Ne var ki muhacirler, Medine’nin havasına, âdetlerine ve çalışma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey getirememişlerdi. Bu sebeple, Medine’nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı (ensar) adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmaları gerekiyordu.
Nitekim Medine’ye hicretten beş ay sonra Resûl-i Ekrem, ensar ile muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi muhacirlerden, kırk beşi ensardan olmak üzere doksan Müslümanı kardeş yaptı.
Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî mânevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma gayesini güdüyordu.[1]
Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı; mallarını onlarla paylaşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.
Resûlullah Efendimiz, rastgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti; bilâkis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Mesela, Selmân-ı Fârisî ile Ebu’d-Derdâ, Ammar ile Huzeyfe, Mus’ab ile Ebû Eyyûb Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyat itibarıyla tam bir ahenk vardı.[2]
Bu kardeşlik sâyesinde, Allah ve Resûlünün muhabbetinden başka her şeylerini geride bırakmış bulunan muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri de hal yoluna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. İman kardeşliği, din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yani ensar, her şeylerini bu garip, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefat edince, muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona vâris oluyordu.[3]
Yine kurulan bu kardeşlik sâyesinde büyük bir içtimaî yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldular. Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.
Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar; Resûlullah’ın huzuruna çıkarak, fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:
“Yâ Resûlallah! Hurmalıklarımızı da, muhacir kardeşlerimizle aramızda bölüştür!”
Ancak muhacirler, o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Ziraat işlerini pek bilmiyorlardı. Bunun için Peygamberimiz, muhacirler nâmına ensarın bu teklifini kabul etmedi.
Fakat Medineli Müslümanlar, buna da bir çare buldular. Ziraatten anlamayan muhacir Müslümanlar, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mahsûl ortadan pay edilecekti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu teklife râzı oldu.[4]
Tarih, birçok göçe şahit olmuştur. Ama böylesine manalı, böylesine ulvî bir hicreti, dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine can-ü gönülden sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle kucaklaşmayı o âna kadar görmüş değildi; bir daha da göremeyecektir! Bu samimi kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu; öylesine bir kuvvet ki kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.
Muhacirlerin Boş Durmaması
Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, iaşemizi temin etti” diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, imanlarından gelen gayrete zıttı. Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışıyordu.
Bunun en canlı örneği, Sa’d b. Rebî’in yaptığı teklife, cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Abdurrahman b. Avf’ın verdiği cevaptır.
Resûl-i Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tayin edilen Sa’d b. Rebî’, Abdurrahman b. Avf’a, “Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım!” demişti.
Büyük sahabe Abdurrahman b. Avf’ın verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi: “Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”[5]
Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Hz. Abdurrahman b. Avf, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûl-i Ekrem’in, “malının çoğalması ve bereketlenmesi” hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Şöyle derdi:
“Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı görürüm!”[6]
Resûl-i Ekrem Efendimizin duası bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahman b. Avf, sadece bir defasında yedi yüz deveyi yükleriyle beraber “fî sebilillah” tasadduk etmişti.
Hz. Abdurrahman gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine göre birer iş bulmuşlar ve kendi ellerinin emeğiyle saadet içinde geçiniyorlardı.
Ebû Hüreyre’nin İfadesi
Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini, Hz. Ebû Hüreyre’nin ifadelerinden de anlıyoruz.
Bir gün, kendisine, “nasıl olup da diğer sahabelerden çok daha fazla hadis rivayet ettiği” sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:
“Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, muhacirler de çarşı pazarda alış verişle uğraşırken ben, Resûlullah’ın yanından ayrılmıyordum. Onun söylediklerini dinleyip ezberliyordum. Onun duasını almıştım.”[7]
Kardeşliğin Müspet Neticeleri
Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müspet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sâyesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle, niyetleri kutsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur faziletli bir cemiyet meydana geldi.
Bu kardeşliğin diğer bir müspet neticesi ise şu idi:
Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürüyor, diğerini ise her iki ailenin maişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine’de bırakıyordu. Böylece, evleri sahipsiz ve hâmîsiz kalmıyordu!
Ensarın muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakârlık ve feragatı, Cenab-ı Hak, indirdiği şu ayet-i kerimesiyle ilan edip bu davranışlarını, methetti:
“Muhacirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar; kendilerinde ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa, işte bunlar (azaptan) kurtulanlardır.”[8]
Evet, kurulan bu mânevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslam’ın inkişafa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. “Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki çeyrek asır zarfında İslam nurunun âlemin her tarafına yayılması, İran’ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğu’nun tehdit edilmesi, hep bu dinî kardeşliğin resâneti [kuvveti] eseridir.”[9]
Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması
Resûl-i Ekrem, ayrıca muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.
Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, el ele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki sahabelere, “Nebiler ve resûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın!” buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.[10]
Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Sen sahabeleri birbirine kardeş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın!”
Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin!”[11]buyurarak gözyaşlarını dindirdi.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 238; Suheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 2, s. 18.
[3] Bu kardeşliğin mirasa ait hükmü, Bedir Gazâsı’ndan sonra inen, “Hısımlar, Allah’ın kitabınca, birbirine daha yakındırlar” (Enfâl, 75) âyetiyle kaldırıldı.
[4] Buharî, Sahih, c. 3, s. 67.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 125.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 126.
[7] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47.
[8] Haşr, 9.
[9] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 77.
[10] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 174-175.
[11] Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 300.