Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi

Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi

Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sînesinde barındıran Arabistan’ın kalbi, sevincinden adeta dura­cak gibiydi.

Kâinatın eşsiz hadisesine sahne olan Mekke, adeta ulvî âlem­lere uçmak isti­yormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.

Hz. Âmine, huzurlu ve sürurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.

Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar em­zirebildi. Bun­dan sonra Ebû Leheb’in cariyesi Sü­vey­be Hâtun, Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu gün­lerce emzirdi.[1]

Süveybe Hâtun, daha önce de Hz. Hamza’yı emzirmişti. Böy­lece, Resûl-i Kib­riya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.

Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşı­lıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun’u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gör­dü­ğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.

Evet, vefa Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ih­sas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.

Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübra da, evine sık sık gelip giden Sü­veybe Hâtun’u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Le­heb buna yanaşmadı. Ancak Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süvey­be’yi ken­diliğinden azat etti.[2]

Ebû Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem’in ri­sâ­letini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vaz­geç­meyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah’ın lânetine maruz kaldı ve cariyesi Sü­veybe Hâtun’un bir tır­nağı kadar değer kazanamadı. Hatta Süveybe Hâtun sebebiyle ahirette bir nebze lûtfa maz­har olduğu da anlatılmıştır.

Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryat edip duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryat ediyorsun? Neyin var?”

Ebû Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiç­bir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed’i emziren Süveybe’yi azat ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağış­lan­dı” diyerek şehâdet parmağını gösterdi.[3]

Hadise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötü­lük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslam düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtun’u azat ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifletili­yor­du. Demek ki sadece Sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâ­tına hizmet et­miş olanlara yapılan iyilikleri de Cenab-ı Hak, lûtfu ve keremi ile karşılık­sız bı­rak­mıyordu!

Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mut­lak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniy­yesine ittiba etmekten şeref du­yan gerçek mü’­minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların ha­zırlanmış olduğu düşünülsün!

Çocukları Sütanneye Verme Âdeti

Mekke’nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yara­mazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mûtedil idi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini ko­ruyordu. Ahlâkları da temizdi.


İşte, buna binaen o sırada Ku­reyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli ve gür­büz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşa­bil­meleri için, Mekke’nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle em­zir­mek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.

Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa’d b. Bekr kabi­lesi kadınları, senede birkaç defa kafile halinde Mekke’ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.

Mekke civarındaki kabileler arasında Sa’d b. Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Ku­reyş ileri gelenleri, da­ha çok bu kabile kadın­larına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.

Benî Bekir Kabilesi Kadınlarının Mekke’ye Gelişi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu.


O sırada, Sa’doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çe­kiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.

Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek ço­cuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mek­ke’ye oldukça ka­labalık bir kafile halinde geldiler.

Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk bul­dular. Gariptir ki hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi al­maya yanaşmadı. Çünkü pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı!

Mekke’ye geç giren, sadece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hi­lim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nö­betleşe yaşlı ve zayıf merkeplerine bin­diklerinden, kafileden geride kal­mış­tı. Mekke’ye girdiğinde, yeni doğmuş Ku­reyş çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulama­dı.

Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zâhirî bir sebebi olan gecikmek yüzün­den eli boş kalan, bir kendisi vardı.

Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Ka­der’in ken­disi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mek­ke sokaklarında mü­nasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.

Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden mûnis simalı yaşlı bir zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’ti. Sanki birbirle­rinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:

Ab­dül­mut­ta­lib, “Sen neredensin?” diye sordu.

Kadın, “Benî Sa’d kabilesi kadınlarından...” cevabını verdi.

“Adın ne?”

“Halîme!”

Ab­dül­mut­ta­lib, “Ne güzel, ne güzel! Sa’d ve hilm, iki haslettir ki dünyanın hayrı da, ahiretin izzet ve şerefi de bunlardadır” dedikten sonra derin bir iç çekti; arkasından da Halîme’ye, “Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu Sa’doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bâri, gel sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erer­sin!” dedi.

Halîme, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yur­du­na eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi için­den kabul etti. Ancak kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını iz­har etmek istemedi. Hemen kocasının yanına dön­dü. Olup bitenleri anlat­tık­tan sonra, “Emzirecek çocuk bu­lamadım. Arkadaşlarım arasında eli boş dön­meyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi (!) alacağım” dedi.

Kocası Hâris, fikrine iştirak etti: “Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder.”[4]

Bunun üzerine, dönüp Ab­dül­mut­ta­lib’in yanına geldiler.

Ab­dül­mut­ta­lib, Halîme’yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine’nin mütevazı evine götürdü.

Halîme, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Et­raf misk gibi kokuyordu!

Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi ısınıverdi. Öy­lesine ki uyandırmaya bile gönlü râzı olmadı!

Artık hüzün ve ızdırap bulutu Halîme’yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gi­biydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böyle­sine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı!

Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yu­muşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü.

O anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme’nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!

Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar ta­rafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!

İlk Bereket

Artık nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme’­nin kucağındaydı.


Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efen­dimiz emmeye baş­lar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesil­mişti birden...

Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı.

Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi olan Halîme’nin oğlu Abdullah’ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan böyle hep sağ memeyi emecektir!

Devenin Memeleri Sütle Doldu

Halîme, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye râzı değil. Hemen Ab­dül­mut­ta­lib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mek­ke’den ayrıldılar.


Âmine’nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve adeta bir bulut olup nur yavru­sunun peşinden koştu.

Gece Hâris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris de­veleri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hay­retler içinde Halîme’ye seslendi: “Ey Halîme! Bil ki sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!”

Halîme, kocasını tasdik etti: “Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyo­rum!”[5]

Mekke artık gerilerde kalmıştı.

Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. Mer­kep, o zayıf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne olu­yor? Bu ne sürat, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu de­ğildi.

Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme’nin yol ar­ka­daş­ları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: “Ey Ebû Zueyb’in kızı! Ya­zıklar olsun sana! Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin merkep, gelirken bera­berindeki mer­kep değil mi?

Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efen­disi. Onu taşımanın şerefi, o zayıf, nahif hayvanı da coşturmuştu!

Halîme, arkadaşlarına cevap verdi: “Hayır, vallahi mer­kep aynı merkep. Hatta ben onu sürmüyorum bile; ken­di kendine böyle süratli gidiyor. Bunda bir gariplik var!”[6]

Ne yazık ki henüz kafiledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basîretine sahip değildi.

Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşme­tiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!

PEYGAMBER EFENDİMİZ, SA’D OĞULLARI YURDUNDA

Bütün bu garipliklerden sonra, Halîme ve kocası, yurtla­rına var­dılar.


Artık nur yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa’d oğulları yurdundaydı.

O sırada, Sa’d oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve ku­raklık hâkimdi: Be­reketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zayıflikten ayakta duracak me­cali kalmamış hayvanlar...

Fakat Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden deği­şiverdi. Daha önce yiyecek ot bulama­yan hayvanları, şimdi tıkabasa doyuveri­yorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akı­tı­yorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halîme’nin evinde...

Beldenin sâir sâkinleri, yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranı­yorlardı! Hayvanları hâlâ zayıf, nahif ve istenilen sütü veremiyordu!

Sanki, Peygamberimizi “yetim” diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mah­rumiyet içinde bırakılmakla cezalan­dı­rı­lıyorlardı.

Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çat­layacak hale gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mana veremiyorlardı. Kabahati ço­banlarında buluyorlar ve on­lara çıkışıyorlardı: “Gidin, görün bakalım! Ha­lîme’nin çobanı, koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şı­pır süt damlıyor! Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor! Siz de onun gittiği ye­re gidip koyunları orada otlatsanız ya!”

Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını, adları gibi bili­yorlardı. Halîme’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda ver­miyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatab oluyorlardı:

“Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıkabasa tok, hem de me­meleri sütle dolu olarak dönüyor?”

Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyor­lardı; sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı!

Elbette bunun bir sebebi vardı ve bu sebebi, henüz o za­man Hz. Halîme ile ko­casından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine, Halîme onlara şu cevabı verdi:

“Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırla­rından bir sırdır. Her şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı!”

Tabii ki çobanlar, bu sözlerden pek bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.

Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:

Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âlicenablığını gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.

Halîme ve kocası, bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Adeta onu uçan kuştan, doğan güneşten ko­ruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.

Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor!

Sa’d oğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bul­muş değildi. Yayla halkı, her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağ­mur duasına çıkmaya devam ediyordu. Fakat her seferinde de elleri boş ve mah­zun dönüyorlardı.


Bir Cuma günüydü.

Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunla­rını da alarak, bir tepenin üzerine, yine yağmur duasında bulunmak için çık­mışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duaya başladılar. Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saat­ler­ce dua ettikleri halde yere tek bir yağmur damlası düşmedi.

Kalabalığın içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneys’nin yanında evde bırakmıştı.

Duanın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye ha­zırlanıyorlardı. Bu sırada Halîme’nin komşusu bir kadın, duasını bitirmek üze­re olan rahibe yaklaştı ve rahip duasını bitirince de, “Rahip efendi, biz bu ka­dar dua ettik, fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı uğurlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder­di” dedi.

Rahip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve “Biz, O’na dua ede­riz; ama O’nun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir” di­ye konuştu.

Yaşlı kadın, bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi: “Biliyorum, dedikleriniz doğru. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Ha­lî­me’nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldiği günden beri Halîme’nin evi be­reketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya getirsek... Belki ayağı uğurlu gelir! Onun yüzü suyu hürme­tine Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur!”

Rahip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine râzı oldu.

Yaşlı kadın, Halîme’yi arayıp buldu ve rahibe yaptığı tek­lifi kendisine an­lattı.

Fikir, Halîme’nin de aklına yattı. Çünkü nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Pey­gamberimizi, süt annesi kucakladı. Kundakladıktan sonra, yakıcı güneşin tesi­rinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.

Güneş, kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyor­du. Yerden san­ki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çı­kıp bi­raz yürüdükten sonra, gözleri ga­rip bir şeye ilişti: Bir bulut, kendileriyle beraber gidiyordu! Önce mühimse­mediler; “Olabilir” diyerek yürüdüler. Fakat bu küçük bulut kendilerini terk et­miyordu. Adeta, onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şem­siye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir ta­raftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalma­mıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler süt annesine tatlı tatlı baktı. Sanki, tebessümüyle, “O bulut beni gölgeliyor” der gibiydi.

Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan rahip, bu sefer on­ları güleryüzle karşıladı. Çün­kü o da, Halîme ve arkadaşının, evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından göl­ge­lendiklerini uzaktan görmüştü!

Rahip, Peygamberimizi süt annesinin kucağından aldı ve kalabalığa ses­lendi: “Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve be­reket getiren Mekkeli çocuktur! Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile yağmur vermesi için Âlemlerin Rab­bine hep beraber dua edelim!”

Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya başladı.

Peygaberimiz bir nur yumağı halinde rahibin kucağında duruyordu. Rahip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve adeta hal diliyle “Bu güzel ço­cuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et” diye Cenab-ı Hakk’a yalva­rıyordu!

Herkes Yüce Allah’a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri, ümit­le gökyüzüne dikildi. Rahip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, gü­zel­likte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve adeta her şeyi birden unutu­vermişti.

Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuk­lara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut, ye­ri­ni, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Dua seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağ­mu­run müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gel­me­si yakındı. Az sonra sevinç çığlıklarıyla ortalık çınladı: “Yağmur, yağ­mur, yağmur!..”

Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa’d o­ğul­larının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hür­metine, Sa’doğulları yurduna lâtif, berrak ve tatlı yağmur damlaları, Ce­nab-ı Hakk’ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli in­meye başladı. Güya rah­met tecessüm ederek dam­lalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yer­yü­zü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.

Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının kabul edilme­yip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü o, bir sırdı. Şim­di­lik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesi­lesi, henüz bir bebekti! Ama in­san­lar nazarında bir bebekti. Haki­kat­te o, Allah’ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları, Allah’­ın sevgili kulu, Peygamberler Peygamberi, İki Cihanın Güneşi Hz. Mu­hammed’di (a.s.m.).

Sa’doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti.

Toprak, yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fış­kır­dı, ağaçlar yemyeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların meme­leri sütle dolmaya başladı.

Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı, rahmete vesile teşkil eden se­bebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:

“Bu çocuk, çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk!”

Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak geliş­mesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişliydi.

Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu: Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla ok atacak kadar kuv­vetli ve gürbüz olmuştu.

Peygamber Efendimiz, iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Ha­lî­melerin ve yayla halkı üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik ol­madı.

Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzel­li­ğe, sevimliliğe ve üstün bir ahlâka sahipti. Bü­yük bir insan gibi ağır başlı ve vakur idi.

Peygamberimizin, Annesine Getirilişi
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evladından daha fazla seven Halîme’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Mu­hammed’in cenneti hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.

Fakat Mekke’ye götürüp annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed’i ala­rak Mekke’­ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.

Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi! Bi­ri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ate­şin­de tutuşmuş, yanıyordu!

O anda sütanne Halîme’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün sa­mimiyetiyle şu teklifi yaptı:

“Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da kor­kuyorum!”[7]

Bu teklif ve arzu, samimi idi. Sanki cümleler, dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.

Aziz anne Âmine, bu riyâsız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa’doğulları yurdunda kalmasına râzı oldu.

Peygamberimiz, Yine Benî Sa’d Yurdunda

Halîme muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.


Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah’la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veri­yor­lar­dı.

Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!

Bu arada, gözlerden kaçmayan garip bir hadise vardı: Peygamber Efendi­mizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu.

Artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığı idi.

Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için adeta yarış edi­yorlardı.

İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa’doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!

PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI

Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı güzel bir bahar gü­nüy­dü.


Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah’la beraber evlerine yakın çayır­lıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden yemyeşil halının üze­rine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya dal­dı.

Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzak­laşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah’ın yanın­dan ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çık­tı­ğını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu al­tın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usûlca yaklaştılar. Onu tu­tup, İlâ­hî bir halı gibi duran yemyeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efen­di­mizde ne ses, ne sedâ, ne de telâş vardı. Bu güleryüzlü, bu temiz simalı ve bu sevimli in­sanların kendisine kötülük yapmayaca­ğını biliyordu.

Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada uyandı. Man­za­rayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı an­ne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden nasıl çıktıkları­nın far­kında bile olamayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin ya­nına var­dılar. Fakat Abdullah’ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler gö­rün­müyordu. Zira, gelenler, memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip göz­den kaybolmuşlardı. Sadece, ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuk­tu ve hafiften gülümsüyordu.

Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası, “Ne oldu sana yavrucuğum?” di­ye sordular.

Kâinatın Efendisi şunları anlattı:

“Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas var­dı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan si­yah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temiz­ledikten sonra ayrılıp gittiler.”[8]

Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.

Bir gün, sahabelerden bazıları, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bize ken­dinizden bah­seder misiniz?” diyeceklerdir.

Re­sû­lul­lah, “Ben, babam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’­nın müjdesi­yim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü” de­dikten sonra, bahsi geçen hadi­seyi de şöyle anlatır:

“Ben, Sa’d b. Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kar­deşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.”[9]

Bu hadiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, İlâhî bir nur ve Ce­nab-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı za­manda, Re­sû­lul­lah Efen­dimizin nefsi, o yaşından itibaren kutsî duygular ve İlâhî nurlarla teyit edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getirili­yordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki kalp sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Lâtife-i Rabbaniye’dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüz­za­man Hazretlerinin kalple ilgili şu açıklama­sını da nazarlara arz etmekte fayda vardır:

“Kalpten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et parçası de­ğildir. An­cak bir Lâtife-i Rabbaniye’dir ki maz­har-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı di­mağdır. Binaenaleyh, o Lâtife-i Rabbaniye’yi tazammun eden o et parçasına kalp tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtife-i Rabbaniye’nin insanın mâ­nevîyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sa­nev­berî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işleme­siyle kâimdir; sekteye uğra­dığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o Lâtife-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışık­landırır; nur-u imanın sönme­siyle, mahiyeti, meyyit-i gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.”[10]

Anlaşılan odur ki maddî kalbin iman, ilim, hikmet, şef­kat gibi mânevîyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, mad­dî temizliğin de mânevî temizlikle mü­nâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yı­kanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulma­sını, akıldan uzak gör­memek lâzımdır.[11]

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 171-172; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110-111.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 172; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 174; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
[9] İbn Hişam, Sîre, a.g.e., c. 1, s. 175; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 128.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 79.
[11] bkz. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, 5911-5915.
Daha yeni Daha eski