Müslümanların Bedir Harbi’nden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları, Medine’deki Yahudilerin endişelerini büsbütün artırdı. Peygamberimizle aralarında sulh antlaşması bulunmasına rağmen gizliden gizliye bozgunculuğa ve kışkırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efendimiz, her şeye rağmen, ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. Ancak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muamelelere lâyık olmadıklarını açıkça gösteriyorlardı. Şâirleri, Peygamberimizi hicvediyor, Müslümanları küçük düşürücü mısralar düzüyorlardı.
Daha önce bahsi geçtiği gibi, Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı: Benî Kurayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynuka... İçlerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cür’etkârı olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu bakımdan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudi kabileleri gibi Peygamber Efendimizle anlaşmaları vardı. Müslümanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla beraber Medine’yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi. Ancak onlar, gözle görülür tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesat düşürmeye çalışma, her vesileyle Kureyş müşrikleriyle iş birliği yapma gibi uygunsuz hareketleriyle bizzat anlaşmayı bozmuş oluyorlardı. Bu arada meydana gelen çirkin bir hadise ise, bardağı taşıran son damla oldu. Şöyle ki:
Medineli ensardan bir zâtın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudi kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudiler, kadının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudinin biri, kadına hissettirmeden, arkasından, elbisesinin eteğini bir dikenle beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudiler eğlenerek kahkahayla gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman, çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudi boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman, Yahudiyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudiler de Müslümanın üzerine çullanarak onu şehit ederler.[1]Böylece, Yahudilerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur. Hadiseye sebebiyet verenler, Yahudilerdi. Haliyle, verdikleri sözlere aykırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş oluyorlardı.
Şehit edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulununca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudilerini bir araya topladı. Kendilerini İslam’a davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi takdirde Bedir’de müşriklerin uğradıkları âkıbete kendilerinin de uğrayabileceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudiler, Efendimizin bu konuşmasını alaya alıp, “Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp galip gelmene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz; savaşmayı çok iyi biliriz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar olduğumuzu anlardın!”[2]diye küstahça cevap verdiler, sonra da dağıldılar.
Benî Kaynuka Yahudilerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen ayet-i kerime, âkıbetlerini şöyle ilan etti:
“Ey Resûlüm! O kâfir olan Yahudilere de ki: ‘Siz muhakkak mağlup olacaksınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. O cehennem ne kötü bir yerdir!’”[3]
Aynı hadiseyle ilgili olarak nâzil olan bir başka ayet-i kerime ise, Peygamberimize, ahdini bozan bu Yahudilerle çarpışmaya izin verdi: “Eğer seninle muahede yapan bir kavimden de sözleşmeye aykırı bir hainlik alâmeti duyarsan, savaş yapmadan önce ahitlerini reddettiğini doğruca kendilerine ilan et. Çünkü Allah hainleri sevmez!”[4]
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudileri üzerine gidilecekti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine’de yerine Lübâbe b. Abdi’l-Münzir’i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza’ya vererek Kaynukaoğulları üzerine yürüdü.
Bu Yahudilerin, kuvvetli ve sağlam bir kalesi vardı. Peygamberimizin üzerlerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları muhasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.[5]
Abdullah b. Übey’in Peygamberimize Müracaatı
O sırada Kaynukaoğullarının müttefiki bulunan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl çıkageldi. Peygamberimizin yanına vararak, “Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu münâfığın sözlerini duymazlıktan geldi. Bunun üzerine Abdullah b. Übey aynı sözlerini tekrarladı:
“Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et!”
Peygamber Efendimiz bu sefer yüzünü çevirdi.
Fakat Abdullah b. Übey, aynı şeyleri tekrarlamaya devam etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin!” buyurdu ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine’den Şam’a sürülmelerini emretti.[6]
Ubâde b. Sâmit’in Sözleri
Avfoğullarından Ubâde b. Sâmit de, öteden beri Kaynukaoğulları Yahudilerinin müttefiki idi. Onları bıraktırmak için Peygamber Efendimizin yanına gelmişti. Efendimizle Abdullah b. Übey arasında geçenleri görünce, “Yâ Resûlallah! Ben, Allah’ı, peygamberini ve mü’minleri dost tuttum. Şu kâfirlerin müttefikliğinden ve dostluğundan uzaklaştım” diyerek Benî Kaynuka Yahudileriyle olan müttefikliğini ve dostluğunu bıraktığını ilan etti.
Bunun üzerine inen ayette şöyle buyruldu:
“Ey iman edenler! Yahudileri de, Nasranîleri de kendinize yâr ve dost edinmeyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır.[7]İçinizden kim onları dost edinirse, onlardan olur. Şüphe yok ki Allah, o zalimler gürûhunu doğru yola çıkarmaz.”[8]
Kaynukaoğullarının Medine’den Çıkıp Gitmeleri
Resûl-i Ekrem Efendimizin asıl maksadı, Yahudilerin fitne ve fesadını Medine’den uzak tutmak, meydana getirecekleri tehlikelere mani olmaktı. Medine’den sürgün edilmeleriyle de bir bakıma bu gaye tahakkuk ediyordu.
Kaynukaoğullarına Medine’yi terk etmeleri için tanınan süre üç gün idi. Üç gün mühlet bitince, Şam’a doğru yola çıktılar. Vadi’l-Kurâ’ya gelince orada bir ay oturdular. Burada oturan Yahudiler, onların yayalarına binek ve kendilerine de yiyecek verdiler. Buradan da ayrılan Benî Kaynuka Yahudileri, Ezruat’a kadar gidip oraya yerleştiler. Çok geçmeden de nesilleri kesildi.[9]
SEVİK GAZVESİ
(Hicret’in 2. senesi 5 Zilhicce Pazar)
Kaynukaoğulları Yahudilerinden yedi yüz kişinin Medine’den sürgün edilmeleri, şehri büyük bir rahatlığa kavuşturmuştu. Peygamberimizin bu hareketi, İslam’ın inkişafı bakımından oldukça önem taşıyan bir hadiseydi. Eğer fesat şebekesi durumunda olan bu Yahudiler, İslam’ın merkezi Medine’de bırakılmış olsalardı, Müslümanlara birçok haince plân tertipleyecekleri şüphesizdi. Sürgün edilmeleriyle bu fırsat ellerinden alınmış oluyordu.
Şehrin dâhilinde tam bir sükûn ve huzur hâkimdi.
Ancak hâricin emniyeti pek iç açıcı değildi. Kureyş müşrikleri, Bedir mağlubiyetinin ağır acısını unutmamışlardı, unutmak da istemiyorlardı. Nitekim Kureyş ileri gelenlerinden birçoğunun öldürülmesiyle, Ebû Süfyan kendisini adeta Kureyş müşriklerinin reisi makamında görmeye başlamış ve Bedir mağlubiyetinin intikamını almak için harekete geçmişti. Peygamberimiz ve Müslümanlardan intikam almadıkça kadınlara yaklaşmayacağına, koku sürünmeyeceğine ve yıkanmayacağına ant içmişti.[10]
Bu andını yerine getirmek için, Ebû Süfyan, iki yüz kişilik bir süvari kuvvetiyle Medine önlerine kadar sokuldu. Aslında bu kadarcık bir kuvvetle Müslümanlara karşı çıkamayacağını kendisi de gayet iyi biliyordu. Sadece, yaptığı yemini yerine getirmek, sözünden caymış olmamak için buraya kadar çıkıp gelmişti.
Gece vakti, henüz Medine’de ikamet eden Yahudi kabilesi Benî Nadîr reisinin yanına gitti ve ondan Müslümanlar hakkında birçok gizli malumat aldı.
Daha sonra, Medine’ye üç mil kadar uzaklıkta bulunan Urayz adındaki mevkiye kadar sokulan müşrik kuvveti, burada sık bir hurmalık ve iki evi ateşe verdiler. Bu arada tarlasında işiyle meşgul, müdafaasız, ensardan bir Müslümanı, işçisiyle birlikte şehit ettiler.[11]
Bunları yapmakla sözünün yerine geldiğini kabul eden Ebû Süfyan, takip edilip yakalanma korkusundan, beraberindekilerle birlikte süratle oradan uzaklaşarak Mekke’ye doğru yol aldı.
Resûl-i Ekrem baskını haber aldı. Ensar ve muhacirlerden iki yüz kişiyle, müşrik mütecavizleri takibe çıktı. Kimseyle karşılaşmadı. Müşriklerin süratle kaçıp gittiklerini öğrendi.
Müşrikler kaçarken beraberlerinde yiyecek olarak getirdikleri “sevik” denilen kavrulmuş buğday ununu, torbalarıyla birlikte, ağırlık yaptığı ve süratle uzaklaşmalarına mani olduğu için yollarda yer yer bırakmışlardı. Mücahitler, bu sevik torbalarını topladılar. Gazâ da adını buradan aldı.[12]
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 51.
[3]Âl-i İmrân, 12.
[4]Enfâl, 58.
[5]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 29; Taberî, Tarih, c. 2, s. 297.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 29; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 297.
[7]“Gayrimüslimlerle dostluk ve münasebet kurmakta ölçü nedir? Günümüzde olduğu gibi, sadece askerî ve iktisadî sahaya dönük ittifaklar kurmanın Kurân’daki nehiyle ilgisi var mıdır?” gibi akla gelebilen suallere Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat adlı eserinden muknî bir izah getirmiştir. Aynen alıyoruz:
“Sual: ‘Yahudî ve Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehy vardır.
“Bununla beraber nasıl ‘Dost olunuz’ dersiniz?’
“Cevap: Evvela: Delil kat’iyyülmetin olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki, te’vil ve ihtimalin mecali vardır. Zira, nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman, bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, mehaz iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehy, Yahudî ve Nasara ile Yahudîyet ve Nasranîyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez; belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
“Sâniyen: Zaman-ı Saadet’te bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayrimüslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki, bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakkî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini istihsanla iktibas etmektir ve her saadet-i dünyevîyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte, bu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kuraniye dâhil değildir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, s. 26-27)
[8]Mâide, 51.
[9]Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 309.
[10]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 30.
[11]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 30; Taberî, Tarih, c. 2, s. 299.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 30.