Rum Suresi Tefsiri

Rum Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

Rûm Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


1- Allah daha iyi bilir: Kur’ân’ın mânâsındaki mucize olan âyetlerden önce, sözlerindeki mucizeliği ifade eden ilâhi sırra işârettir. Bakara sûresinde de geçtiği üzere “elif” boğazın en içinden: bâtından; “Lâm” dilden: berzahtan; “mim” dudağın en kenarından, dıştan çıktığı için bu üç harf, mahreclerin aslını teşkil eden üç çıkış yerinden çıkan bütün harflerin güzel bir diziliş ahengini ifade eder.

2- Rumlar yenildi. Peygamberimizin gönderildiği sıralarda doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük iki devletiydiler. Hindli Süleyman Nedevî efendinin Asr-ı Saadet tarihinde ifade ettiği üzere peygamberliğin beşinci, yani Milâdın 613. yıllarında bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle kanlı bir savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev’in, Rum Hirakl’in hükmü altındaydı, sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbiriyle birleşiyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak’ın bir bölümü ve küçük Asya (Anadolu) Rumlara tabi idi. İranlı’lar, Rumlara iki taraftan saldırdılar. Dicle ve Fırat üzerinde (ezreât ve Busrâ) mevkilerinden Suriye’ye, Azerbeycan ve Ermenistan tarafından küçük Asya’ya saldırdılar. İran orduları, Rum kuvvetlerini her iki cepheden geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye’deki bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün Filistin’i ve Kudüs’ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dini binalar tahrib edilip kirletilmişti. İranlılara katılan yirmi altı bin yahudi, altmış binden fazla hıristiyanı kılıçtan geçirmişlerdi. İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin kafatası ile donatılmıştı.

Bu istilâ tufanı, burada durmayarak Mısır’ı da basmış, Milâdın 616. yılında İranlı’lar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye’ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu’yu ele geçirerek İstanbl’un boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, doğu Roma İmparotorluğu’nun başkenti olan Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler, saltanatlarını Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu’ya yaymışlardı. İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş yaktıkları tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde ateşperestliği yayıyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu yenilgisi karşısında kendisine tabi bulunan birçok vilâyetler isyan etmiş, Afrika’daki ülkeler, Avrupa tarafındaki vilâyetler, hatta İstanbul’a komşu şehirler, bu devletin egemenliğinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca doğu Roma İmparatorluğu darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti.

Romalıların bu yengilgi haberi Mekke’ye ulaştığı zaman müşrikler sevinmiş ve müslümanlara karşı onların yenilgisinden duydukları sevinci açığa vurmuşlar: “Siz ve hıristiyanlar kitap ehlisiniz, biz ve Fâris (İranlılar) ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinizi tepelediler. Biz de sizi tepeleriz” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed’in bir mucizesi olmak üzere bu âyet inip buyuruldu ki: Gerçi Rumlar yenildi yerin en yakınında, Mekke toprağının, yani Arabistan’ın en yakınında; Şam’da yahut Rum başkentinin pek yakınında, yani Anadolu’da İstanbul civarında demek olabilir ki, ikisi de doğrudur. O sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, iç isyanlarla devlet ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, imparator Hirakl, İstanbul’u terkederek Kartaca’ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif etmişler: İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde barışı imzalayacak delegeler göndermişlerdi.

Bu delegeler, İranlıların yanına vardıkları zaman Husrev, şu sözleri de söylemiş: “Bu yeterli değildir. Bizzat imparator Hirakl, karşıma zincirler içinde gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık ateşe ve güneşe tapmalıdır.” İşte o yenilgi, böyle bir yenilgiydi. Böyle bir çöküş içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimal vemek bile normal olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.

3- Fakat böyle bir zamanda Allah Teâlâ, Resulüne gayptan şu haberi bildiriyordu: Bununla birlikte onlar, bu yenilgilerinin ardından kesinlikle galip gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl içinde ki, “bıd” kelimesi üçten dokuza kadar olan bir sayıyı ifade eder, nitekim bu âyet inince Hz. Ebu Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle demişti: “Allah, sizin gözlerinizi aydınlatmayacak, peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim ki, Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip geleceklerdir.” Buna karşı Übeyy b. Halef: “Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.” dedi ve her iki taraf ta on deve üzerine bahse girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir, durumu Resulullah’a haber verdi. Resullullah (s.a.v.) “Bıd’, üçten dokuza kadardır, miktarı artır, müddeti uzat.” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir çıktı, Übeyy’e rast gelince o: “galiba pişman oldun” dedi. Ebu Bekir de: “Hayır” dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım, haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: “Haydi yaptım” dedi. Tirmizî’nin Sahih’inde rivayet ettiği üzere “Bedir” günü Rumlar, İranlılara galip geldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy’in vârislerinden aldı, peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona: “Bunu tasadduk et” buyurdu.

4- Önünden de sonundan da emir Allah’ın, yani Rumlar galip gelecekler diye ondan sonra emir ve irade, hüküm ve kumanda Rumların olacak zannedilmesin; onlar galip gelmezden önce emir, ne onların, ne İranlıların olmayıp Allah’ın olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra, yine Allah’ındır. O, önce onları mağlub ettiği gibi, sonra da eder. Hem de o gün, yani Rumların, İ ranlılara galip geleceği gün müminler sevinecek Allah’ın yardımıyla, yani ötede Rumlar, İranlılara galip gelirken aynı zamanda beriden müslümanlar da Allah’ın yardımıyla müşriklere karşı zafer elde edecekler, yalnız Rumların galip gelmesiyle değil, Allah’ın özellikle kendilerini galip kılan yardımıyla sevinecekler. Müminlere bu şekilde vaad edilen bu yardım, bu sevinç, “Bedir” zaferidir. Nitekim Teberî Tefsiri’nde “O Bedir’de müminlerin , müşriklere galip gelmesidir.” demiştir.


Gerçekten Tirmizî’nin rivayetine göre Rumların, İranlılara galip gelmesi “Bedir” günü olmuştur. Fakat galibiyetin geniş bir şekilde açıklanması, Hudeybiye sıralarında bilinebildiği ve Hz. Ebu Bekir de develeri Übeyy’in kendisinden değil, sonra vârislerinden aldığı için bazıları bu ferah gününü, Hudeybiye günü sanmışlardır. Hindli Süleyman Nedevî efendi, Asrı Saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiştir: “Resul-i Ekrem’in işareti gereğince dokuz yıl sonra peygamberin bu haberi gerçekleşmiş ve onun gerçekleşmesi “Bedir” zaferinin elde edilmesine rastlamıştır.” Bazılarına göre bu haber, hicretin altıncı yılında Hudeybiye antlaşması esnasında gerçekleşmiştir. Fakat bu doğru değildir. Bu anlayış hatasının sebebi şudur: Sahihi Buhari’nin açıkladığına göre Hz. Peygamber’in Hirakl’e gönderdiği mektubu taşıyan elçi, Suriye’ye ulaştığı zaman Hirakl, zaferini kutluyordu. Bu elçi, Hudeybiye andlaşması sıralarında gönderildiği için birçokları Hirakl’in o sıralarda zafer kazandığını zannetmişlerdir. Habuki, Hirakl, zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye’ye gelmiş bulunuyordu. Roma takvimine göre Hz. Muhammed’in peygamberliği, 609 yılında meydana gelmiş, doğu Roma ile İran arasındaki düşmanlık, 610’da başlamış, 13-14 yılları savaş içinde geçmiş, 616’da, Romalılar yenilmişler, 622’de karşı harekete geçmişler, 623’de galibiyete başlayarak 625’te kesin zaferi elde etmişlerdir. Yenilginin başlangıcıyla galibiyetin başlangıcı arasında dokuz yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile kesin galibiyet arasındaki müddet de dokuz yıldan ibaret bulunuyor.

Peygamberimizin hicreti, peygamberliğin on üçüncü yılı olduğu için (623) hicretin ikinci yılına rastlamış olur ki, “Bedir” de o yıldır. Demek ki, Rumlar, yenilgilerinin yedinci, savaşın ikinci yılı galib gelmeye başlamışlar ve onlar galib gelmeye başladığı sıralarda müslümanlar da “Bedir” günü müşriklere galib gelerek sevinmişlerdir. Bununla beraber savaş iki yıl daha devam etmiş, bu müddetle Rumlar, İranlıların işgal ettikleri bütün vilayetleri kurtararak düşmanlarını Dicle ve Fırat’ın gerilerine atmışlardır. Böylece tam dokuz yıl ve üç yıl sonunda kesin üstünlük tamam olarak “Birkaç yıl içinde galib gelecekler.” haberi her yönüyle gerçekleşmiştir. Şu halde bundan dokuz yıl önce, yani hicretten yedi yıl önce, peygamberliğin yedinci yılı Kur’ân, bu haberi verirken açıkça dokuz yıl da demeyip “Birkaç yıl” diye bir çeşit kapalılıkla ifade etmesinde de olaya uygunluk bakımından derin ve kapsamlı bir belağat ve geniş bir anlam varmış. Çünkü “bıd-ı sinin” (birkaç yıl) demekle hem galibiyet süresi olan üç yıla, hem yenilgi sonundan “Bedir”e rastlayan ilk galibiyete kadar olan yedi yıla, hem de kesin galibiyet süresi olan dokuz yıla uygun düşebilecek bir işaret vermiş bulunuyor ki, bunlardan birisi açıkça ifade edilseydi olayın bütün safhaları gösterilmiş olmaz ve dolayısıyla bu kapsamlı icaz tarzı bulunmazdı. Bir de bu açıklamadan asıl maksat, Rumların galibiyetinden çok, müminlerin ilâhî yardım ile sevinecekleri günün tarihini tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş oluyor. Çünkü “birkaç yıl” kapalı olmakla beraber galibiyetin gerçekleşmesine bağlı olan “o gün” belirlidir. Bu bakımdan âyetin bu sevinç gününü gösteren mucizesi, Rumların galibiyetini haber veren mucizesinden daha şanlıdır.

5-Böyle iken birçoklarının bundan habersiz olmaları ne kadar üzücüdür! Evet buyuruluyor ki: “Rumlar, yenilgilerinin arkasından birkaç yıl içinde galib gelecekler, önünde de sonunda da emir Allah’ındır. Onlar galib geldikleri sırada müminler de Allah’ın yardımıyla sevinecekler.” Bu nasıl olur demeyin. O kimi dilerse yardım eder, dilediğini muzaffer kılar. Yani O’nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O’nun iradesine bağlıdır. Dün İranlıları galib kılmış iken, yarın Rumları galib kılar. Bir de bakarsın hiç ümit edilmedik bir zamanda, tutar hiçbir kuvvetleri yok zannedilen müminleri hepsine karşı galib ve muzaffer kılar. Ve aziz O’dur. Rahîm O’dur. Hiç mağlup olma ihtimali bulunmayan izzet (güç, kuvvet) sahibi ancak O’dur. Tek rahmet edici olan da O’dur. Onun için de bir zaman olur, mağlubları galib kılar, müminleri sonunda zafere erdirir.

6- Allah’ın vaadi. Bu anlatılan galibiyet ve yardım, öyle bir vaaddir ki, onu Allah Teâlâ vaad buyurdu. Allah, vaadinden caymaz. Dolayısıyla bunlar mutlaka gerçekleşecektir. Burada açık olarak iki vaad var. Birisi Rumların, mağlubiyetlerinden sonra galib gelecekleri; birisi de müminlerin, Allah’ın yardımı ile sevinecekleridir. Bu iki vaad, çok geçmeden gerçekleşti. Ebu Bekir (r.a.) bahsi kazandı. Bu şekilde bunun Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden ilâhî bir âyet, bir mucize olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden birçoklarına hidayet yetişti, müslüman oldular. İnişi daha önce iken böylece mucizeliğinin gerçekleşip ortaya çıkışı daha sonra olması dolayısıyla, tertipte öbür sûreden sonraya konuldu. Orada “O’na Rabbi tarafından âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?” (Ankebût, 29/50) diye mucize isteyenlere karşı “Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebût, 29/51) buyurulmakla buna işaret de olunmuştur. Şu halde bu iki açık vaad arasında “Önünde de sonunda da emir Allah’ındır.” ifadesiyle anlatılan diğer bir vaad daha vardır ki, Rumların, İranlılara galib geldikten sonra ilerde müslümanlara yenileceklerine işaret eder. Nitekim baştaki malum, mechul sigasıyla okunduğu takdirde Ebu Said el-Hudrî ve diğerlerinde rivayet edilen şâz kırâete göre: “Rumlar galib geldi, fakat onlar, bu galibiyetlerinden sonra ilerde mağlub olacaklar.” diye doğrudan doğruya bu mânâ açıkça ifade edilmiş olur. Bu ise öncekilerden daha uzak ve geleceğe ait olması bakımından daha önemli olan bir mucizedir. Fakat öbürleri gibi Hz. Peygamberin zamanında ortaya çıkmayıp, sonra gerçekleşeceğinden âyette işaretle gösterilip, peygamber tarafından açıklanmıştır. Gerçekten İranlılara galib gelen Hirakl’in kendi hayatında Rum orduları, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanındaki Yermük savaşından itibaren İslâm mücahitleri karşısında yenilmeye başlayarak, Hz. Ömer zamanındaki Şam fetihlerinden tâ İstanbul’un fethine kadar devam etmiş ve böylece bu mucize de tam olarak gerçekleşip ortaya çıkmıştır.

Bir de Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit isimli tefsirinde şunu kaydetmiştir: Şeyh üstaz Ebu Cafer b. Zübeyr anlatırdı ki, Ebu’l-Hakem b. Berrecan, müslümanların Beyt-i Makdis’i (Kudüs’ü) fethedeceklerini ilâhî sözünden zaman ve günü belli olarak çıkarmıştı. Ve İbnü Berrecan kendisi fetih için tayin ettiği zamandan önce vefat etti. Vefatından bir zaman sonra da müslümanlar onun tayin ettiği zamanda Kudüs’ü fethettiler. Anılan Ebu Cafer, bu Ebu’l-Hakem b. Berrecan’ın, Allah’ın kitabından çıkararak gayb olaylarına dair birtakım şeylere vâkıf olduğuna inanırdı.” Muhyiddin Arabî de bu Kudüs fethi hakkındaki istihracdan (âyetlerden hüküm çıkarma işinden) bahsetmiştir. Demek olur ki, âyette ancak Allah’ın dostlarına açıklanan daha başka işaretler de vardır.

Alûsî, tefsirinde de der ki: “Muhyiddin Arabî, Irakî ve diğerleri gibi irfan sahiplerinin, Kur’ân’ı Kerim’den gayba ait bilgiler çıkardıkları meşhurdur”. Bu, birtakım hesap kaideleri ve harflerin amelleri üzerine kurulmuştur ki, onlara dair seleften bir şey gelmemiştir. Hz. Ali (k.v.)’ye: “Resulullah size başkalarından gizlediği bir sır söyledi mi?” diye sorulmuştu. Dedi ki: “Hayır, ancak Allah Teâlâ’nın bir kuluna kitabında bir anlayış vermiş olması müstesna.” Fakat insanların çoğu bilmezler. Yani bunların Allah vaadi olduğunu ve Allah’ın vaadinin mutlaka yerine geleceğini bilmezler.

7- Sadece dünya hayatından bir dış görünüş bilirler. Bugün kim galib gelir, ne yüze çıkarsa; ona bakar, onu bilirler. Onlar, ahiretten ise hep gafildirler. Bu dünyanın sonunun nereye varacağını düşünmez, ilerisinin ne olacağının farkında olmazlar.

8- Ve kendi nefislerinde (içlerinde) hiç düşünmediler de mi? Yani niye ilerisini düşünmüyorlar? Bu dünya hayatının gelip geçici olduğuna ve bunun bir sonu, gerçek ve değişmez bir ahireti bulunduğuna bütün gökler ve yer delâlet edip dururken kendi kendilerine vicdanlarında, yahut kendi nefisleri hakkında niye bir düşünüp de bilmiyorlar ki, Allah, o gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri başka türlü değil. Ancak hak ile ve müsemmâ bir ecel, -yani belirli bir süre ile- yaratmıştır. Yani aşağıda ve yukarıda ve bütün bunların aralarında bulunan kâinattan hepsinin bir ömrü, belirli bir süre ile bir eceli, bir sonu vardır. Bununla beraber hiçbiri boşuna yaratılmamış, herbiri sabit ve bâki bir Hakk’a delâlet etmek üzere gerçek bir yön, gerçek bir hikmetle yaratılmıştır.

Onun için hepsi “Allah’tan başka her şey helâk olacaktır.” (Kasas, 28/88) âyetinin ifadesince bu dünyanın fani (geçici) olup, sonunda Allah’ın huzuruna gidilen bir ahiret bulunduğunu anlatmaktadır.

Bununla beraber insanlardan birçoğu herhalde Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. Yani birçokları yalnız ahiretten, düşünceden gafil olmakla kalmazlar da kendilerini yaratıp yetiştiren Hakk’ın buyruğuna gidilip, mükafat ve cezaya erileceğini kesinlikle inkâr bile ederler. Ya dünyayı ebedî imiş gibi kabul ederler, yahut ta bütün yaratılış, hikmetsiz, gayesiz, batılmış gibi her şeyin fani olup, sonunda boşa gittiğini ve dolayısıyla insanın sonunun da bir ölümle hiç olup bittiğini iddia ederler. Rablerinin cemal ve celâline (sevab ve cezasına) ermeyi tanımaz, küfrederler.

9- Ve o yeryüzünde bir gezmediler mi? O kâfirler bir gezip de baksalar nasıl olmuş kendilerinden öncekilerin sonu? Kendilerinden önce inkâr eden Âd, Semûd gibi yıkılıp gitmiş kavimlerin sonu. Onlar kuvvetçe kendilerinden daha şiddetliydiler ve toprağı aktarmışlar; ekin ekmek veya su, maden çıkarmak için toprağın altını üstüne çevirmişler. Ve onu kendilerinin imarından dah çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de kenilerine delillerle, açık bürhanlar, mucizelerle gelmişlerdi, yani onlara inanmadılar da helâk olup yıkıldılar. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu. Suçsuz helâk etmiyordu. Buna zulüm denilmesi, Allah Teâlâ’nın son derece nezih olduğunu ortaya koyup açıklamak içindir. Yoksa Allah suçsuz da helâk etse gerçekte yine zulüm olmazdı. Çünkü Allah (c.c.) gerçek mâliktir. Mâlikin mülkünde dilediğini yapması zulüm olmaz. Zulüm, başkasının haklarına saldırmayı ifade eder. Ve fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı.

10-Çünkü Allah’ın hikmetine göre, toplumlarının ve kendilerinin helâkini gerektiren günahları kendi istekleriyle işliyorlardı. Sonra o kötülük yapanların sonu ne fena oldu! Sonların en kötüsü, en kötü ceza olan cehennem azâbıdır. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini yalan saydılar. Ve onlarla eğleniyorlardı.

Meâl-i Şerifi

11- Allah yaratmayı ilkin yapar, sonra da çevirir, onu yeniden yapar. Sonra hep döndürülüp O’na götürüleceksiniz.

12- Kıyamet saatinin gelip çattığı gün suçlular, her ümidi keserler.

13- Allah’a ortak koştuklarından, kendilerine şefaat edecekler de bulunmaz. Onlar, o zaman Allah’a koştukları ortakları inkâr ederler.

14- Kıyamet saatinin gelip çattığı gün varya, o gün (inananlarla inanmayanlar) ayrılırlar.

15- Şimdi iman edip salih ameller yapmış olanlara gelince, onlar bir bahçe içinde neşelenirler.

16- Âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan sayıp da küfredenlere gelince, işte onlar o zaman azab içinde hazır bulundurulurlar.

17- O halde akşama girdiğiniz zaman da, sabaha girdiğiniz zaman da tesbih Allah’ındır. (daima O, tesbih edilir).

18- Göklerde ve yerde, ikindileyin de, öğleye erdiğiniz zaman da hamd O’na mahsustur.

19- O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır ve toprağa ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız.

11-17 Allah’a karşı uydurup ortak koştukları mabudlar. Ravza, aslında sulu, yeşillikli güzel bostan demek olup, burada maksat, cennet bahçelerinden bir bahçedir. Hazır bulundurulacaklar

İHZAR: Suçluyu yakalayıp zorla mahkeme huzuruna getirmektir.

O halde tesbih Allah’ındır. (onu tesbih etmelidir). Madem ki ilerisi öyledir, o saat gelip çatacaktır. O gün o ümitsizlik ve azab içinde hazır bulundurulmaktan kurtulup, bir bahçede neşelenebilmek için şimdi Allah’a tesbih ediniz. Her şey değiştiği halde kendisi yokluk ve eksiklikten uzak, değişip bozulmaktan münezzeh, tek zatı ile ebedî Sübhan olan Allah Teâlâ’yı şirk ve eksiklik şüphelerinden tenzih ediniz.

TENZİH: Ya yalnız kalb ile olur; kesin itikat veya onunla beraber dil ile olur; duyulacak şekilde söylemek; yahut bunlarla beraber bir de özel fiil ve davranışlarla olur ki, bu da salih ameldir. Birincisi asıl, ikincisi onun meyvesi, üçüncüsü de ikincinin meyvesidir. Çünkü insan, kalbinden bir şeye itikad edince o dilinden meydana çıkar, söylediği zaman da doğruluğu, durum ve davranışlarından belli olur. Dil, kalbin tercümanı, amel de dilin delilidir. Rükünlerin fiilleri ise hem dil ile zikri, hem kalb ile niyeti içine alan namazdır. Onun için namaz hem zikirdir, hem bir tenzih ve tesbihtir. Şu halde tesbih denince, her çeşidini içerirse de mutlak (kayıtsız) ifade, mükemmele yorumlanacağına göre ilk önce namaza yorumlanır.

Onun için burada beş vakit namaz saatleri özetlenmiştir ki, zamanın âhirete doğru akışını gösteren en önemli değişme anlamlarını takib eden bereketli saatlerdi. Önce makam, korkutma ve uyarma makamı olması itibariyla geceye doğru o zaman ki akşamlarsınız. Bu iki vakti içine alır. Birisi, güneşin batışını takib eden mağrib (yani birinci ışâ denilen) akşam namazı vakti ki, şafak denilen kızıllık veya beyazlık kaybolana kadar. İkincisi, şafakın kaybolmasını takib eden son ışâ, yani yatsı namazı vakti fecre (imsak vaktine) kadar. Üçüncüsü ve o zaman ki sabahlarsınız. Fecr-i sadıktan, yani tan yerinin ağarmasından güneş doğana kadar. O ne güzel zaman ve ne güzel nimet!

18- Göklerde ve yerde ve ikindileyin hamdde O’nundur.

AŞİY: Akşam üstü demek olduğuna göre ikindi vaktini asr-ı sâni olması gerekir. Hem de o zaman ki, öğlen edersiniz. Bu ikisi ile tam beş vakit olmuş olur. Burada öğlenin sonraya bırakılması, fâsılaya (âyet sonlarındaki uyuma) riayet için denilmiş ise de inzar (uyarma) nüktesiyle akşamın önce zikredilmesindeki tekabüle (karşılık olmaya) riayet için ikindinin “aşiy” terimiyle öne alınmış olması makama daha uygundur. 1

9- Ölüden diri çıkarır. Gıdadan hayvan, yumurtadan civciv, nutfeden (spermadan) insan, câhilden âlim, kâfirden mümin gibi ki, uyuyandan uyanık da öyledir. Ve bu münasebetle anlatılmıştır ve aksine ve diriden ölü çıkarır. Bunun örneği çoktur ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Güzden sonra bahara bak işte siz de öyle çıkarılacaksınız. Bu noktada tabiatçılık hatasına düşülmemesi için, tabiatlar üzerinde hakim olan Allah Teâlâ’nın kudretinin delillerinden bazıları hatırlatılarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

20- O’nun âyetlerinden (kudretinin delillerinden)dir ki, sizi bir topraktan yarattı. Sonra da siz şimdi yeryüzünde dağılıp yayılan insanlar oluverdiniz.

21- Yine O’nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.

22- Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.

23- Yine gecede ve gündüzde uyumanız ve lütfundan nasib aramanız da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda dinleyecek bir kavim için nice ibretler vardır.

24- Yine O’nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.

25- Yine göğün ve yerin, emriyle durması da O’nun âyetlerindendir. Sonra sizi bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki (yerden diriltilip çıkarılıyorsunuz).

26- Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O’nundur. Hepsi de O’na itaat etmektedirler.

27- Hem yaratmayı ilkin yapan O’dur. Sonra onu çevirip yeniden yapacak olan da O’dur ki, bu O’na çok kolaydır. Göklerde ve yerde en yüksek şan ve şeref O’nundur. O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

20- Ve O’nun âyetlerindendir. Yukarki haberler gibi şu da Allah’ın ulûhiyetinin delillerinden, eşyanın tabiata mahkum olmayıp, tabiatlar üzerinde hâkim ve onun için ölümden sonra diriltmeye de kâdir bulunduğuna işaret eden alâmetlerdendir. Ki, sizleri bir topraktan yaratmış, yeryüzünde hiç insan yok iken, onu bulunduğu durumda bırakmayıp kuru toprağa hayat vererek ifadesince çamurdan, bir sülâleden (süzülmüş bir çamurdan) siz insan cinsini yaratması ki, eğer o tabiata mahkum olsaydı, cansız toprağa o değişikliği vermesi mümkün olmazdı. Önce bir insan hücresi yaratılamayacağı gibi, bugün de bir insan gıdası yapılamazdı. Halbuki yaratılmış. Sonra da şimdi siz bir insansınız, yeryüzüne dağılıp duruyorsunuz, derisi çıplak, zarif bir yaratık olarak üreyip, çoğalıp yayılıyorsunuz. Bir kara toprağın bu derece gelişip olgunluğu erdirtirilmesi, işte yüce yaratıcının Rabliğini ve ölüleri diriltmeye kudretini gösteren delillerindendir. Yine O’nun âyetlerinden, ilâhlığının lütuflarını gösteren delillerinden ki sizin için nefislerinizden, yani maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi özlerinizden, aynı insan, beşer cinsinden eşler yaratmış kendilerine ısınasınız, meyledip yakınlık kurasınız diye. Çünkü cinsiyet koklaşmaya, farklılık ürküntüye sebep olur. İnsan eşini başka hayvandan aramak zorunda kalsaydı, ne kötü olurdu! Hem aranıza bir sevgi ve merhamet koymuş; evlenme vasıtasıyla öyle insanî bir seviş ve esirgeyiş ki, hayvanlar gibi kızışma zamanlarına mahsus değil, hatta yalnız karı-koca arasında değil, genel olarak siz insanlar arasında bir sevgi ve merhamet duygusu yapmıştır. Şüphesiz ki onda, nefislerinizden eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet bırakmakta, âyetler vardır. Sadece bir âyet değil, birçok âyetler, Allah Teâlâ’nın tabiatları yaratıp, değiştirip, kemale erdiren kudretiyle beraber, rahmetine ve özellikle insanlar hakkındaki Rahman olan Allah’ın yardımına ve Rabbanî hükümlerine de delâlet eden deliller vardır. Düşünecek bir kavim için, yani bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sadece ferdin düşünmesi yeterli değil, bütün kavim düşünmelidir. Düşünecek bir kavim için insan yaratılışının bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki, insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyete hazır ve ne kadar mutlu bir hayat ve nimete aday olarak yaratıldığını ve bu hayatın bir rüknü olan kadının düşüş ve zilletten korunması için, sevgi ve esirgeme hisleriyle nasıl bir sosyal düzen takib etmek gerektiğini gösterir.

21- Ve O’nun âyetlerindendir. Yukarki haberler gibi şu da Allah’ın ulûhiyetinin delillerinden, eşyanın tabiata mahkum olmayıp, tabiatlar üzerinde hâkim ve onun için ölümden sonra diriltmeye de kâdir bulunduğuna işaret eden alâmetlerdendir. Ki, sizleri bir topraktan yaratmış, yeryüzünde hiç insan yok iken, onu bulunduğu durumda bırakmayıp kuru toprağa hayat vererek ifadesince çamurdan, bir sülâleden (süzülmüş bir çamurdan) siz insan cinsini yaratması ki, eğer o tabiata mahkum olsaydı, cansız toprağa o değişikliği vermesi mümkün olmazdı. Önce bir insan hücresi yaratılamayacağı gibi, bugün de bir insan gıdası yapılamazdı. Halbuki yaratılmış. Sonra da şimdi siz bir insansınız, yeryüzüne dağılıp duruyorsunuz, derisi çıplak, zarif bir yaratık olarak üreyip, çoğalıp yayılıyorsunuz. Bir kara toprağın bu derece gelişip olgunluğu erdirtirilmesi, işte yüce yaratıcının Rabliğini ve ölüleri diriltmeye kudretini gösteren delillerindendir. Yine O’nun âyetlerinden, ilâhlığının lütuflarını gösteren delillerinden ki sizin için nefislerinizden, yani maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi özlerinizden, aynı insan, beşer cinsinden eşler yaratmış kendilerine ısınasınız, meyledip yakınlık kurasınız diye. Çünkü cinsiyet koklaşmaya, farklılık ürküntüye sebep olur. İnsan eşini başka hayvandan aramak zorunda kalsaydı, ne kötü olurdu! Hem aranıza bir sevgi ve merhamet koymuş; evlenme vasıtasıyla öyle insanî bir seviş ve esirgeyiş ki, hayvanlar gibi kızışma zamanlarına mahsus değil, hatta yalnız karı-koca arasında değil, genel olarak siz insanlar arasında bir sevgi ve merhamet duygusu yapmıştır. Şüphesiz ki onda, nefislerinizden eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet bırakmakta, âyetler vardır. Sadece bir âyet değil, birçok âyetler, Allah Teâlâ’nın tabiatları yaratıp, değiştirip, kemale erdiren kudretiyle beraber, rahmetine ve özellikle insanlar hakkındaki Rahman olan Allah’ın yardımına ve Rabbanî hükümlerine de delâlet eden deliller vardır. Düşünecek bir kavim için, yani bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sadece ferdin düşünmesi yeterli değil, bütün kavim düşünmelidir. Düşünecek bir kavim için insan yaratılışının bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki, insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyete hazır ve ne kadar mutlu bir hayat ve nimete aday olarak yaratıldığını ve bu hayatın bir rüknü olan kadının düşüş ve zilletten korunması için, sevgi ve esirgeme hisleriyle nasıl bir sosyal düzen takib etmek gerektiğini gösterir.

22-Yine O’nun âyetlerindendir, göklerin ve yerin yaratılışı ki, iki bakımdan Allah’ın varlık ve sıfatının delillerindendir.

Birincisi: Maddenin böyle çeşitli cisimlerle yükseklere ve alçaklara ayrılarak tabiatın aslında çeşitlilik meydana getirilmesi, kendi kendine birbirini takibeden kanundan başka birşey olmaması gereken tabiatın üstünde hâkim olan yüce yaratıcının kudretini gösterir.

İkincisi: Göklerin ve yerin yaratılışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her noktası onu yaratan Allah’ın ilim ve iradesiyle sıfatının mükemmelliğini gösterir.

Ve dillerinizin, benizlerinizin (renklerinizin) değişmesi “dillerin değişmesi” deyimi, genellikle lügatların çokluğundan, lehçe ve şive gibi özel söyleyiş biçimlerinin farklılığına kadar hepsi için doğru olabilir. Arab’ın dili başka, Acem’in dili başka, Türk’ün dili başka, Rum’un dili başka, Freng’in dili başka… Her milletin dili başka başka olduğu gibi, aynı millette çeşitli kabilelerin, grupların da dillerinde başkalık vardır. Mesela Yemenlininki ile Necidlininkinin farkı olur. Hatta her şahsın bile dili diğerlerinden ayırt edilir. Renk, beniz de böyledir. Kiminin beyaz, kiminin siyah, kiminin sarı, kiminin kırmızı olduğu gibi, her şahsın benzinde bile diğerlerine göre bir özellik hissedilebilir. Sonra söylenen söze göre de renklerin bir değişmesi vardır. Şüphesiz ki bunda, bu yaratma ve farklılıkta, bilgisi olanlar için âyetler (deliller) vardır. İlim temyiz ifade eder. Temyiz ve temayüz de ayrılma ve farklıkla olur. Buna işaret için burada “âlimîn” bilgisi olanlar için buyurulmuştur. Böylece ilim ehli olan âlimler bilirler ki; ilk olarak, bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın akışını değiştirerek farklı tabiatlar yaratan Allah Teâlâ’nın kudretini gösterir. Ve bütün bu değişiklik içinde hepsinin düzenini koruyup idare etmesi de ilim ve sanatındaki kemal (olgunluk) ve hikmetini gösterir. İkinci olarak, demek ki, dillerin ve renklerin değişmesinde hikmet vardır. Ve bu hikmetlerden birisi de “Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık..” (Hucurat, 49/13) buyurulduğu üzere gelişip yayılma içinde tanışmadır. Böyle çeşitli dilleri ve ırkları içine alan bir toplum meydana getirebilmek de ancak ilimle mümkün olabilir. Demek ki bir insan ne kadar çok dil bilirse Allah Teâlâ’nın âyetleri hakkında o kadar çok bilgi edinmiş olacaktır. Ve demek ki, insanların simalarını bilmek de dilleri bilmek gibi önemli ilimlerdendir.

23-24- Yine gecede ve gündüzde uyumanız da O’nun âyetlerindendir. Uyuyup dinlenmeniz ve lütfundan nasib aramanız; sanat ve ticaret gibi sebeplerden birine teşebbüsle Allah’ın lütuf ve fazlından rızık istemeniz; gerek uyku, gerek kazanma ikisi de Allah’ın nimetidir. Uykunun nasıl büyük bir nimet olduğunu, uykusuz kalanlardan dinlemeli, çalışabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu da işsiz güçsüz kalanlardan bir sormalı, görülüyor ki, burada uyku, rızık aramadan önce söylenmiştir. Çünkü çalışmak için dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir de istirahat, kendisi için doğrudan arzu edilen bir şeydir, isteyip aramak ise ihtiyaç dolayısıyladır. Sonra “O’nun lütfundan” buyurulmuş ve bununla şu nükteler açıklanmıştır:

1- Çalışmalı, fakat kısmet olan nasibi kendinden bilmemeli, Allah’ın lütfundan bilmelidir.

2- İnsan her gün bir kâr ve gelişme aramalıdır. Çünkü “fadl” (Allah’ın lütfu) fazla, çok demektir. Ticaret de kâr kazanmaktır. Nitekim “iki günü eşit olan ziyanda” demektir.

3- Aramak, Allah Teâlâ’nın lütfunu sezmek, ummaktır. Ve hatta çalışıp arayabilmenin kendisi bile Allah’ın lütfundandır.

Şüphesiz ki bunda, bu uyumda ve aramada kulağı olan bir kavim çok âyetler vardır. Uykuda olsa uyanır, tekrar dirilmeye inanır. Uyuyan kimse en çok kulaktan uyanacağı gibi, talep ve araştırmada bulunan kimselerin de ilk işleri etrafı dinlemek, istihbarattan yararlanmak olacağı için burada buyurulmuştur. Diller bilindikten sonra, kulak verip dinlemek de gerçekten uygun olur.

25- Yine O’nun âyetlerindendir ki size hem korku ve hem umut için şimşek gösterir. Hem celâl sıfatı vardır, hem cemal; bazen bir olayda iki zıt tesiri birden yaratarak ikisini birden tecelli ettirir. Hem korkutur, hem ümitlendirir. Meselâ size şimşek gösterir. Göstermek aslında O’nun âyetlerinden (kudretinin delillerinden) biridir. Bununla beraber şimşek gösterir ki, onunla korku ve ümit, iki zıt duyguyu birden telkin eder. Korku yıldırım, ümit rahmet ümididir. O ümit gerçekleşir mi?

Ve gökten bir su indirir de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz ki bunda aklı olan bir kavim için âyetler (ibretler) vardır. Aklı ola, çok düşünmeye ihtiyaç kalmadan bir sezgi ile anlar ki, bunu yapan, ölüleri diriltmeye de k âdirdir. Ölmüş bir kavim de bir şimşek parıltısı arasında gökten inen su gibi, bir hayat neşesiyle diriliverir. Ve dolayısıyla hem O’nun azabından, yıldırımından korkmalı, gururlu olmamalı, hem de rahmetine özlem ve ümit ile sarılmalı, ümitsiz olmamalıdır.

Yine O’nun âyetlerindendir. Göğün ve yerin O’nun emriyle durması. Yani varlık âleminde bulunması, hep O’nun “kün” (ol) emriyledir. Çekim ve denge kanunları hep O’nun emrinden ibarettir. Sonra sizi bir çağırışla çağırdığı zaman yerden derhal siz çıkarsınız. Kabirlerden çıkar, mahşere koşarsınız. Burada İslâm mücahidlerinin çıkışına da bir işaret vardır.

26- Hem göklerde ve yerde kim varsa, hep O’nundur; O’nun mülküdür. Hep O’na boyun eğmişlerdir. Yani gönlüyle itaat etmek istemeyen kâfirler bile istemeyerek de olsa sonunda O’na boyun eğmek zorunda kalırlar. Kesin hükmüne karşı gelemezler.

27- Ve işte O’dur o yaratmayı ilkin yapan, sonra onu döndürüp tekrar yapacak olan ki o, O’na daha kolaydır. Yani yeniden yapmak, ilkin yapmaktan daha kolaydır. Çünkü normal olarak bakıldığı zaman, önceki tabiatın aksine iken, ikincisi tabii olmuş olur. Göklerde ve yerde en yüksek şeref ve şan da O’nundur. Tam kudret, sonsuz hikmet, yaratıcılık, ilâhlık gibi en yüksek nitelikler ancak O’nundur. “Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır.”

Ve O öyle aziz, öyle hakimdir. Öyle yüksek, şanına yetişmek ihtimali olmayan güçlü ve yaptığını hikmet ve menfaat ile sağlam yapan hakimdir.

Meâl-i Şerifi

28- Allah, size kendinizden bir misâl verdi: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde elleriniz altındaki kölelerinizden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda birbirinizi saydığınız gibi, onları da sayar mısınız? İşte biz, düşünecek bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.

29- Fakat zulmedenler, bilgisizce hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırttığını kim yola getirebilir? Onların yardımcıları da yoktur.

30- O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

31- Başkasından geçerek hep O’na gönül verin ve O’ndan sakının. Namaza devam edin ve müşrilerden olmayın.

32- O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir.

33- Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu zaman her şeyden geçerek Rablerine yalvarır, dua ederler; sonra tarafından bir rahmet tattırıverdiği zaman da bakarsın onlardan bir kısmı tutar, O Rablerine ortak koşarlar.

34- Bunu da kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmek için yaparlar. Haydi geçinedurun bakalım, yakında bileceksiniz.

35- Yoksa biz onlara bir delil indirmişiz de O’na ortak koşmalarını o mu söylüyor?

36- Bir de biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona güveniyorlar da; ellerinin önceden yaptığı şeyler sebebiyle başlarına bir fenalık gelirse, hemen her ümidi kesiveriyorlar.

37- Onlar görmediler mi ki, Allah dilediği kimseye rızkı serer ve daraltır. Şüphesiz ki bunda iman edecek bir kavim için ibretler vardır.

38- O halde akrabaya da hakkını ver, yoksula da, yolcuya da… Bu, Allah’ın rızasını dileyenler için daha hayırlıdır. Kurtuluşa erecek olanlar da işte onlardır.

39- İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz faiz, Allah yanında artmaz. Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekata gelince, işte onlar, malları kat kat artmış olanlardır.

40- Allah, O’dur ki, sizi yarattı, sonra da size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir. Hiç sizin ortak koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak olan var mı? Allah, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.

28- O size kendi nefislerinizden bir misal vermiştir. Bu misal, şirkin batıl oluşunu açıkça göstermek içindir. Yani bir malike, mülkünden ortak varsaymak bir çelişkidir, batıldır. Bunu kendinizden bir pay biçerek zorunlu bir şekilde anlayabilirsiniz. Hiç sizin köleniz, uşağınız, hayvanınız, haşeratınız (zararlı hayvanlar) gibi elleriniz altında sahibi bulunduğunuz şeyler, Allah’ın size bahşettiği mülkünüzde (mal varlığınızda) sizin ortağınız, denginiz olur da mal olan şeyler, sahibine eşit olabilir mi? olamaz değil mi? Halbuki sizin mal varlığınız Allah’ın vergisi, onlara sahip oluşunuz da sonradan olma ve gelip geçicidir. Bütün varlıklara, var etme yoluyla sahip bulunan Allah Teâlâ’nın ise, malik oluşu sonsuz ve O’nun mülkünden çıkmak imkansızdır. Allah Teâlâ bu gerçekleri böyle ayırt edip anlatmıştır. Şimdi sizin mal varlığınızdan biri size ortak olamazken Allah Teâlâ’nın mülkünden, yaratıklarından, kullarından kendisine ortak nasıl olabilir?

29- Fakat o zulmedenler, yani o haksızlığı yapıp Allah’a ortak koşanlar, bilgisizce hevalarına tabi oldular.

HEVA: Nefsin şehvetlere meyli demektir ki, keyif de denir. Burada “bilgisizce” kaydından anlaşılıyor ki, heva iki kısımdır: Birisi ilme uygun olan, birisi de olmayandır. İlme uygun olan heva, Hakk’ın nazarında yaratılış gayesine uygun düşen meyillerdir. Çünkü şehvetlerin yaratılışı da boşuna değil, onlar insanları yaratılışlarının gayesine erdirmek için Allah tarafından birer yönlendirici ve sebebtir. Ancak şeytanî olan insan zekası, onu gayesinden çevirerek ilmin zıddına olarak sırf zevk için boşuna da israf eder. Mesela iffetli olmak ve çoğalmak niyetiyle evlenme arzusu, yaratılış gayesine uygun ve dolayısıyla ilme mutabık bir meyildir. Zina ve gayrı meşru münasebet meyli ise ilme aykırı sadece bir hevadır. Çoğunlukla da heva böyle şeylere denir. Ve işte müşrikler bir şey bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevaları ardında koştuklarından dolayı, kendilerini heveslere esir ederek haksızlıkla, zalimlikle şirke saptılar. Maliki milkine ortak etmek, eşit tutmak haksızlığıyla Allah’a milkinden, yaratıklarından ortaklar uydurarak onlara taptılar. Onları, kendilerinin malikiymiş gibi tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler. Artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirir? Önce hevalarına uyma, kendi fiilleri olarak gösterilmiş, kendilerine nispet edilmiş iken burada şaşırmak, saptırmak Allah’a isnad edilmiştir. Çünkü onlarda o hevaları yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi, arzularına göre sapıklığı, şaşkınlığı yaratan da O’dur. Bu sapıklığa düşürme de kalplerin mühürlenip kapanma derecesine gelmiş bulunursa hiçbir şekilde hidayet ihtimali kalmaz.

Şu halde burada şaşırıp saptırmaktan maksat, kalbleri mühürleyecek derecede kesin dalalet (sapıklık) demek olur. Bakara Sûresi’nde “Allah onların kalblerini mühürledi.” (Bakara, 2/7 âyetine bkz.) Onlara yardımcılardan eser de yoktur. Yola gelmesi ihtimali kalmamış olan o zalimleri ne dünyada o şaşkınlığından, ne de âhirette onun gereği olan azabdan kurtaracak hiçbir yardımcı da yoktur. Yani o taptıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.

30- O halde, yani şirk, öyle batıl, malike milkinde yine milkinden ortak varsaymak gibi nefislerinizde caiz göremeyeceğiniz bir çelişki, büyük bir haksızlık, Allah’ın genişçe açıkladığı âyetlere, ilim fıtratına, aykırı hevese bağlı bir sapıklık ve sonunda kurtuluş da imkânsız olunca Sen yüzünü hanif olarak (tek Allah’a yönelerek) dine çevirir.

HANİF: “Hanef” masdarından bir sıfattır. Lûgatta hanef ise sapıklıktan istikamete, çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye “cim” ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl anlamı, eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir. Bu mânâ ile örfte İbrahim milletine isim olmuştur ki, başka dinlerden, batıl mabudlardan çekinip, yalnız bir Allah’a eğilen, Allah’ı bir bilen demektir. “Şirk koşmaksızın tek Allah’a inananlardır.” (Hac, 22/31)

Demek ki buradaki “hanîfen”; ötedeki şirkin, ilimsiz olarak hevaya tabi olmanın tam zıddı olan hakka meyli, doğruluğu, tevhidi ifade etmektedir. Ve mânâ şu olur: Sen yüzünü dine öyle tut, öyle tam yönel ki, o eğriliklerden, o bozuk hevalardan, batıl meyillerden sakınıp yalnız hakka meylederek dosdoğru Allah fıtratına, -dine veya hanifliği açıklamadır yani fıtrat olan (yaratılışa uygun düşen) Allah’ın dinine, Allah’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Hepsi yaratılış sözleşmesinde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) hitabına “bela” (evet Rabbimizsin) demiştir. İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaratanın Rabliğine şahit olmaya söz vermiştir. Yaratılışın yaratanına delaleti tabiî (doğal) olduğu için her insanın yaratılışında, kendisine dair bilincinin aslında, vicdanının derinliğinde bir hak duygusu, Allah’ı tanıma gizlidir. Onun içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı zaruret zamanlarında inatçı kâfirler bile, derinden derine yaratana bir sığınma hissi duyarlar. Nitekim “İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine dua ederler.” (Rûm, 30/33) âyetiyle bu hatırlatılacaktır.

FITRAT kelimesi hakkında yukarılarda bazı açıklamalar geçmişti. Burada da şunu hatırlatalım ki, fıtrat, ilk yaratmak demek olan den “masdar bina-i nevi” olarak yaratılışın ilk tarz ve şeklini ifade eder. Burada “insanları onun üzerine…” kaydından da anlaşıldığına göre, maksat her ferdin kendine mahsus olan cüz’î yaratılışı değil, bütün insanların insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dış etken, kazanma ve âdet gibi ikinci derecede bulunan sebeplerinden sarfı nazarla düşünülmesi gereken ilk yaratılış ve aslî yaratılış da denilen asıl fıtrattır. İnsanın “İnsan oluşu yönünden tabiatı” budur. Mesela insanın yaratılışında iki gözü bulunması asıldır. Bununla beraber anadan âmâ doğanlar da bulunabilir. Fakat bu genellikle insanların üzerine yaratıldığı asıl fıtrat ve tabiat çeşidi değil, ikinci dercede görünür sebep olarak düşünülecek cüz’î ve şahsî bir yaratılıştır ki, insan gerçeği onsuz da meydana çıkabilir. Ferdin cüz’î yaratılışında herhangi bir sebeple eksiklik bulunabilirse de asıl fıtrat, sağlıklı ve sağlamdır. Mesela gözün fıtratı, Hakk’ın âyetlerini görmektir. İyi görmeyen bir göz, sonradan meydana gelen bir sebeple hasta demektir.

Bunun gibi bütün organların yaratılışında asıl olan bir fıtrat (yaratılış amacı) vardır ki, ona o organların menfaati, vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi yahut tabiatı denir. İnsan nefsinin bütün meyillerinde böyle yaratılış hikmetine doğru esaslı bir içgüdü, bir tabiat vardır ki, ona da fıtrat denir. Ve fıtrat, hep hak ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. Mesela insanın acıkması ve yemeye, içmeye meyletmesi, yaşamak için kendisine lazım veya faydalı yahut daha uygun olanı alma hikmeti içindir. Yoksa zehir yutmak veya kuru bir zevk uğruna israf ile midesini bozmak için değildir. O zaman fıtrat bozulmuş, sapıklığa düşülmüş olur. İnsanın, insan ruh ve zekasının, fıtratının aslı da Hakk’ı tanımak v e gerçek yaratanından başkasına kul olmamak içindir. İnsana ruh, yanlış duysun, şeytana uysun diye değil, gerçeği ve iyiliği duysun, aslını ve sonunda döneceği yeri ve ona karşı vazifesini bilsin diye verilmiştir. Nitekim fıtrat üzere giden veya fıtrata yakın olan temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik meyli sonradan gelip geçici olarak kazanılan bir azmanlıktır.

Kısaca Hadis-i şerifi ile anlatıldığı üzere, “İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi maden maden çeşitli yaratılış ve karakterlerde” bulunabilirlerse de asıl insanlık fıtratı, insan tabiatı bakımından hep birdir. Âdemoğludur. İnsanın, insan olma yönüyle asıl fıtratı (yaratılışı), yaratıcısına boyun eğmek, “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım..” (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere yaratan Allah’a kulluktur. Dinsizlik fıtrata (yaratılışa) aykırı bir sapıklık olduğu gibi, Allah’tan başkasına tapmak da öyledir. Fıtrat dini, Allah dini, haniflik (tek Allah inancına bağlılık), İslâm’dır. “Allah katında gerçek din, İslâmdır.” (Al-i İmran, 3/19), “Göklerde ve yerde kim varsa, hepsi ister istemez O’na boyun eğmiştir. Sonunda da ancak O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Âl-i İmran, 3/83).

Şu halde din hususu, arzulara göre değil, Allah’ın birliği ile insanlığın birleşmesi üzerine yürümelidir. Tefsircilerin çoğu fıtratı, gerçeği kabul ve anlama kâbiliyeti diye, fıtrata sarılmayı da gereğince amel ile tefsir etmişlerdir.

Hz. Enes (r.a.)den rivayet edilen bir hadiste “Allah’ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratı, Allah Teâlâ’nın dinidir.” buyurulmuştur. Ebu Hüreyre’den rivayet olunan bir Hadis-i Şerifte de buyurulmuştur ki; “Her doğan fıtrat üzere doğar. Öyle iken ana babasıdır ki onu yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Nitekim hayvan, derli toplu bir hayvan yavrular, içlerinde bir inenmiş (burnu veya diğer organları kesilmiş) görür müsünüz?” Demek ki fıtratın aslı tam ve sağlamdır. Burnu, kulağı sonradan kesilir. Maddî bakımdan böyle olduğu gibi manevî ve ahlakî bakımdan da böyledir. Fıtratın bu sağlamlığı, düşünce alanında ve sosyal şartlarla terbiye çevresinde, âdetlerin akışı içinde ya bozulur veya güzel bir gelişme ile kemalini bulur. Ahiret de bu iki sonucun birine göre olur.

Bu durumda dinin iki kayağı vardır: Biri fıtrat, biri kazanç. Fıtrat sadece ilâhidir. Gerçek bir yöneliştir. Allah’ın emrini yerine getirerek Allah’a ermek için, hep Hakk’a doğru bir gidişi ifade eder. Kazanç, süpjektif ve objektif çeşitli şartlar içinde duygunun hareketleri, zihnin düşünceleriyle ilgili olduğundan fıtratın istikametine aykırı heveslere, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir. Bundan koruyacak olan ise dindir. Bunun için buyuruluyor ki, dine hanif (Allah’ı bir kabul edici) olarak yüz tut, Allah’ın fıtratına sarıl. Allah’ın yaratmasını değiştiren yok, yahut Allah’ın yaratışına bedel bulunmaz. Bu cümlenin, inşa veya ihbar olarak birkaç mânâya ihtimali vardır: Yani Allah’ın asıl yaratışı olan fıtratı, gereğinin aksine giderek bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın. Çünkü Allah’ın yaratışına bedel bulunmaz. Zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiçbir sanatla yerine koyamazsınız. Yahut Allah’ın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya, hüküm koymaya kalkışmayın. Siz mesela erkeği dişi, dişiyi erkek yapamazsınız. Yahut Allah’ın yaratışını başkalarına isnad etmeye, başkalarını yaratıcı yerine koyup da ortak koşmaya, Allah’ın hükmünden çıkmaya çalışmayın. Çünkü Allah’ın yarattığı milki, sizin milkleriniz gibi değiştirilmez. Din fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki genel güvenceyi geliştirmek içindir.

İşte doğru ve sağlam din odur. Yani eğrilikten sakınıp, bütün insanların üzerinde yaratılmış olduğu fıtratı, doğrulukla takip etmektir. Fakat insanların çoğu bilmezler de çarpık giderler, dini fıtratta değil, âdette ararlar veya heveslerine uyarlar, Allah’ın hakkını değiştirmeye kalkarlar.

31- “O’na yönelerek” “Hanifen” kelimesi gibi hal olarak oraya bağlıdır. “Tut, yönel” emrinin genel olarak herkese hitap olduğuna ve cemaatin gerekliliğine işaret olmak üzere burada çoğul sigası (kipi) getirilmiştir. Yani her biriniz Allah fıtratına o tevhide öyle sarılın ki, hepiniz tevbe ve ihlâs ile Allah’a dönüp yönelerek hem O’ndan korkun, namazı güzel kılın, ve müşriklerden olmayın. Amellerinizi yalnız Allah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın.

32-Burada Allah’ı bir bilmenin tam zıddı olan müşriklik, yalnız meşhur anlamıyla açık şirkten ibaret zannedilmeyip açık ve gizli şirkin her türlüsünden kaçınılması için, bedel yoluyla açıklanarak şöyle buyuruluyor: Onlardan ki, dinlerini ayırdılar da grup grup, öbek öbek oldular. Yani genel fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket etmeyip herbiri kendi özelliğine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi kuruntusuna göre bir heva ile dinini ayırıp, ayrı bir başbuğ arkasına düşerek grup grup, bölük bölük olmuşlar, her bölük kendilerindekine güvenmektedirler. Fıtrattan ayrılıp tutuculukla hakkı gözetmemektedirler. Halbuki “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın yanındaki ise tükenmez.” (Nahl, 16/96) dir.

33-Bu noktada insanların, üzerine yaratılmış olduğu fıtratın başka değil, yalnız, Allah’a yalvarmak olduğunu göstermek için buyuruluyor ki: Bununla beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün o güvendiklerinden ve her şeyden geçip, yalnız yaratan Rablerine gönül vererek hep O’na yalvarırlar. Nitekim Çanakkale, Sakarya, Afyon savaşları sırasında biz Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki fıtrat dini (yaratılışa uygun din) sadece Allah dinidir. Her zaman, baki sağlam din yalnız odur. Böyle iken sonra O, onlara tarafından bir rahmet tattırıverince; o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan ediverince de ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o Rablerine ortak koşuyorlardır. Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına isnad etmeye kalkarlar.

34- Ki kendilerine verdiğimiz nimeti küfran ile, nankörlükle karşılamak için haydin yaşayın, zevk edin bakalım yarın bileceksiniz.

35- Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de O’na ortak koşmalarının caiz olduğunu o mu söylüyor? Hayır öyle bir kitap ve delil indirilmemiştir. Fakat onlar yukarıda söylendiği şekilde bilgisizce hevaları ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna tapmışlardır. Dünyada sebepler yok değildir. Fakat egemenlik, sebeplerin değil, Allah’ındır. Allah izin vermeyince hiçbir sebeple yaprak bile oynamaz. Böyle olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı zaman Allah’a yalvarır.

36- Bir de biz, insanlara bir rahmet tattırdık mı ona güvenirler, şımarırlar. Gerçi “De ki, Allah’ın lütfuyla, rahmetiyle, ancak onunla sevinsinler.” (Yunus, 10/58) buyurulduğu üzere, Allah’ın lütuf ve rahmetiyle sevinmek yasak değil, aksine emredilmiştir. Fakat o sevinçten maksat, nimet vereni tanıyarak hamd ve şükrünü bilmek mânâsına sevinçtir. Burada ise nimet vereni hesaba almayıp, sadece nimete güvenerek, şımarıp hevalarına uyan kimselerin hali açıklanıyor ki, bunlar ibadet ederlerse bile, dünya menfaati için ederler ve sırf nimete güvendikleri için ellerin önceden yaptığı şeylerden birisi sebebiyle de başkalarına bir fenalık gelirse derhal ümitsizliğe düşerler. Allah’ın rahmetinden büsbütün ümidi kesiverirler. Çünkü bakışları, bâkî olan Allah’a değil, fânî şeyleredir.

37-Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki, “Mümin taze ekine benzer. Rüzgar estikçe yatar, yine kalkar. Kâfir çam ağacına benzer. Rüzgar ettikçe gürler, fakat bir kere yıkılınca artık kalkamaz.” Bunlar, niye öyle nimete güveniyorlar? Ya görmüyorlar mı ki, Allah rızkı dileğine açıyor, da sıkıyor da. Bazı kimselere bol, bazılarına dar verir. Ve hatta bir kimseye de bazen genişlik ve bazen darlık verir. Şüphe yok ki bunda iman edecek bir kavim için çok âyetler (ibretler) vardır. Bunu görenler ne nimete güvenirler, ne de ümidi keserler. Bollukta da darlıkta da Allah’a imanlarını tam tutarlar.

38-Bunun üzerine dinin amelî belirtisi özetlenerek buyuruluyor ki o halde, yani dine Allah’ı bir bilerek yüz tutup, Allah fıtratına sarıl da, yakınlığı olana da hakkını ver yoksula da, yolcuya da ver. Hak, dininin, doğruluğunun gereği böyle uzak yakın demeyip, hakkı yerine koymaktır. Kimsenin hakkını yemedikten başka, kim olursa olsun muhtaç olanlara mümkün olan yardımı yapmak, zekat, sadaka ve diğer hayır ve iyilik çeşitlerinden biriyle bakmaktır. Muhtaç olan yakınların insanlarda bir hakkı olacağı gibi, geçimsiz kalmış bir çaresizin, yolda kalmış bir yolcunun bütün toplumda bir hakkı vardır. Öyle ise bunları gözetecek müesseseler yapılmalıdır. Bu, bunlara hakkını vermek, Allah yüzünü murad edenler için, yani Allah’ın rızasını arayanlar için hayırlıdır. Ve kurtuluşa erecek olanlar, işte onlardır. Allah rızasını gözeterek, genel olsun, özel olsun hakkını yerine koyanlardır.

39- Halkın mallarında çoğalsın diye verdiğiniz faiz, burada iki mânâ açıklamışlardır: Bazıları bundan maksadın, bilinen riba, yani faiz olduğunu söylemişlerdir ki, zahir olan (açıkça anlaşılan) da budur. Nitekim Süddî bu âyetin, Sekif’in faizi hakkında indiğini rivayet etmiştir. Çünkü Sekif ve Kureyş kabileleri faizcilik ederlerdi. Buna göre demek olur ki, faiz, henüz yasaklanmadan önce de kötülenmiştir. Fakat diğer bir çok tefsirciler burada riba (faiz) deyiminin mecaz olup maksadın, fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen fazla hediyeler, bağışlar olduğunu söylemişlerdir ki, bu mânâ İbnü Abbas’tan rivayet edilmiştir. Buna göre fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen hediyeler bir çeşit faizciliğe benzetilerek yerilmiş olacağından dolayı faizin yasaklanmasında daha beliğ olmuş olur. Nitekim bilinen faiz deyimi hakkında “yemek” ifadesi kullanılmıştır. Şu halde mânâ şöyle olur: Halkın mallarında faiz gibi nemalanarak (artış göstererek) fazlasıyla karşılığını almak için verdiğimiz bağışlar, hediyeler Allah yanında nemalanmaz, artmaz. Faizin Allah yanında hiçbir sevabı olmadığı gibi, halktan karşılığı fazlasıyla alınmak niyetiyle verilen hediyeler de öyledir. Gerçi bu günah değildir, fakat sevabı da yoktur. Allah yüzünü, Allah rızasını dileyerek verdiğiniz zekat ise işte kat kat katlayanlar onlardır. “Bir tohuma benzer ki yedi başak bitirmiştir, her başakta yüzer tane vardır. Allah dilediğine böyle veya daha fazla kat kat verir.” (Bakara, 2/261).

40-Tevhid dini hakkındaki bu emirlerden ve bu açıklamalardan sonra Allah’ın zat ve sıfatları hakkında türlü felsefelerle ihtilafa düşülmeksizin, Allah’ı tanıtmak için şöyle buyuruluyor: Allah O’dur ki sizi yaratmıştır. Yani Allah’ı tanımak için O’nun zatı hakkında düşünceye dalmamalı, gayet açık olan fiil veeserlerini, nimet ve lütuflarını düşünmelidir. Şüphesiz ki sizi yaratan var, işte O sizi yaratandır. Sonra size rızık vermekte, beslemektedir. Sonra sizi öldürür, sonra sizi yine diriltir. Hiç sizin koştuğunuz ortaklarınızdan, bunlardan bir şey yapan var mı? Yok olduğu şüphesiz. O sübhan olan Allah, onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh ve çok yüksektir.

Meâl-i Şerifi

41- Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.

42- De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş! Onların pek çoğu müşrik idiler.

43- Allah’tan geri çevrilmesine hiçbir çare olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru, sabit dine çevir. O gün (gelince) insanlar birbirlerinden ayrılırlar.

44- Her kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salih amel işlerse, onlar kendileri için rahat bir yer hazırlamış olurlar.

45- Çünkü O, iman edip salih amel işleyenlere lütfundan mükafat verecektir. Çünkü O, kâfirleri sevmez.

46- Rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi, size rahmetinden tattırması, emriyle gemilerin akıp gitmesi ve lütfundan rızık isteyip kazanmanız O’nun âyetlerindendir. Hem gerek ki şükredesiniz.

47- Andolsun ki biz, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik de, onlara apaçık delillerle vardılar. Onun üzerine günah işleyenlerden intikam aldık. Müminlere yardım ise, bizim nezdimizde bir hak oldu.

48- Allah O’dur ki, rüzgarları gönderir de bir bulut savururlar. Derken onu gökyüzünde nasıl dilerse öyle serer, parça parça da eder. Derken yağmuru görürsün, aralarından çıkar. Derken onu kullarından kimlere diliyorsa döküverdi mi derhal yüzleri güler.

49- Halbuki onlar, daha önce üzerlerine yağmur indirilmeden evvel ümidi kesmişlerdi.

50- Şimdi bak Allah’ın rahmetinin eserlerine! yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir. O her şeye kâdirdir.

51- Andolsun ki biz, bir rüzgâr göndersek de onu (rahmetin eseri olan ekini) sararmış görseler, mutlaka onun arkasından nankörlüğe başlarlar.

52- Çünkü sen ölülere işittiremezsin. O daveti, arkalarını dönmüş giderlerken sağırlara da duyuramazsın.

53- Körleri de sapıklıklarından hidayete getiremezsin. Sen ancak âyetlerimizi iman edeceklere duyurursun da onlar müslüman olur, selâmeti bulurlar.

41- Karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Fıtrata ait düzen bozuldu, gerek tabiat gerek sosyal şartlarda uygunsuzluk belirdi. İnsanların ellerinin kazancı yüzünden. Fıtratın aksine takip edilen şirk, ahlaksızlık, haksızlık, çeşitli hevalar, türlü mezheplerle beşerî hırsların çarpışması sebebiyle ki, yaptıklarının bazısını Allah kendilerine (bu dünyada) tattırmak için böyle yaptı. Tamamını ise ahirette tadacaklar, asıl cezalarını orada çekecekler. Fakat bu dünyada da biraz tattırılırlar. Gerek ki dönerler diye. Yani amellerinin cezasını biraz tatsınlar da tevbe edip şirkten vazgeçerek fıtrat dinine, Hakk’ın birliğine, sağlam ve düzgün yola dönsünler diye

42-53-Ve işte Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesi, insanları tevbe ve iyiliğe davet ile kurtuluşa, selâmete çıkarmak içindir. Bunun için buyuruluyor ki: Resulüm! De ki: Yeryüzünde bir gezin de bakın bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş! Onların pek çoğu müşrikti. Şirk koşmakla Allah’ın hikmetine karşı hüküm koymaya kalkışmakla Allah’tan kurtulmanın çaresini bulamadılar. Sonunda ister istemez Allah’ın hükmüne boyun eğerek kahrolup gittiler. Onun için “Yüzünü o doğru ve sabit dine tut.” “Rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi de O’nun âyetlerindendir.” Bu âyetler, ibaresiyle kainattaki hallerin değişikliklerini ifade ederken, işaretiyle de sosyal durumlardaki değişiklikleri temsil etmektedir. Rüzgarların, değişikliklerin uyarıcısı olduğu gibi müjdecileri de vardır. Tabiatta meydana gelen fesat onlarla düzelir.

Meâl-i Şerifi

54- Allah O’dur ki, sizi güçsüz olarak yaratır, sonra güçsüzlüğün arkasından kuvvet verir. Sonra kuvvetin arkasından yine güçsüzlüğe ve ihtiyarlığa getirir. O dilediğini yaratır. Ve O, her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.

55- Kıyamet kopacağı gün günahkarlar dünyada bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar önceden de böyle haktan çevriliyorlardı.

56- Kendilerine ilim ve iman verilenler de şöyle diyecekler: “Andolsun ki, Allah’ın kitabında takdir edilmiş olan tekrar dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz.

57- Artık o gün zulmedenlere mazeretleri fayda vermeyecektir. Onların dertlerinin çaresine de bakılmayacaktır.

58- Andolsun ki, biz insanlar için bu Kur’ân’da her türlü meselden örnekler getirdik. Yemin ederim ki, sen onlara başka bir âyet de getirsen o kâfirler yine: “Siz yalancılardan (uydurduğunuz sözü Allah’a nispet edenlerden) başkası değilsiniz.” diyeceklerdir.

59- İşte bilmeyenlerin kalblerini Allah böyle mühürler.

60- Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vaadi mutlaka haktır. Sakın imanı sağlam olmayanlar seni hafifliğe sevketmesinler.

54-60-Sûrenin son bölümündeki bu öğüdü kuvvetlendirip desteklemekle müjde verme hususunda birçok hikmetleri içeren Lokman Sûresi geliyor.
Daha yeni Daha eski