Peygamber Efendimiz, henüz davasını âşikâre ilan etmemişti; ama buna rağmen, Mekke’nin dışında da birçok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar kabilesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikati arayan, Arapların güzide şâirlerinden biriydi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys’e, “Haydi, Mekke’ye, zuhur ettiği söylenen zâta git, kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu tâlimatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?” diye sordu.
Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor! Ama ben kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri kat’iyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim; aralarında hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, apayrı bir şey! Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz. Hülâsa, yeminle derim ki Muhammed (a.s.m.) sâdıktır; ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların ta kendileridir.”[1]
Ebû Zerr kardeşine, “Sen” dedi. “Beni rahatlatıcı fazla bir malumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!”
Üneys, onu ikaz etti: “Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla! Çünkü onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır!”
Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca Kâbe’ye gitti. Resûl-i Ekrem’i aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi; hem de uygun bulmadı. Çünkü kardeşinin de söylediği gibi, Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nâzik bir devreyi yaşıyorlardı.
Mescid-i Haram’da kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haram’ın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine, “Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir” diye konuşunca Ebû Zerr, “Evet” dedi. “Uzak bir yoldan gelmişim!”
Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.
Sabah olunca Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Haram’a gitti; fakat aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir malumat alamadı.
Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı; tekrar kendi kendine, “Bu adamcağızın hâlâ yerini öğrenmek zamanı gelmedi mi?” diye konuştu. Bunun duyan Ebû Zerr, “Hayır...” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım!” dedi.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı. “Ben” dedi. “Gıfar kabilesindenim. Buradan peygamberlik iddiasında bulunan bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım, diye geldim!”
Samimi maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen, bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun!” diye konuştuktan sonra, “Ben” dedi. “Şimdi Resûlullah’ın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel! Benim girdiğim yere sen de gir! Eğer ben yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, pabucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin!”
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takip ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Resûlullah’ın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,“Selam, sana olsun ey Allah’ın Resûlü!” dedi.[2]
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti, senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, Gıfar kabilesindenim” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradasın!”
“Üç gün üç geceden beri buradayım!”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyeceğim zemzem suyu idi. Şişmanladım bile! Hiç açlık ve susuzluk duymadım!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübarek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah! Bana İslam’ı anlat” dedi.
Resûlullah Efendimiz, İslamiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet getirerek Müslüman oldu.[3]
Müslümanlığını İlân Etti!
Şehâdet getirerek İslam’la şerefyab olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullah’ın tavsiyesi şu oldu:
“Yâ Ebû Zerr! Sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”
Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilan edeceğim!” Sonra da kalkıp doğruca Kâbe’ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, “Ey Kureyş topluluğu! Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yok ve Muhammed, O’nun Resûlüdür!” diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onun bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslamiyete girmemiş olan Hz. Abbas, yetişip, Gıfar kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şam ticaret yoluna hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!
Fakat imanın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah’ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullah’ın da O’nun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve “Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticaret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?” diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.[4]
Bu hadiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret’in altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224-225; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 255.