Peygamberimiz Dedesi Abdülmuttalib'in Himayesinde

Peygamberimiz Dedesi Abdülmuttalib'in Himayesinde

Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı dedesi Ab­dül­mut­ta­lib himâyesine aldı.

Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib de nur-u Ahmedî’den na­sibini al­mıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, par­lak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başla­rında aç susuz kalan kur­du kuşu da düşünürdü.


Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah’a bağlıydı ve ahirete inanırdı. Ver­diği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü yerine ge­tirmek için, en çok sevdiği oğ­lu Abdullah’ı bıçağın altına yatırmaktan bile çe­kin­memişti. Ku­reyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.

Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Mekke’de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye çalışırdı.


Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgile­nir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Ku­reyşliler ona “İkinci İbrahim” derlerdi.


Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.


Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. He­le, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sö­zü mü olurdu?


Gerçekten, Ab­dül­mut­ta­lib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şef­katli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman za­man toplantılarda ve sohbetlerde sorulan sorulara Ab­dül­mut­ta­lib, onunla isti­şare ettikten sonra cevap veriyordu.


Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin adeta samimi bir arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün bunlara rağmen o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.


Dedesinin Minderine Sadece O Otururdu!


Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üs­tüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.


Ab­dül­mut­ta­lib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat babaları buna mani olur ve şöyle derdi:


“Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacak­tır!”


Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.[1]


Yine Ab­dül­mut­ta­lib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyan­dırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz gi­remezdi.


Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, ba­zen de dizi­ne oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye başlamaya müsaade et­mezdi.


Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!


Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince kayboldu endişesiyle Ab­dül­mut­ta­lib büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe’ye vararak ellerini Yüce Mev­lâ’ya açtı ve “Allahım, Muham­med­imi bana geri lût­fet!” diye dua etti.


Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi. Dedesi, kendi­si­ni sevinçle kucakladı ve “Biricik yavrum!” dedi. “Senin için o kadar üzül­düm, o kadar feryat ettim ki artık bun­dan sonra seni yanımdan asla ayır­maya­cağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim.”[2]


Hakikaten de Ab­dül­mut­ta­lib, vefatına kadar nur torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı.


Seyf b. Zî Yezen, Ab­dül­mut­ta­lib’e Neler Söyledi?


Peygamber Efendimizi candan seven Ab­dül­mut­ta­lib, hayatında sadece bir defa kısa bir süre için ondan uzak kal­dı.


Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San’a’nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan’ın dört bir ta­ra­fından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı.


Mekke’yi temsilen de Ab­dül­mut­ta­lib’in başkanlığında bir heyetin Gum­dan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke’den ayrılmakla, Ab­dül­mut­ta­lib, ilk defa nur torunundan uzak kalıyor­du.


Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Ku­reyş heyetini Seyf b. Zî Ye­zen kabul etti. Ab­dül­mut­ta­lib, hüküm­dardan izin alarak, kendisinin üstün me­­ziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Han­gi he­yet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:


“Biz, Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Bey­tullah’ın hizmetkâ­rıyız!”


Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: “Ey tatlı dilli kişi! Sen kimsin?”


Ab­dül­mut­ta­lib, “Ben, Hâşim’in oğlu Ab­dül­mut­ta­lib’­im!” dedi.


Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, “De­mek, sen kız kardeşimizin oğlusun!”


Ab­dül­mut­ta­lib, “Evet...” diye karşılık verdi.


Bunun üzerine Seyf, Ab­dül­mut­ta­lib’e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, “Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşul­maya lâyık, şerefli insanlarsınız!” diye konuştu.


Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimi olduğunu, Ab­dül­mut­ta­lib’i bir ay boyunca sarayında ağırlamakla da ispat etti.


Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu sohbetlerde bazı ipuçları yakalıyordu. Nitekim bir gün hiç kimsenin farkına varamayacağı bir sırada Ab­dül­mut­ta­lib’i gizlice yanına çağırdı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın senin­le alâkalı olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!”


Ab­dül­mut­ta­lib meraklandı, “Nedir o?” diye sordu.


Seyf, sırrını açıkladı: “O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde doğacaktır. İki küreği ara­sında bir ‘ben’ vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yar­dım­cılarını ağırlayacak, düş­manlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, kıyamet gününe ka­dar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, put­pe­restliği yok edecek, Rahmân olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü müş­kîl­leri halledecek, işi ise basîret ve adalet üzere olacaktır. Daima iyiliği bu­yura­cak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır.”


Merak ve heyecana kapılan Ab­dül­mut­ta­lib, hükümdarın biraz daha açık­lama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için de, “Ey Hükümdar! Ömrün uzun, sal­tanatın dâim ve şânın yüce olsun! O çocuk hak­kında biraz daha açıklama yapar mısın?” dedi.


Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın!”


Bu sözleri duyan Ab­dül­mut­ta­lib, sevincinden derhal sec­deye ka­pandı.


Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?” diye sordu.


Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Ab­dül­mut­ta­lib, anlattı. “Ey Hü­kümdar!” dedi. “Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim, çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi Menaf’ın kızı Âmi­ne’yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve an­nesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir.”


Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde, Ab­dül­mut­ta­lib’e, “Ço­cuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düş­mandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın! Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımaya­caktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrib [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir” dedi.


Artık hem hükümdar, hem de Ab­dül­mut­ta­lib, büyük bir müşkîli halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler.


Seyf b. Zî Yezen, adeta kerametvârî, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.


Bir müddet sonra hükümdar, Ku­reyş heyetini büyük ikram ve ihsanlarla Mekke’ye uğurladı. Ab­dül­mut­ta­lib’e verdikleri, diğerlerinkinden çok daha faz­laydı. Uğurlarken de ona, “O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim” dedi.


Ne var ki Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında dedesinden daha baş­ka bir bilgi alamadan, henüz bu konuş­malarının üzerinden bir sene bile geç­meden hayata göz­lerini yumdu.[3]


Heyetteki arkadaşları, yolda Ab­dül­mut­ta­lib’e, neden ken­disine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece, “Onu kıskanmayınız. Bunun el­bette bir sebebi var­dır” demekle iktifa etti.


Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke’ye varan Ab­dül­mut­ta­lib, nur torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye çalıştı.


Peygamber Efendimiz, “Rahmet” Vesilesi!


Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’in himâyesinde bulu­nuyordu.


Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıv­ranıp duruyordu.


Ab­dül­mut­ta­lib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak, oğ­lu Ebû Tâlib’le birlikte Ebû Kubeys dağına çıktı. Onların peşi sıra da Ku­reyşliler geliyordu.


Ab­dül­mut­ta­lib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, “Allahım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmurla sevindir” diye yalvardı.


Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Ku­reyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine ka­rıştı.


Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı kanaatini kuvvetlendiri­yordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.


ABDÜLMUTTALİB’İN VEFATI


Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Ab­dül­mut­ta­lib, bir gün aniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu.


O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Yalnız, gör­mesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir kişi seçmek...


Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalpli merhametsizin biri idi. “Olmaz” deyiverdi içinden...


Ya Abbas? Hayır, o da olamazdı. Çünkü çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.


Hamza var. Ona da râzı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Toru­nuyla gereği gibi ilgilenemezdi.


Ebû Tâlib! İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu. Gerçi, Ebû Tâlib’in ser­veti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed’i (a.s.m.), himâyeye ancak o lâyık olabilirdi!


Bununla beraber Ab­dül­mut­ta­lib, onun da görüşünü almayı ihmâl etmedi. “Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?” diye sordu.


Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı. O, babasıyla anne baba bir kar­deş olan amcasının himâyesini kabul ettiğini, böylece ifade etmiş oluyordu.


Ab­dül­mut­ta­lib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e dö­ne­rek, “Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir. Onu her şeye rağ­men, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki gözle­rim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin” dedi.


Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:


“Sen hiç merak etme babacığım! Onu öz çocuklarıma, hatta ken­di canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!”


Bu asil konuşmadan, Ab­dül­mut­ta­lib fazlasıyla memnun oldu ve gözleri se­vinç gözyaşlarıyla doldu.


...Ve Ab­dül­mut­ta­lib tarafından, Nur Muhammed (a.s.m.), amcası Ebû Tâ­lib’e teslim edildi.


Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Ab­dül­mut­ta­lib, torununun neşe­sine, sevgisine, tebessümüne do­ya­ma­dan dünyaya gözlerini seksen yaşını aş­kın bir ihtiyar olarak kapadı.[4]


Tarih: Milâdî, 578. Fil yılından sekiz sene sonra.


Mekke çarşısı, Ab­dül­mut­ta­lib’in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Ku­reyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölü­mü dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üs­tünde dolaş­tırdılar. Sonra Hacun Kabristanı’na, dedesi Kusayy’ın yanına göm­düler.[5]


Peygamberimizin Gözyaşları


Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çün­kü bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.


Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tuta­madı; bazen hıçkırarak, bazen de sessiz sedâsız ağladı.


Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlama­dığı sorulduğunda, “Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada sekiz yaşında bulunu­yordum” cevabını verdi.


Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü, İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Adeta büyük ruhu ve rik­katli kalbi, ta o yaşlardan itibaren istikbâlde çeke­ceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ız­dırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 178; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 118; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 81.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112-113.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 134-135.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 57.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.
Daha yeni Daha eski