Üseyd bin Hudayr (r.a.)

Üseyd bin Hudayr (r.a.)

Medineliler, kendilerine İslam’ın hakikatlerini öğretecek bir muallime muhtaçtılar. Çünkü Peygamberimiz henüz Medine’ye hicret etmemişti. Bu itibarla, İslamiyet’i kendilerine öğretecek birisinin bulunması lazımdı. Medineli Müslümanlar, Peygamberimize müracaat ederek bu ihtiyaçlarını arz ettiler Peygamberimiz genç sahabilerden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) bu maksatla Medine’ye göndedi. Hz. Mus’ab Medine’ye gidince Es’ad bin Zürâre’ye (r.a.) misafir oldu. Bundan sonra Hz. Es’ad’ın evi, Müslümanlar için bir tebliğ ve irşat merkezi hüviyetine büründü. Burası aynı zamanda bir mektepti. Medineli Müslümanlar burada toplanıyorlar, Hz. Mus’ab’dan Kur’ân-ı Kerim öğreniyorlardı.

Bir gün Hz. Mus’ab ile Es’ad bin Zürâre, Benî Zafer kabilesine ait bir kuyunun başına oturmuş, sohbet ediyorlardı. Müslümanlardan bazıları da onların etrafına toplanmış, sohbetlerini dinliyordu. Üseyd bin Hudayr ile Sa’d bin Muâz o sırada Müslüman değildi. Kalabalığı görünce son derece rahatsız oldular. Sa’d bin Muâz arkadaşı Üseyd’e, “Git de, gençlerimizi yoldan çıkarmak için gelen şu iki adamı defet ve bir daha gelmemelerini söyle! Biliyorsun ki, Es’ad bin Zürâre, benim teyzemin oğludur. Eğer o olmasaydı bu işi sana bırakmaz, kendim halle­derdim!” dedi. Üseyd de mızrağını alıp o tarafa yöneldi.

Es’ad bin Zürâre, Üseyd’in kendilerine doğru geldiğini görünce Mus’ab bin Umeyr’e, “Bu, kavminin büyüğüdür. Buraya geldiğinde ona imanı telkin et.” diye hatırlatmada bulundu.

Üseyd onların yanına varır varmaz, “Ne işiniz var burada? Buraya gelip genç­lerimizi baştan çıkarmak mı istiyorsunuz?! Eğer canınızı seviyorsanız burayı terk edin!” şeklinde tehdit savurdu.

Mus’ab bin Umeyr halim selim, yumuşak huylu bir insandı. Aynı zamanda yüce bir da­­vanın temsilcisiydi. Hiddet edip heyecana kapılmamalıydı. Muhata­bını anlayışla karşı­­ladı. Onu, efendiliği ve güzel ahlakı ile mağlup etmeye çalış­tı: “Hele bir oturuver. Biz de sana bir şey söyleyelim. Uygun görürsen kabul edersin, yoksa bildiğini yapabilirsin.”

Beklediği sert karşılığı göremeyen Üseyd sakinleşti. Daha fazla üstelemek içinden gelmedi: “Vallahi sen insaflı konuşuyorsun.” dedi ve mızrağını yere di­kerek oturdu. Hz. Mus’ab ona İslamiyet’i anlattı ve Kur’ân’dan bazı âyetler oku­du. Üseyd bin Hu­dayr, okunan Kur’ân’ı huşu içinde dinledi. İslam nuru yüzünde tecelli etmeye başladı.

“Bu ne güzel şey! Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz?” diye hissiyatını belli etti. Hz. Mus’ab, ona gusletmesini söyledi. Gusülden sonra Kelime-i Şehadet’i telkin etti. Üseyd bin Hudayr hiç tereddüt etmeden Kelime-i Şehadet getirdi ve Müslüman oldu. Daha sonra kendisini merakla bekleyen Sa’d bin Muâz’ın ya­nına gitti. Onun da İsla­miyet’le müşerref olmasına vesile oldu. Bu iki insanın hidayete ermesi, kendi kabilele­ri üzerinde de müspet tesir bıraktı. Çok geçme­den pek çok insan, iman halkasına katıldı.

Üseyd bin Hudayr bütün güç ve kuvvetini, maddi manevi imkânlarını İslam uğrunda kullandı. Medineli Müslümanlardan 75 kişiyle İkinci Akabe Biatı’na katıldı. Peygamberimizin bu Müslümanlar içerisinden seçtiği 12 temsilci­den birisi de Üseyd bin Hudayr’dır.

Hz. Üseyd, hak dinin muhtaç gönüllere ulaşmasına vesile olan cihat ordula­rında da yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud Savaşı’nda Evs kabile­sinin sancağı Hz. Üseyd’de idi. Bu savaşta cesaret ve şecaat örnekleri gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.

Mücahitler Medine’ye döndükten hemen sonra, Peygamber Efendimiz, müş­riklerin geri dönüp Medine’ye baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hz. Bilâl’e, “Re­sû­lul­lah, düşmanı takip etmenizi istiyor!” diye seslenerek Müslü­manlara duyurmasını emretti.[1]Bu sırada Üseyd yaralarını tedavi ettirmek isti­yordu. Re­sû­lul­lah’ın davetini işitince, “İşittim, Allah’ın Resûl’ünün emrine bo­yun eğiyorum!” dedi. Silahını eline aldı. Yaralarının tedavisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihat daveti ve Re­sû­lul­lah’ın emri, ona bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.

Müşrikler, Hicret’in 5. yılında İslam’ı ve Müslümanları ortadan kaldırma emeliyle kalabalık bir ordu hazırlayarak Medine’ye yürüdüler. Peygamberimiz mü­dafaayı uygun buldu. Medine etrafına müdafaa hendekleri kazdırdı. Müşrikler bu tedbir karşısında şaşkına döndüler. Etrafı kuşattılar, kuşatma günlerce de­vam etti. Peygamberimiz kuşatmanın uzayıp gittiğini, soğuğun, kıtlık ve açlı­ğın günden güne arttığını görünce, bir hâl çaresi düşündü. Çeşitli kabilelerden meydana gelmiş olan müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı planladı. Bunun için, Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf’a şöyle bir haber gönderdi:

“Müslümanları muhasaradan vazgeçip yurtları­na döner giderlerse, kendilerine, Medine’nin yıllık meyva mahsulünün üçte bi­rini veririm.”

Fakat onlar üçte bire razı olmadılar ve mahsulün yarısını istediler. Peygam­berimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna razı oldular. 10 kişilik bir heyet­le Peygamberimizin huzuruna geldiler.

Onlar Re­sû­lul­lah ile görüşürlerken Üseyd bin Hudayr bir vesileyle Peygambe­rimi­zin yanına girdi. Uyeyne bin Hısn’ın Re­sû­lul­lah’ın karşısında ayağını uzata­rak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı: “Topla ayaklarını! Re­sû­lul­lah’ın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun?! Vallahi eğer Re­sû­lul­lah’ın huzurunda olma­saydın, şu mızrağımı sana saplardım!”

Gatafan kumandanının ne maksatla geldiğini öğrenince de, Peygamberimize hitaben son derece saygılı bir şekilde, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu, Cenâb-ı Hak’tan ge­len bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında ulvi bir gayeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur! Onlar ne zaman bizden bir şey koparmayı umdular ki şimdi umabilsinler!” dedi.

Hz. Üseyd bu sözleriyle, Allah Resûlü’nün yapılmasını arzu ettiği bir işi nefsi istemese de teslimiyetle kabul edeceğini ortaya koyarak Re­sû­lul­lah’a olan bağlı­lığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan bu sözler, onun Allah ve Resûl’ünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şe­kilde taviz vermeye yanaşmayacağının da bir ifadesiydi.

Üseyd bin Hudayr’ın bu konuşması Re­sû­lul­lah’ı sevindirdiği gibi, orada bulu­nan sahabileri de gayrete getirdi. Ensar’dan Sa’d bin Muâz, Sa’d bin Ubâde (r.a.) gibi sa­ha­bi­ler de Hz. Üseyd gibi cevap verince, Peygamber Efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti.

Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak ora­dan ayrıldılar. Ashâb’ın ihlas, sabır ve metanetlerini, Peygamberimizin emirle­rine göre hareket etmekten vazgeçmeyeceklerini görünce, Medine’yi hiçbir şe­kilde ele geçiremeyeceklerini anladılar. Karargâhlarına gittiler. Kabilelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:

“Meseleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarını seve seve feda edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular! Kureyşliler, Muhammed’e bir şey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahudilerinin üzerine düşecek. Biz geri dönüp gidince onların hepsini, ellerini uzatıp boyunlarına bağlattırıncaya kadar kalelerinde kuşatacaktır.”

Hâris, sözlerine devamla, Yahudiler hakkında, “Gebersinler, cehenneme git­sinler! Muhammed bize Yahudilerden daha hayırlıdır.” dedi. Böylece, Peygam­berimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhasaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler.

Üseyd bin Hudayr, Mekke’nin Fethi’ne de katıldı. Hz. Ebû Bekir’le birlikte Peygamberimizin hemen yanı başında yer aldı. Huneyn ve Tebük Savaşlarında Evs kabilesinin sancaktarlığını yaptı.

Hz. Üseyd, vaktinin büyük kısmını Re­sû­lul­lah ile birlikte geçirirdi. Bir defa­sında Peygamberimizin mübarek sohbetini tatlı tatlı dinlerken içeri bir bedevi girmişti. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. “Şu adamın ni­yeti kötü; suikastte bulunmak istiyor!” buyurdu. Az sonra bedevi yaklaşarak, “Abdülmüttâlib’in oğlu hanginiz­dir?” diye sordu. Peygamberimiz, “Benim.” di­ye karşılık verdi. Bedevi, menhus mak­sadını gerçekleştirmek üzere Re­sû­lul­lah’a doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bedevinin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu tesirsiz hâle getirdi.[2]Daha sonra Peygamberimiz bedeviyi sorguya çekti. Bedevi, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığını itiraf et­ti.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Nebi, kendisini öldürmeye gelen bedeviye, “Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et.” buyurdu ve onu İslam’a davet etti. Bedevi, Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden, “Al­lah’tan başka ilah yoktur, sen de muhakkak Allah’ın Resûl’üsün.” diyerek Müslü­man oldu.

Peygamber Efendimizin “Ne iyi kimsedir!”[3]şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr’ın sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur’ân okumakla süslerdi. Kur’ân okumaya başladığı zaman bambaşka bir âleme girerdi.

Bir gece hurma sergisinde Bakara Sûresi’ni okuyordu. Yanında bağlı bulunan atı birden şahlandı. Hz. Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine şahlandı; Üseyd sustu, at sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya baş­ladı, at yine şahlandı. Artık okumaktan vazgeçti. Atının yanına gitti, başını kal­dırdı, semaya baktı. Birden şaşırdı; çünkü başının üzerinde, gölgeye benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltı gördü. Daha sonra bu gölge tabakası, içinde ışık manzumesiyle birlikte semaya çekilip gitti ve görünmez oldu.

Hz. Üseyd, sabah olur olmaz hemen Peygamberimize koştu ve şöyle dedi:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Dün gece yarısı, hurma sergisinde Kur’ân okurken, birdenbire atım ürkmeye başladı.”

Re­sû­lul­lah, “Oku, ey Hudayr oğlu!” buyurdu. Üseyd, “Ben okumaya devam ettim. Sonra at yine şahlandı.” Re­sû­lul­lah, “Oku ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu. Üseyd, “Ben okumaya devam ettim. Sonra at yine şahlandı.” Re­sû­lul­lah, “Oku, ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu. Hz. Üseyd, “Ben yine okudum. Fakat at yine şahlandı.” dedi. Peygamber Efendimiz üçüncü defa, “Oku, ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu. Hz. Üseyd devamını şöyle anlattı:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben artık okumaktan vaz­geçmek zorunda kaldım. Çünkü oğlum Yahya, ata yakın bir yerde bulunuyor­du. Atın, çocuğu çiğnemesinden korktum! O sırada başımı semaya doğru kaldı­rıp baktığımda, bulut gölgesi gibi bir beyazlık içinde kandiller misali yıldızların parlamakta olduğunu gördüm. Sonra bu beyaz gölge içindeki parlaklık manzu­mesi çekilip gitti. Artık onu göremez oldum.”

Re­sû­lul­lah, “Bilir misin, onlar nedir?” diye sordu. Hz. Üseyd, “bilmediği” ceva­bını verince de şöyle buyurdu:

“Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur’ân okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, in­sanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar insanlardan gizlenmezlerdi.”[4]

Evet, Kur’ân okumak nurani ruhları, melekleri cezbeden pek güzel bir ibadet­tir. Sırf iyilik ve hayır yapmak için yaratılmış olan meleklerin semadan inmesi­ne sebeptir.

Üseyd bin Hudayr, ilimden bir hakikat öğrenebilmek için bazen geç saatlere kadar Re­sû­lul­lah ile sohbet ederdi. O meseleyi öğrenmeden rahat edemezdi. Bir gün yine bir arkadaşıyla birlikte Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulunmuşlardı. Hu­zurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıl­dı. Her biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler…[5]

Hz. Üseyd, Kur’ân okumak ve dinlemekten, Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulun­maktan o derece huzur duyuyordu ki, âdeta bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumu şöyle ifade eder:

“Bütün arzum, ömrümü üç hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Bunlar: Kur’ân okuduğum veya dinlediğim zamanki hâlim. Re­sû­lul­lah’ın konuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve bir cenazeyi gördüğüm zamanki hâlim…”[6]

Hz. Üseyd, Hicret’in 20. yılında, Hz. Ömer’in hilafeti zamanında vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.[7]

Allah ondan razı olsun!

[1]Tabakât, 2: 49.[2]Tabakât, 2: 94.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 1: 93; Tabakât, 3: 65.
[4]Müsned, 3: 81.
[5]Tabakât, 3: 606.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 429-488.
[7]Tabakât, 3: 306.
Daha yeni Daha eski