Peygamberimizin Hz. Zeynep bint-i Cahş'la Evlenmesi

Peygamberimizin Hz. Zeynep bint-i Cahş'la Evlenmesi

(Hicret’in 5. senesi Zilkade ayı)

Hz. Zeyneb bint-i Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme bint-i Ab­dül­mut­ta­lib’in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evlatlık edindiği Hz. Zeyd b. Hârise’yle evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ek­rem Efendimiz yapmıştı[1]


Hz. Zeyneb ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde, sırf Pey­gamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.[2]

Hz. Zeyd’in, Hz. Zeyneb’i Boşaması

Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeyneb’i kendisine mânen küfüv [denk] bul­mu­yordu. Bu durum, mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyor­du. Nitekim evli­liklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gele­rek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ailemden ayrılmak istiyorum” dedi.


Resûl-i Ekrem Efendimiz, cevaben, “Zevceni tut, boşa­ma! Allah’­tan kork!” buyurdu.[3]

Fakat Hz. Zeyd, Hz. Zeyneb’in başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış oldu­ğunu ve bir peygambere hanım olacak fıtrat­ta bulunduğunu ferasetiyle his­setmişti. Kendisini de ona zevc olarak fıtratta mânen küfüv bulmadığ için bo­şadı.

Pey­gam­be­ri­mizin, Allah’ın Emriyle Hz. Zeyneb’i Alması

Peygamber Efendimiz, “mânevî geçimsizlik” sebebiyle Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb arasındaki evliliğin dolayı son bul­masından son derece üzüldü. Çünkü bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeyneb (r.a.) ile hadiseden dolayı üzülen akraba­larının gönlünün alınması gerekiyordu.


Hz. Zeyneb’in iddeti [boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet] dol­muştu. Bu sırada 35 yaşında bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün, Hz. Âişe validemizle otur­muş, sohbet edi­yordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

“Vakta ki Zeyd, o kadından alâkasını kesti, onu boşadı —kadın da iddetini tamamladı—; Biz de, onu sana zevce yap­tık. Ta ki evlat­lıkların, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü’minler üzerine günah olmasın.

“Allah’ın emri yerine getirilmiştir.

“Allah’ın, üzerine farz ve takdir ettiği herhangi bir şeyi ifa etmesinde Pey­gambere hiçbir vebâl olmaz.

“Nitekim daha önceki peygamberlerde de, bu, Allah’ın (tatbik ettiği) âdeti­dir. Allah’ın emri, behemehal yerini bulan bir kaderdir.”[4]

Vahiy hali sona erince, Peygamber Efendimiz gülümsedi ve “Allah’ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeyneb’e kim gidip müjdeler?” buyurdu.

Ayet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Hak, Zey­neb’i zevce­liğe alması için Pey­gam­be­ri­mize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu emre uyarak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almıştır. Ayet-i kerimedeki “Biz onu sana zevce yaptık” beyanı, bu nikâhın bir akd-i semâvî olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki bu nikâh, harikulâde, örf ve zâhirî muamelelerin üstünde ve sırf kaderin hükmüyledir ki Resûl-i Kibriya Efendimiz de, kaderin o hükmüne boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

Bu Evliliğin Mühim Bir Hikmeti

Cenab-ı Hakk’ın emriyle Peygamber Efendimizle Hz. Zey­neb arasında ku­ru­lan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer’î hükmü olduğu gibi, bütün mü’minleri ilgilendiren bir hikmeti ve fayda tarafı da vardı. Bu konuyla ilgili gelen vah­yin, “Ta ki evlatlıkların, kendilerinden alâkalarını kes­tikleri zevcele­rini almakta mü’minler üzerine günah ol­ma­sın” meâlindeki kısmında beyan buyrulmuştur. Çünkü Câhiliyye devrinde, bir kimse birisini evlat edindiği za­man, halk, evlat­lığı, onun adıyla anar ve evlatlık, öz evlat gibi o kimsenin mi­rasından faydala­nırdı. Haliyle, bu inan­ca göre, evlatlığın boşadığı kadını, onu evlat edinen kim­se alamazdı, bu haramdı.


İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlâ’nın emrine uya­rak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almasıyla, Câhiliyye devrinin bu inanç ve âde­tinin bâtıl olduğu or­ta­ya kondu. Böyle bir durumda mü’minler için de vebâl ve günahın söz ko­nusu olamayacağı belirtildi.[5]

Münafıkların Dedikoduları

Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlenince, her meselede fırsat kollayıp Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya can atan münafıklar, bu mese­lede de ileri geri konuşmaya başladılar. Câhiliyye devri inancına göre, evlatlı­ğın boşadığı karısını almayı ha­ram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz aley­hinde dedikodu ve­silesi yaparak “Muhammed, evladın ka­rısıyla evlenmeyi haram kıl­dı, kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi” deyip yayga­raya baş­ladılar.[6]Gelen vahiy bu hususa da cevap veriyor­du: “Muham­med, er­keklerinizden hiçbirinin öz babası değildir (Tabii ki Zeyd’in de öz babası de­ğildir). Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”[7]


Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibarıyladır, beşerî şahsiyetleri itibarıyla değildir. Bu bakımdan, elbette onlar­dan zevce al­manın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur’an-ı Kerim, zi­hinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksa­dıyla, meâlini aldığımız son ayet-i kerimeyle mânen şöyle demektetir:

“Peygamber rahmet-i İlâhîye hesabıyla size şefkat eder, pe­derâne muamele eder ve risâlet nâmına siz onun evladı gibisiniz. Fa­kat şahsiyet-i insaniye itiba­rıyla pederiniz değildir ki sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere ‘Oğlum’ dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evladı ola­mazsınız!”[8]

Böyle birçok cihetten hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da —hâşâ— Resûl-i Kibriya Efendi­mizin yüce şahsiyetine gölge dü­şürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsn-i niyetten ne kadar uzak ve maksatlı hareket ettikleri, elbette ki bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü’minlerin gözünden kaçmaz.

Düğün Ziyafeti ve Bir Mucize

Evliliklerinde ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendi­mizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.


Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlendiği gün, Enes b. Mâlik’in an­nesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Me­dine hurması gön­derdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeyneb’e kâfi gelebilecek kadardı.

Hadiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren “Hâdim-i Nebevî” unvanıyla şöhret bulan Hz. Enes b. Mâlik şöyle anlatır:

“Nebi (a.s.m.), götürdüğümü kabul etti ve ‘Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.a.) çağır’ diye emretti; bu arada da­ha birçok kimsenin ismini zik­retti. Re­sû­lul­lah’ın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana em­retmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini ça­ğırdım.

“Bu sefer bana, ‘Bak, mescitte kim varsa, onları da çağır’ dedi. Öyle yaptım. Mescide gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, ‘Re­sû­lul­lah’ın düğün ziyafetine buyurunuz!’ dedim. Geldiler.

“Nihayet sofa doldu.

“Bana, ‘Mescitte kimse kalmadı mı?’ diye sordu.

“‘Hayır’ dedim.

“Bu sefer, ‘Bak, yolda kim varsa, onları da çağır’ dedi.

“Çağırdım. Odalar da doldu.

“‘Gelmeyen kimse kaldı mı?’ diye sordular.

“‘Hayır, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.

“‘Haydi, çanağı getir’ buyurdu.

“Getirip önüne koydum.

“Elini çanağın üzerine koyup bereket duasında bulundu. Bundan sonra, ‘Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin’ buyurdu.

“Davetliler, emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böy­lece bütün davetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.

“Ben çanaktaki hurmaya ve yağa bakıyordum. Sofada ve odalarda bulu­nanların hepsi ondan doyuncaya kadar yediler. Çanakta kalan ise getirdiğim kadardı!

“Re­sû­lul­lah bana, ‘Ey Enes, kaldır!’ diye emretti.

“Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hadiseyi ol­duğu gibi anlattım.

“Annem de bana, ‘Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer Allah, ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı’ dedi.”[9]

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini, daveti ve risâleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucizelere mazhar olmuş­tur. Duasıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucize göster­mişlerdir. Mevzuyla ilgisi bakımından bu mucizeyi burada naklettik. Ve dua ediyoruz:

“Yâ Rab! Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bereketi hürmetine bi­ze ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!”

Hicab Ayetinin Nâzil Olması

Hz. Zeyneb’in düğün yemeğine davet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kal­mıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu du­rumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe’nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ar­dınca diğer Ezvac-ı Tâhirat’ın da odalarına uğradı. Otu­rup konuşanlar gitmiş­lerdir zannıyla döndü. Fakat onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, onlara bir şey diyemedi. Tekrar, Hz. Âişe validemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygam­ber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i saadete girdi.


Daha önceleri de Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Hanımları­nı­zı perde arkasına al­sanız... Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider” derdi. Fakat Cenab-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ömer’in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hatta bir gün Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Sevde’yi dışarıda görmüş ve “Ey Sevde! Biz seni tanıdık!” demişti.[10]Bu sözü, hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu ettiği için sarf et­mişti.

Hz. Zeyneb’in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hadise mey­dana gelince, hicab ayeti nazil oldu:

“Ey iman edenler! Bundan sonra Peygamberin evlerine —ye­me­ğe davet edil­meden, vakitli vakitsiz— girmeyin. Fakat davet olun­du­ğunuz zaman girin. Ye­meği yediğiniz zaman dağılın. Söz din­lemek veya sohbet etmek için de (izin­siz) girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eza vermekte. O, ‘Girmeyiniz veya kal­kıp gidiniz’ demekten sıkılıyordur. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez. Bir de, onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit, perde ardından is­teyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem onların kalpleri için daha temizdir. Si­zin, Allah’ın Resûlüne eza verme­niz (doğru) olmadığı gibi, kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da ebedî câiz değildir. Bu, Allah katında çok bü­yük günahtır.”[11]

Nâzil olan bu ayet-i kerimeyi, Peygamber Efendimiz, dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvac-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler.[12]

Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlar ile hizmetçi ve hür­riyetlerine kavuşmak için anlaş­ma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ez­vac‑ı Tâhirat ge­rek­tiği zaman, ancak perde arkasında konuşur, görüşürler­di.[13]

Bir gün, Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Mey­mûne bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah İbni Ümmî Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygam­ber Efendimiz, hanımlarına, “Perde arkasına çekiliniz” diye emretti.

Onlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! O âmâ değil midir? Gözleri gör­mez ve bizi tanımaz” dediler.

Peygamber Efendimiz, “Siz de âmâ mısınız? Onu görmü­yor musunuz?” di­ye buyurdu.[14]

Müslüman Kadınlara Tesettürün Emredilmesi

Bir kısım edebsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.


Bunların, mü’minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, “Biz onları köle sanmıştık!” diyerek mâzeret uy­dururlardı.

Bu hadiseler üzerine, Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu ayet‑i kerime nâzil oldu:

“Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, iç elbi­selerinin üzerlerine cilbablarını [örtülerini] giymelerini söyle! Bu, onların tanı­nıp eza edilmemelerine daha uygundur.”[15]

[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 101.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[4]Ahzab, 37-38.,
[5]Câhiliyye devrinin bu evlat edinme âdeti, Kur’an-ı Kerim’in şu meâldeki âyet-i kerîmeleriyle orta­dan kaldırılmıştır:
“Allah, evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu mücerred, sizin ağzınızdan çıkan bir söz­dür. Hâlbuki Allah hak söyler ve kullarını doğru yola sevk­le hidâyete kılar.
“Ev­lat edindiğiniz kimseleri babalarına nisbet edin. Zira, Allah katında insanları babalarına nis­bet et­mek sevab ve adalettir. Eğer onların babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o hâlde on­lar dinde si­zin kardeşleriniz olmakla beraber, dostlarınızdır da... Hata ettiklerinizde ise, size bir vebâl yoktur. Allah Teâlâ, kullarının geçmiş günahlarını mağ­ri­fet ve gelecekte merhamet eder.” (Ahzab, 4-5).
[6]Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 352.
[7]Ahzab, 40.
[8]Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 28-29.
[9]Müslim, Sahih, c. 2, s. 1051.
[10]Müslim, Sahih, c. 4. s. 151.
[11]Ahzab, 53.
[12]Müslim, Sahih, c. 4, s. 151.
[13]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 177.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 178.
[15]Ahzab, 59.
Daha yeni Daha eski