekene gelince, o, ya senin bedenini veya elbiseni yakar, yahut da oradan sana pis koku sirâyet eder.”(Buhârî, Buyû, 38)
Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatta iken olduğu gibi öldükten sonra da sâlihlerle beraber olmanın ehemmiyetini:
“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102) hadîs-i şerîfiyle ifâde buyurmuşlardır.
Sâlihlerle berâber olanlar, zaman içinde kâbiliyetleri nisbetinde sâlihleşirler. Fâsıklarla berâber olanlar da fâsıklaşırlar. Bunun için kalb, -müsbet veya menfî- bulunduğu her mânevî iklîmin dâimî bir tesiri altındadır. Çünkü her uzuvda bir irâde bulunmasına rağmen, yalnız kalbde irâde yoktur ve kalb, çevresinden gelen tesirlerin kendisine telkîn ettiği istikâmete tâbî olmak temâyülündedir.
Nitekim Lokman -aleyhisselâm-’ın oğluna yaptığı şu tavsiyeler de kalbin bu hassâsiyetine işâret ederek sâlih âlimlerle beraber bulunmanın ehemmiyetine dikkat çekmektedir:
“Yavrum! Âlim kimselerle berâber ol ve onların sohbetinden ayrılmamaya çalış! Zîrâ Allâh Teâlâ, yağmurla toprağı canlandırdığı gibi, hikmet nûruyla da kalbleri canlandırır.” (Ahmed b. Hanbel, Zühd, hd. no: 551)
Sahâbî hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken, bu hususta ağır davranan ve O’nunla uzun zaman görüşmeyen evlâdlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh-, birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i âlîlerine çıkmadığı ve sohbetinde bulunmadığı için annesi tarafından azarlanmıştır. Huzeyfe Hazretleri bu ibretli hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:
Annem bana sordu:
“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”
Ben de:
“– Birkaç günden beri onunla görüşemedim.” dedim.
Bana çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:
“–Dur kızma! Hemen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da benim ve senin için istiğfârda bulunmasını taleb edeyim.” dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 391-2)
Mânevi hastalıklara dûçâr olan kalbler, mutlaka tedâvîye muhtaçtır ve mânevî bir eğitime girmek mecbûriyetindedirler. Bunların tedâvîsi için bâzı hususlara dikkat etmek zarûrîdir. Bunların bir kısmı şöyledir:
Kalbler, mânevî durumlarına göre beş kısma ayrılır:
- Mühürlü ve Kilitli Kalbler
- Hasta Kalbler
- Gâfil Kalbler
- Zâkir Kalbler
- Diri Kalbler
HELÂL GIDÂ
İbâdetlerimizi vücûdumuzun güç ve kuvvetiyle yapabilmekteyiz. Helâl gıdâ, bünyeye feyz ve rûhâniyet verirken haram ve şüpheli gıdâlar ise kasvet verir. Tasavvuf erbâbı, kalbî hayâtın inkişâfı için iki husûsa dikkat çekerek:
“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin, bu hususta titiz davranın!” buyururlar. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- da, lokmanın kalb tasfiyesindeki ehemmiyetine şöyle dikkat çeker:
“Bak evlâdım! Haram yemek kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nûrlandırır; lokma vardır, onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünyâ ile meşgul eder; lokma vardır, ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyânın da zâhidi yapar, gönlünü dünyâ ve âhiretin Hâlık’ına yöneltir. Haram yemek, seni dünyâ ile meşgul eder ve mâsıyetleri sana sevimli gösterir. Mübah yemek, seni âhiretle meşgul eder ve tâatleri sana sevdirir. Helâl yemek ise kalbini Mevlâ’ya yaklaştırır. Yiyeceklerin keyfiyeti ve tesiri ancak mârifetullâh ile bilinebilir. Mârifetullâh ise kalbde olur, kitap ve defterde değil. Mârifet-i ilâhiyye, Hâlık’tan kalbe ihsân edilir; mahlûktan değil. Bu ise tevhîd-i ilâhîyi tasdîk ve ilâhî ahkâmla amel ettikten sonra tahakkuk eder.”
Helâl nîmetleri kullanırken de dengeyi iyi muhâfaza etmek, isrâfa gitmemek gerekir. Âyet-i kerîmede:
“Bir de, akrabâya, yoksula ve yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) buyrulmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte de:
“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 51) îkâzı yapılmaktadır.
Helâl olmak şartıyla misâfire ikrâmda cömert davranmak tavsiye edilmiş ve bunun israf olmayacağı bildirilmiştir.
KUR’ÂN-I KERÎM’İ TEFEKKÜRLE OKUMAK
Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürle okumak, yâni emir ve nehiylerin hikmetini düşünmek, kıssalardan ibret almak lâzımdır. Kalblerimiz ne kadar temizlenmiş ise, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi, bizleri o kadar tesiri altına alır. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbdeki mânevî hastalıklara şifâ olduğunu âyet-i kerîme şöyle beyân etmektedir:
“Biz Kur’ân’dan, öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)
Ebû Zer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana öğütte bulun.” dedim.
“–Sana takvâyı tavsiye ederim, zîrâ takvâ her işin başıdır.” buyurdu.
Ben tekrar:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha öğütte bulun.” dedim.
Efendimiz:
“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kur’ân’ı okuyup ona sâhip çıkan kimseye (âhirette): «Oku ve yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen öyle oku! Zîrâ senin makâmın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir.» denilir.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20)
İBÂDETLERİ HUŞÛ İLE EDÂ ETMEK
Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi için ibâdetleri huşû ile yapmaya gayret etmek îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hak huşûsuz bir ibâdeti istememekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)
Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir:
“–Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,
–Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,
–Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler,
–Namazın terkinden müteessir olmazlar,
–Kıldıkları vakit de, Allâh için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar,
–İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hâlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168)
Mü’minûn Sûresi’nde de:
“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede ise namazı huşû ile kılmanın nasıl mümkün olabileceği şöyle îzâh edilmektedir:
“Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)
Huşûu, bâzıları korku, çekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak târif etmiş; bâzıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi âzâlara âit fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezâhürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sâkinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır.
Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîmede, namazı huşû ile kılabilmek için kişinin, “Allâh’a kavuşuyormuşçasına” ve “O’na dönüyormuşçasına” bir hâlet-i rûhiye içinde bulunmasının lüzûmu açıkça belirtilmektedir. Yâni namazın beden ve kalb âhengi içinde kılınması zarûrîdir. Ancak böyle bir namaz mü’mini fahşâ ve münkerden koruyabilir.
Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”
O da cevâben:
“–Dört şeyle.” buyurdular:
“Helâl lokma,
Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhî’de bilmek,
Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak.”
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)
İbâdetlerde huşûu yakalayabilmek ve ibâdet hâricinde de sanki namazdaymış gibi mânevî bir hâlet-i rûhiye içinde olabilmek için diri bir kalble fuzûlî söz ve davranışlardan âzamî derecede uzak durmak gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Diğer ibâdetler de böyledir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“O mü’minler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rab’lerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek verirler. (Diğer bir kıraata göre ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve ürperme hissiyâtı içinde yaparlar.” (el-Mü’minûn, 60)
“Şüphesiz ki Allâh, kullarının (samîmî) tevbesini kabûl eder ve (gönülden verdikleri) sadakaları alır!..”(et-Tevbe, 104)
Âyette sadakanın, yâni infâkın da, namaz gibi riyâdan uzak ve huşû içinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadîs-i şerîfte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdâr olmaması” (Buhârî, Ezan, 36) şeklinde ifâde buyrulmuştur.
ZİKRULLÂH’A DEVÂM ETMEK
Kur’ân-ı Kerîm’de 250 küsur yerde “zikir” kelimesi geçer. Zikir, kulun Rabbini çokça anması ve O’nu unutmamasıdır. Âyet-i kerîmelerde Allâh Teâlâ’nın sabah-akşam, ayakta, otururken ve yatarken, hâsılı devamlı ve çok çok zikredilmesi emredilmektedir. Bu ilâhî beyanların bir kısmı şöyledir:
“Ey îmân edenler! Allâh’ı çok çok zikredin ve O’nu sabah-akşam tesbîh edin.” (el-Ahzâb, 41-42)
“(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allâh’ı dâimâ zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, “hiç kimsenin bulunmadığı tenhâ yerlerde Allâh’ı zikrederek, için için gözyaşı döken”lerin, kıyâmet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir anda Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesi altında gölgeleneceğini müjdelemektedir.[1]
Kalbin tasfiye edilip mânen yükselebilmesi için Allâh’ı zikre devâm etmek büyük ehemmiyet arz etmektedir. Mü’minler zikrin ehemmiyetini kıyâmette daha iyi anlayacaklardır. Nitekim cennete giren mü’minler hakkında Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sâdece dünyâda Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları vakitlere hasret ve nedâmet duyacaktır!” (Heysemî, X, 73-74)
GECELERİ İHYÂ ETMEK
Gece, dünyâ boyuna ve endâmına göre biçilmiş bir huzur ve nîmet elbisesidir. Madden ve mânen gizlenmek isteyenler için de, mükemmel bir örtüdür. Nitekim gecenin bu vasfı Nebe’ Sûresi’nde:
“Biz geceyi bir elbise yaptık.” (en-Nebe’, 10) buyrularak beyân edilmektedir. Gerçekten gecenin, sıhhî, ictimâî, ahlâkî ve bediî bir libâs olduğu muhakkaktır. İnsanın kendi iç dünyâsına dönebilmesi ve gündüzün maddî-mânevî sıkletlerini (ağırlıklarını) atabilmesi, ancak gecenin sükûnetine bürünmesiyle mümkündür. Çünkü gündüzler, gecenin sıhhî ve rûhî istirahatini vermekten uzaktır. Gecelerin nîmetini bilmeyenler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Gecenin sû-i istîmâli ve boş şeylerle geçirilmesi, sabahın selâmetini ve hakîkatini zâyî etmekten başka bir şey değildir.
Kalb ehli için gecenin sükûnetinden daha feyizli bir zaman olamaz. Geceleri -belli miktarda- uyanık geçirerek onun feyz ve berekâtından istifâde etmek îcâb eder. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rablerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler, yalvarırlar. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nîmetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez.” (es-Secde, 16-17)
“Gecenin bir kısmında O’na secde et! Gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et!” (el-İnsân, 26)
Gecenin ilâhî ve mânevî manzaralarını müşâhede edebilmek için, onu gâyeli kullanmak mecbûriyeti vardır.
“(Gerçekten takvâ sâhibi olanlar) gecenin az bir kısmında uyurlar. Seher vakitlerinde hep istiğfâr ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)
“Gecenin bir kısmında da uyanıp sana has bir ilâve olmak üzere namaz kıl! Umulur ki Rabbin seni makâm-ı mahmûda (şefaat makamına) ulaştırır.” (el-İsrâ, 79)
Teheccüd namazı bu âyet-i kerîme ile Peygamber Efendimiz’e farz, biz ümmetine ise sünnet-i müekkede kılınmıştır. Cenâb-ı Hak bu mühim sünneti devâm ettirenleri şöyle methetmektedir:
“(O Rahmân’ın kulları ki,) Rab’lerinin huzûrunda kıyâma durarak ve secdelere kapanarak gecelerini ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Allâh, (gece namaza) kalktığın vakit seni ve secde edenler arasında dolaşmanı görüyor.”(eş-Şuarâ, 218-219)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Kâdî Beyzâvî diyor ki:
“Ümmet için beş vakit namaz farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i saâdetlerinden dışarı çıkıp ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri, Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbîh sesleriyle arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu.” (Envâru’t-Tenzîl, IV, 111)
SÂLİHLER VE SÂDIKLARLA BERABER OLMAK
Kalbin muhâfazası, selâmeti ve inkişâfı için sâlihler ve sâdıklarla berâber olmak îcâb eder. Kalb, yakınında bulunduğu kimselerin mânevî tesir alanına girer ve böylece şahsiyet transferi başlar. Rûhâniyet yönünden güçlü olanlar, mânevî yönden zayıf olanları etkileyerek onlar için bir ilham kaynağı olurlar. Yâni sâdıklar ve sâlihlerin, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve meziyetleri, etrafındakilere sirâyet eder. Sahâbe-i Kirâm’ın, ümmetin en faziletlileri olmasının sebebi de Allâh Rasûlü’nün sohbetinde bulunup, O’nun feyzinden nasîb almalarıdır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 119)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sâdıklarla berâber olmanın ehemmiyetini şu misâlle ne güzel ifâde buyurur:
“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sâhibi ya sana kokusundan ikrâm eder veya sen ondan satın alırsın.
Körük çekene gelince, o, ya senin bedenini veya elbiseni yakar, yahut da oradan sana pis koku sirâyet eder.”(Buhârî, Buyû, 38)
Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatta iken olduğu gibi öldükten sonra da sâlihlerle beraber olmanın ehemmiyetini:
“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102) hadîs-i şerîfiyle ifâde buyurmuşlardır.
Sâlihlerle berâber olanlar, zaman içinde kâbiliyetleri nisbetinde sâlihleşirler. Fâsıklarla berâber olanlar da fâsıklaşırlar. Bunun için kalb, -müsbet veya menfî- bulunduğu her mânevî iklîmin dâimî bir tesiri altındadır. Çünkü her uzuvda bir irâde bulunmasına rağmen, yalnız kalbde irâde yoktur ve kalb, çevresinden gelen tesirlerin kendisine telkîn ettiği istikâmete tâbî olmak temâyülündedir.
Nitekim Lokman -aleyhisselâm-’ın oğluna yaptığı şu tavsiyeler de kalbin bu hassâsiyetine işâret ederek sâlih âlimlerle beraber bulunmanın ehemmiyetine dikkat çekmektedir:
“Yavrum! Âlim kimselerle berâber ol ve onların sohbetinden ayrılmamaya çalış! Zîrâ Allâh Teâlâ, yağmurla toprağı canlandırdığı gibi, hikmet nûruyla da kalbleri canlandırır.” (Ahmed b. Hanbel, Zühd, hd. no: 551)
Sahâbî hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken, bu hususta ağır davranan ve O’nunla uzun zaman görüşmeyen evlâdlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh-, birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i âlîlerine çıkmadığı ve sohbetinde bulunmadığı için annesi tarafından azarlanmıştır. Huzeyfe Hazretleri bu ibretli hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:
Annem bana sordu:
“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”
Ben de:
“– Birkaç günden beri onunla görüşemedim.” dedim.
Bana çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:
“–Dur kızma! Hemen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da benim ve senin için istiğfârda bulunmasını taleb edeyim.” dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 391-2)
Dipnot: [1] Bkz. Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91.
Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi