Furkan Suresi Tefsiri

Furkân Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

Furkân Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


– gibi babından mâzî fiildir. Tasrif olunmaz, yani diğer sîgaları çekilmez ve Allah’tan başkasına isnad edilmez. Türetilmesinde “bereket” maddelerinin bu mânâ ile açık bir ilişkisi vardır. babından olması da bu mânânın mübalağa ile kendisinden meydana geldiğini ifade eder. “bereket” ise bir şeyde ilâhî hayrın devamlı ve kararlı olması demektir ki, “suyun havuzda birikip yükselerek durması” anlamından alınmıştır. İlâhî hayrın bulunduğu şeye “mübarek” denilir. İlâhî hayır, dar bir kalıba sokulup sayılamayacak, ve hislerle bilinemeyecek bir şekilde meydana geldiğinden, kendisinde beş duyu ile bilinemeyen bir ziyadelik tesbit edilen şeye de “mübarek” denilir. Şu halde kelimesi, mübareklik, bizzat kendisinden zuhur etmek üzere, mübareklikte büyük bir yükseklik ile kararlılık ifade eder. Ve bunun yani mübarekliğin Allah Teâlâ hakkında sonradan olma veya değişme şüphelerinden uzak bir şekilde düşünülmesi gerekir. Bu tahlilde düşünceye dayanak olacak iki kavram vardır: Biri subût, biri de ziyâdelik’tir. Bunun için geçmiş müfessirler de bunu, başlıca iki mânâyı esas alarak tefsir etmişlerdir. Birisi mânâsıdır ki, varlığı ezelî ve ebedî olarak gerekli olan mânâsınadır. Bunda devam ve karar mânâsı esas olarak alınmıştır. Diğerinde ise tezayüd (çoğalma) mânâsı esas alınarak iki vecih söylenmiştir. Bazıları, Allah Teâlâ’nın zatında yüceliğini ve Allah’tan başka şeylerin noksanlığını düşünerek “yüce oldu” mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Allah Teâlâ’nın zatında her şeyden yüksek olduğunu ifade eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Bazıları da fiil sıfatı olarak düşünüp “hayır ve ihsanı arttı ve çoğaldı.” diye hayır ve ihsanının artıp çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı yerde bu mânâların birisi, diğer bazısında diğeri daha uygun olmaktadır. Şu halde İbnü Abbas Hazretlerinden de iki rivayet olduğuna göre, hem Allah’ın zatî sıfatını ve hem de fiilî sıfatını düşünerek bütün bu mânâları toplamak daha uygun olacağından yani “hem zatında, hem sıfatında, hem fiillerinde en mükemmel ve en olgun olmak üzere şanı yüksek ve yücedir” mânâsıyla tefsir olunmuştur.

Bilindiği gibi da den dir. Türkçe’de “ululuk” diye ifade olunabilirse de mânâsına “ulu” sıfatı, “ulumak” masdarından “emir” kipine de ihtimali olduğu için, hoş olmayan bir mânâyı düşündürmekten uzak olmadığından, dilin inceliğine dikkat eden edebiyatçılarca kullanılması uygun bulunmayıp “yüksek” sıfatı buna tercih edilmiştir. Bununla beraber binasından anlaşılan ile mübalağa inceliklerini ifade edebilecek bir siğa da bulamadığımızdan kelimesinin Türkçe bir fiil ile tam tercümesi mümkün olamamıştır. Mesela “Yükseldi” denilse yahud demek olabilirse de anlaşılmaz. Özellikle sıfat olarak da kullanılmaz. Halbuki “bereket” kelimesinin ayrıca bir türkçe karşılığını kullanmadığımız gibi fiilinin tercümesine de hiç imkan bulamıyoruz. Bundan dolayı ifadesi dilimizde aynen kullanılagelmiştir. Bir şeye şaşırma ve beğenip güzel bulma anında tabirleri de, olduğu gibi yaygın olarak kullanılmıştır. Mübarek olsun yerinde “kutlu olsun” denirse de “bereket” yerine “kut” demiyoruz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı biz de meâlde fiilini aynen muhafaza ile beraber “ne yüce feyyaz O” (ne yüce feyiz, bolluk ve bereket veren O,) tabiriyle bir tefsir ifade etmek istedik, bunun yerinde “yüksek, çok yüksek O”, yahud “çok pek çok feyiz ve bereket sahibi O”, yahud ” ne yüce kutlu O” demek mümkün olabilirdi.

İsm-i mevsul olup nin failidir. de onun sılasıdır.

FURKAN: mukaddimede geçtiği üzere, aslında fark ve tefrik etmek, yani ayırmak, ayırt etmek mânâlarıdan masdardır. Genellikle “fark” aklen bilinen şeylerde, tefrik, hissen bilinen şeylerde kullanılır. Sonra “Furkan” fârık (ayıran), “mefruk” (ayrılmış) mânâsına da gelir; bu suretle mühim davaları, çözüp neticeye bağlayan kesin delillere, mucizelere “Furkan” denilir. Bu mânâya göre Kur’ân’ın bir ismi de “el-Furkan”dır.

TENZÎL ve İNZÂL: İndirmek demek ise de tenzîl, çokluk ifade eder. Onun için birden indirmeye inzâl, çeste çeste birçok defalarda indirmeye tenzil denilir. Sonra Arapça’da gerek isim gerekse fiil cümlesi olan bir haber cümlesi ile sılalanarak açıklanan gibi belirsiz isimlere, ism-i mevsul denilir. İkilisi çoğulu müfred müennesi tesniye müennesi cemi müennesi gelir. Eskiden bunun tercümesinde “şol ki…” denilirdi. Fakat konuşma dilimizde her nedense kullanılışını kaybetmiş olduğundan bunun yerine “o ki” diyoruz. Halbuki, “o” hem gaib zamiri, hem işaret ismi olarak kullanıldığından, bir de mevsul ismi yerinde kullanılması dilde darlık oluyor. Gerçi bizde asıl bağlaç mânâsını ifade eden; yani önündeki cümleyi üst tarafına bağlayan edat “ki” dir. Fakat bu “ki” isim olmayıp sadece bir bağlaç harfi olduğundan gramerde mübteda, haber veya fail gibi cümlenin bir öğesi olmayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat yapar. Bu sebepten kendi başına bir mevsul ismin yerini tutamayarak o, şu, bu gibi belirtilen bir (mevsuf)a ihtiyaç duyar. Ve bu suretle sıla ile sıfatın arası açılmamış olur. Arapçada ise sıla ile sıfatın belağat açısından önemli farkları vardır. Bundan dolayı Kur’ân’da hoş ve ince zevkler ifade eden gibi mevsullerin tatlı tekrarları o ki, şu ki, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken tatsız tekrarlara sebebiyet verildiği gibi, birçok yerlerde mevsul kaybedilerek mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar dillerin birbirinden zorunlu farklılıklarıdır. Cümlenin mevsufu belirsiz olur, fakat mevsul muhakkak belirlidir; gerçi az da olsa bazan ahd-i zihn de olabilir. Fakat çoğunlukla sılanın muhatap için gerçekte belirli olması şarttır. Onun için burada şöyle bir soru sorulmuştur: cümlesi nin sılası olduğu için, kendisine söz söylenilen kimselerce bilinmesi gerekir. Halbuki, kâfirler “Furkan”ın indirilmiş olduğuna inanmıyorlar. O halde nasıl sıla olabilir? Buna basit olarak şöyle cevab verilir: Peygamber ve inananlar için Furkan’ın indirilmiş olduğu bilinmektedir. Burada doğrudan doğruya muhatap da onlardır. Gerçi indirilişin asıl hedefi kâfirler ve onların kâfirliklerini ortadan kaldırmak ve onların ahiretteki durumlarını bildirmektir; fakat doğrudan doğruya ilâhî söze muhatab tutularak değil, Peygambere yapılan hitabın tebliği iledir. Onun için biraz sonra görüleceği üzere kâfirler gaib (üçüncü şahıs) kipi ile bahis konusu edilecektir. Muhatap, insan cinsi de olsa bu cevap yeterlidir. Bununla beraber buna daha ince bir cevap da vardır. Şöyle ki: Furkan’dan asıl maksat, Kur’ân’dır. Kur’ân ise benzeri yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir mucizedir. Bunu kâfirler de denemişler ve yetersiz kaldıklarından kalem ile çekişmeden, silah ile muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur’ân’ın deney ile sabit olan ve böylece bütün insanlık için gözle görülür bir hale gelen bu acze düşüren vasfı, aynı zamanda kendisinin indirilmiş olması konusunda sağlam bir delil ve Furkan’dır. Ebu Bekir Bâkıllânî’nin de “İ’câzü’l-Kur’ân” isimli eserinde açıkladığı üzere Kur’ân’ın icazı, (benzerinin yapılamayışı) herkesçe bilinen bir şey olduğundan onun indirilmiş olduğunu kabul etmek istemeyenler, elleriyle yokladıkları bir olayı bile inkâra kalkışacak inatçılardır. Bundan dolayıdır ki; En’am Sûresi’nde “Eğer sana sayfa üzerine yazılı bir kitap indirseydik, onlar da ona elleriyle dokunsalardı yine de kâfir olanlar: ‘Doğrusu bu apaçık sihirden başka bir şey değildir’ derlerdi” (En’am, 6/7) buyurulmuştur. Deney, teorik olarak bir mutlak gereklilik ifade etmezse de, genellikle insan bilgisinin en sağlam kaynaklarından olduğu için, ispat edilmiş bir deneyin delil olarak ifade ettiği gerçek, herkes için bilinen mânâsındadır. Bu sebeple Kur’ân’ın benzersizliği ve indirilmiş oluşu, Arap müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerce tam olarak bilindiği gibi, diğerlerinin de bildiği yerine geçer. Bundan başka Kur’ân, bu gerçeği önceden açıklıkla haber vermiş; haber ise bilgi edinmenin yollarından birisi olduğu için, sılanın bilinen bir şey olduğunu ispat için bu kadarı bile yeterlidir. Nüktesi bir kerre işitilmiş olan bir haber cümlesi, inanmayanlara dahi bir sıla olarak getirilmiş olabilir. Bu konuda şart ve gerekli olan iman değil, az miktarda bilgi ki, şöyle zihinde kalacak kadar sözü geçmiş olsa da, yeterlidir. Şunu da belirtelim ki, mevsul ismin sılası, söylenmeden önce belirsizdir. Eğer gibi normal bir sıfat olarak gelirse, Türkçenin “öyle ki” ifadesi gibi sıfatlandırmada güçlendirme bildiren bir bağlaç ifade ederse de gibi fail veya soyut veya gerçek bir ma’mül olarak geldiği zaman, belirsiz bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir sözde, böyle belirsiz bir zatın fail yapılmasında ne fayda olabilir denilemez. Çünkü “evvelen ibhâm, sâniyen tefsir, evkau finnefis” tir, derler. Yani: “Bir şey önce kapalı olarak söylenip de sonra açıklandığı zaman, muhatabın gönlünde kuvvetli etki bırakır.” Çünkü nefis, kolay duyduğu bir şeyi hafif geçer, önemsemez; fakat önce kapalı olarak işittiği zaman dikkat ve anlamak için gayret sarfeder. Bilmek arzusuna düşer. Bu istek ve arzu üzerine açıklandığı zaman da, belleğinde iyi yerleşir. Arap belağatinin bu kuralları, zamanımızda psikolojinin “hâfıza, dikkat ile mütenâsibtir (bellek, dikkat ile denktir), dikkat de merak ile mütenasibtir (denktir)” kurallarını ifade eder. Hatta batılılarda ve zamanımız yazarlarının bir çoğunda bu belirsizlik kuralı bir moda salgını hâlini almıştır. Bir konuyu anlatırken istek uyandırmak için sayfalarca belirsizlik çizdikleri görülüyor. Halbuki, bunun fazlası da, istek yerine usanç veya unutkanlık vermekten uzak kalamaz. Çok naz aşık usandırır. Kur’ân’da ise bunun en güzel gıdıklayıcı örnekleri görülür. Mevsul isimler de, buna ayrıca bir güzellik katar. İşte bunun gibidir. Allah Teâlâ’nın ilâhî özü (cevheri) bilinemediği gibi de ilk bakışta bilinemeyecek bir “bilinmez öze” işaret ediyor. Karşısındaki kimseye önce insanın hiçliğini duyuruyor, sonra O bilinmeyen, en belli, en belirgin sıfatların ortaya konulmasıyla apaçık anlatılıyor. Önce Kur’an’ın, gerçeği gerçek olmayandan ayıran ve herkesçe bilinen karşısındakileri aciz bırakıcı özelliği “Furkan” ismi ve “el” belirlilik takısı ile hatırlatılıp sılası ile mavsûlünün belirsizliği belirlenerek, Allah Teâlâ özellikle bu Furkan’ı indirmiş olmak sıfatı ile tanıttırılıyor. Ve feyiz, bolluk ve bereketin yüksekliği ile önce bu fevkalade geniş muciz kılavuzluğu ile bildiriliyor ve yüceltiliyor. Bu şekilde, ortaya çıkan mânâ şu oluyor: “Çok yüce, çok kutlu, hayır ve bağışlaması çok yüksek olduğunu ne kadar hayret verici bir şekilde gösterdi. O, hani bildiğiniz Furkan’ı, o hak ve batılı ayıran, vazifelerinizi öğreten, bir benzerini yapmaktan herkesi aciz bırakan Kur’ân mucizesini ibadet ve kulluk ile seçilmiş, herkesçe bilinen kuluna âyet âyet indiren o yüce zat”. Şüphe yok ki onun O Furkan kendisine indirildiği herkesçe bilinen kulu, özel kulu, yüce Peygamberi Muhammed Mustafa, (s.a.v) olduğu da apaçık bellidir. (İsrâ, 17/1. âyetin tefsirine bkz.)

Ona, o Furkân’ı niçin indirdi. Bütün akıl sahipleri dünyasına bir nezir (korkutucu) olsun diye.

NEZİR: Münzir, yani korkutucu mânâsına sıfat-ı müşebbehedir. (daimilik ifade eden sıfat) Beşîr ve mübeşşir gibi inzar (korkutmak) mânâsına masdar da olur. Nekîr ve inkâr gibi burada korkutucu mânâsına olması açıktır.


İNZAR: Korkunç haber vermek, bir şeyin sonucundaki güçlük ve yok olmayı haber vererek kocundurmak, sakındırmak demektir ki, sevinç haberi vermek demek olan müjdenin zıddıdır. (Bakara, 2/6. âyetin tefsirine bkz.) Bu sebebten beşîr ve mübeşşir, müjdeci demek olduğu gibi; nezîr ve münzir de tehlike haberiyle korkutan haberci, Peygamber, Resul demek olur. Furkan sahibi olan Peygamber (s.a.v) “Biz seni ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Furkan, 25/56) gibi âyetlerle bilindiği üzere hem mübeşşir (müjdeci), hem münzir (korkutucu) dir. Allah Teâlâ’nın hem rahmetinin müjdecisi, hem azabının habercisidir. Fakat yerine göre bazan bunların birisiyle yetinilmiştir. Nitekim Enbiyâ Sûresi’nde “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107) buyurulduğu gibi, burada da “âlemlere bir korkutucu olsun diye…” buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki açıklamalardan anlaşılacağı üzere burada iniş sebebi olan , kâfirlerin inkâr ve inatlaşmalarına karşı korkutma yerinde, müjdeleme kelimesinin açıklaması belagattan beraat-i istihlâle (güzel başlangıca) uygun olmazdı. Ve bu ince mânâ nin yükseklik ve büyüklük mânâsına olmasını destekler. Bununla beraber, bu korkutmada ve bunun kuvvetini ifade eden Furkan’ın indirilmesinde, Peygambere ve inananlara bir müjde ve rahmet mânâsını içerir. Bu yönden müjdelemenin sözün anlaşılması için özellikle kullanılması dahi ayrıca bir belağat (sözün yerinde kullanılması) olmuştur. Bu da “Tebâreke”nin bolluk ve bağışlama mânâsını hatıra getirin. Fatiha Sûresi’nde açıklandığı üzere âlem kelimesi Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatından başka her şeye denilir. Onun için burada bazı müfessirler kavramına göre, Hz. Peygamber’in bütün yaratılmışlara da gönderildiğine delil göstermişlerdir. Fakat aklı olmayanları korkutmanın sebep ve faydası anlaşılmaz. Bundan dolayı, burada Fatiha’daki gibi tağlib’e (bir kelimeyi bir başka kelimeyi de içine alacak şekilde kullanmaya) ipucu yoktur. “Âlemin” çoğulunun, gerçekte akıl sahiblerinin dünyaları için kullanıldığı bellidir. Alimlerin çoğunun görüşü de budur. Akıl sahipleri âlemleri ise insanlar cinler ve meleklerdir. Âlûsî, tefsirinde der ki: Peygamber (s.a.v) in insanlara ve cinlere gönderilmiş olduğu zorunlu olarak bilinmektedir. İnkâr edene kâfir denilir. Sübkî gibi bir kısım araştırmacılar, meleklere dahi gönderilmiş olduğunu söylemişler ve bazıları bu âyeti delil getirmişlerdir. Masum olanlara gönderilmenin faydası da, çağrısına uymakla onun şerefine hizmet etmektir. Şimdi düşünmeli ki, böyle bütün âlemleri korkutma yetkisi ne büyük kuvvet ve şandır. Ve bu kuvveti getiren Furkan ne büyük bir delil ve buyruktur. İşte Peygambere bu Furkan ile bu büyük kuvvet ve yetki verilmiş bulunuyor. O halde, o kulun efendisi, ona o Furkan’ı indirmiş olan Mevlâ, ne yüce, ne kutlu tanrıdır!

2- O ki bütün göklerin ve yerin mülkü (dilediği gibi kullanma yetkisi) hep O’nundur. Gerek gökler ve gerek yer ve gerek bunlardaki yukarı ve aşağı bütün şeylerden mülk, yani tam tasarruf yetkisi, yaratmak, yok etmek, yaşatmak; öldürmek gerektiği şekilde dilediği gibi buyruk ve yasaklarıyla egemen olmak, saltanat, şehinşahlık hep O’nun, yalnız O’nundur. Başkasına bağımlı olmadığı gibi ortaklığı da yok…

Hem hiç çocuk edinmedi. Çocuğu olmaktan uzak olduğu gibi bir çocuk da edinmiş değil. Hıristiyanların dediği gibi değil (Bakara, 2/116; Mâide, 5/18 ve Tevbe, 9/30. âyetlerin tefsirine bkz.). Hem mülkte hiçbir ortağı da yoktur. Mecusilerin dediği gibi de değil. Yüce sözündeki kasırdan (mülkü yalnız O’na tahsis etmeden) bu da anlaşılmıştı. Böyle iken ayrıca açıklanması; ikidir, üçtür, diye ortaklık iddia edenleri açıkça çürütmeye özen göstermek içindir. “Hiç çocuk edinmedi” cümlesinin araya konması da bunun içindir. Böylece evvela bunun öncekine bağlı olmayıp ayrıca anılmak istenilen şey olduğu gösterilmiş, sonra çocuk edinmenin sonucu dahi ortak edinmek olacağından, edinmemenin sebebi de anlatılmıştır. Yani, bu cümle, öncekine değil, ikinciye bağlanmıştır.

İyi ama bu mülkü nasıl bulmuş ve bu kadar büyük mülk ortaksız yapayalnız nasıl yönetilir, denecek olursa, buna karşı söz başı “vâv”ı ile buyuruluyor ki, her şeyi yarattı, başka birinden almadı, kazanmadı, doğurmadı, yarattı, yokken var etti de gerçeğine erişilmez bir takdir ile her birine bir sınır ve ölçü belirleyerek hikmetine göre dilediği gibi hepsini bütün sonuçlarıyla hazırladı. O’nun için güçlük yok, her şey bütün mukadderatı ile O’nun kudret eli altında, kul, yaratılmış olup hepsini dilediği gibi kullanır, böylece her şeyin bir sınır ve ölçüsü var ki, onu asla aşamaz. O’nun kudretine ise sınır ve son yok, bundan dolayı hiç bir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O’na ortak olmaya güç yetiremez, O öyle yüksek, öyle Tebârek…

3-Bu Furkan ile gerçek tam mânâsıyla yerleştirilip tebliğ edildikten sonra, inzar (korkutma)ın sebebine geçilerek buyuruluyor ki, böyle iken tuttular da O’ndan başka bir takım ilâhlar (mabudlar) edindiler. O her şeyi yaratanı bıraktılar da O’nun berisinden öyle şeylere taptılar ki hiçbir şey yaratamazlar fakat kendileri yaratılır dururlar; yani kendilerinin yaratılmış oldukları görülüp duruyor, yahud mabud (tanrı) diye yalan yere uydurulup duruyorlar.

HALK: Yokken meydana getirmek, yani yaratmak mânâlarına geldiği gibi (Ankebut, 29/17) gibi “yalan uydurmak” mânâsına da gelir. Burada bazı müfessirler bu mânâyı tercih etmişlerse de görünen açık mânâ öncekidir. Allah’tan başka tapılan şeylerin hepsi, putlar gibi yalan, uydurma mabud olduğu, onların yaratılmış olduklarından da anlaşılır. İlmî bakış açısından ifadenin asıl ruhu da, yaratılmışın, yaratan yerine konmasındaki çelişkiyi göstermektedir. Bunu daha fazla izah için buyuruluyor ki ve kendi kendilerine bir zarara da malik değiller, bir menfaate de. Bu cümlenin açıklamasında “ve kendilerinden ne bir zararı gidermeye, ne de kendilerine bir fayda verecek şeyi getirmeye güçleri yetmez” deniliyor, çünkü sonra gelen zarar fiilinin sılası sayılıyor. Ve bir şeyin kendine zarar vermesi akla uygun olmadığından zarar, zararı gidermek mânâsına kullanılmış oluyor. Bu mânâ, tam anlamıyla yalnız cansız putlara uygun olabilir. Bu ise hem kasrın, hem de ilâhî sözün görünen mânâsından uzaktır. da asıl olan sebeb gösterme olduğu gibi ye ilişkisi de açıktır. Bu bakımdan değil buyurulmuştur. O halde “nefisleri için” “kendileri için” demek olmalıdır. Buradaki olumsuz kılınan (nefyedilen) yalnız kendilerine ait olan olumsuzluk ve zarar değil, kendi zatlarının nedeniyle mutlak olumsuzluk ve zarardır. Yani kendiliklerinden, kendi istekleri ile hiçbir zarar ve fayda vermeye güç yetiremezler kendilerinden (bizâtihim) olsalar bile, kendiliklerinden (lizâtihim) değillerdir. Olabilir ki, mesela güneşte veya Firavun gibilerde yahud Mesîh gibilerde bir fayda veya zarar görülmüşse o onların lizatihi kendi kudretlerinden, kendi sahip olduğu şeylerden değil, yüce yaratıcının verdiği güç ve kuvvettendir. Lizatih: (kendiliğinden) olsa idi yok olmazlardı. Bu mânâ “Kendisinden başka ilâh olmayan diri olan, herşeyin yönetimini elinde bulunduran yüce Allah’tan mağfiret dillerim. Kendi nefsine zulmeden gerek hayat, gerek ölüm ve gerekse tekrar dirilme bakımından kendi nefsine malik olamayan bir kulun tevbesi ile tevbe ederim” anlamına da uygundur. Burada zararın önce getirilmesi de dikkate değer. “Def’-i zarar, celb-i menfaatten akdemdir. (zararın yok edilip kaldırılması, faydanın getirilip konulmasından öncedir) kuralına işaretle zararı yok edip kaldıramayanın bir fayda getirip koyamayandan daha güçsüz olduğunu anlattığı gibi, zarar vermenin faydalı olmaktan kolay olduğunu da anlatır. Bir de, Allah’tan başkasına tapanların fayda elde etme duygusundan önce, zarar korkusuyla taptıklarını ortaya koyar. Çünkü diktatörler ve zalimler, insanları daha çok korkutma politikasıyla kendilerine tapındırmaya uğraşırlar. Ve bu yüzden bir çok zavallılar, o gücü, onların kendilerininmiş gibi sanarak korku belasıyla onları tanrı yerine koyar, Allah’ı unuturlar. Fakat bilmeleri gerekir ki, aslında o güç ve kuvvet onların değildir. Allah dilemeyince onlar kendi başlarına ne bir zarar yapabilirler, ne de bir fayda sağlayabilirler. Ne ölüme maliktirler, ne hayata, ne de nüşûra (ölümden sonra tekrar canlandırmaya.)

NÜŞÛR: “Neşîr” gibi bazan edilgen bazan etken olur. Edilgen olursa bir şeyi açıp yaymak mânâsına gelir ki, dilimizde “neşir” “neşriyat” ve “menşûr” bu mânâdadır. Bunun etkenine “intişâr” denilir. Etken oldukları zaman ise ölmüş olan bir şeyin canlanıp kalkması anlamındadır ki, Kur’ân’da “nüşûr” kelimesi genellikle bu mânâdadır. Bunun edilgenine de “inşâr” (ölüyü diriltme) denilir. “Ve o su ile ölü bir toprağa can verdik” (Kâf, 50/11) gibi. Şu halde bu mânâ şöyle olur: Ne ölüm elindedir, ne dirim, ne de ölümden sonra ahirette kalım; bunların hiçbirinde ne kendileri, ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf yapamazlar. Bunlara sahip olmayan ise mabud (ilâh) olamaz. Böyle iken bütün bunlara malik olup her şey kudret elinde bulunan Allah’a kulluğu bıraktılar da, öyle güçsüz şeylere taptılar. Peygamberliğe gelince:

4- Ve o küfredenler bu açıklamaya karşı dediler ki bu Kur’ân, Furkan falan değil sırf bir iftira onu o uydurdu ve buna karşı diğer bir kavim de ona yardım etti. Yabancılardan yahudilerden öğreniyor dediler. (Nahl, 16/103. âyetin tefsirine bkz.)

Böylece zulüm ve tezvîre büyük bir haksızlığa ve yalancılığa gittiler

5- ve, evvelkilerin esatıyri, uydurma masalları (esâtıyr kelimesi hakkında En’âm, 6/25. âyetinin tefsirine bkz.) Onları kendine yazdırtmış da işte sabah akşam kendisine okunup duruyor” dediler. Haksızlıkta, yalancılıkta, yalanı telleyip pullamada bu derece ileri gittiler. Böyle haksız yalancılara başka sözün gereği yok.

6-Yalnız onu, “o göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi” de. Yani o sizin zannettiğiniz gibi uydurma veya eskilerin uydurma masalları değil, ilâhî sırları içinde bulunduran gökten indirilme bir kitaptır. Çünkü onu, göklerin, yerin gizliliğini bilen yüce Allah indirdi. O gerçekten gafûr (yarlıgayan) bir rahim (merhamet eden) bulunuyor. Bu sebepten o haksızlık ve yalan uydurmalarınıza karşılık kötü sonuçlarınızda ivedi davranmıyor da, geriye bırakıyor.

7-8-9- “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer.” dediler. Haber verildiği üzere, Kureyş kabilesinden Rebia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Sufyân b. Harb, Nadr b. Haris, Ebu’l-Buhturî, Esved b. Muttalib, Zem’a b. Esved, Velîd b. Muğire, Ebu Cehil b. Hişâm, Abdullah b. Ebu Ümeyye, Ümeyye b. Half, As b. Vail, Nebih b. Haccac ile Münebbih b. Haccac toplanmışlar ve birbirlerine “Muhammed’e bir haber salın, kendisiyle bir konuşun, karşılıklı konuşarak tartışın ki, mazur olasınız (günah sizden gitsin) demişler ve bunun üzerine “Kavmin senin için toplandılar, seninle konuşmak istiyorlar” diye haber göndermişlerdi. Peygamber (s.a.v) geldi. “Ya Muhammed, biz senin hakkında mazur olalım (günah bizden gitsin) diye sana haber gönderdik. Şimdi bak! Sen eğer bu sözle mal istiyorsan, sana mallarımızdan mal toplarız ve eğer şeref istiyorsan seni Efendi tanırız, büyükleriz ve eğer mülk istiyorsan seni başımıza melik (kral) yaparız” dediler. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki “Bende dediklerinizden hiçbiri yok. Ben size getirdiğimi ne mallarınızı almak için, ne içinizde şeref için, ne de üzerinizde melik olmak için getirmedim. Fakat yüce Allah beni size bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi ve size bir müjdeci ve korkutucu olmamı emretti, ben de size, rabbımın elçiliğini bildirip iyilikle öğüt verdim. Eğer siz getirdiğimi alırsanız o sizin dünya ve ahirette payınızdır ve eğer onu kabul etmeyip bana geri verirseniz, yüce Allah, benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar ben, yüce Allah’ın emrine sabrederim”. Bunun üzerine “Ya Muhammed! dediler, Eğer vermek istediklerimizden hiçbir şey kabul etmeyeceksen o halde, kendin için Rabbinden iste: Yanında seni doğrulayacak ve senden bizi uzaklaştıracak bir melek göndersin. Hem iste de sana bağlar, bostanlar ve altından, gümüşten köşkler yapsın da seni çalışmadan kurtarsın; çünkü sen de bizim gibi çarşılarda dolaşıyor, geçimlik arıyorsun. Eğer sandığın gibi elçi isen o zaman üstünlüğünü ve Rabbinin yanındaki yerini anlarız” Buna karşı Resulullah “Hayır, ben size bunun için gönderilmedim. Yüce Allah beni bir müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi” dedi. İşte bu âyetler bu sebeple indirildi. de “mâ” soru, “lam” cer harfi olduğundan, kural şeklinde bitişik yazılması idiyse de imam Osman b. Affan’a ait mushaf hattında şeklinde “lâm ” ayrı yazılmış ve dolayısıyla burada böyle yazılması muteber bir sünnet olmuştur.

Meâl-i Şerifi

10- Öyle yücedir O ki, dilerse sana ondan daha iyisini, altından ırmaklar akan cennetler verir, sana köşkler de yapar.

11- Fakat onlar o saati (kıyameti) de yalanladılar. Biz ise o saati yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.

12- Ki, cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun bir hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.

13- Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da, oracıkta yok olmayı isterler.

14- (Onlara şöyle denilir) Bu gün bir yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!

15- De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir mükafattır ve bir varış yeridir.

16- Onlar için orada ne isterlerse var, hem orada ebedî kalacaklar. Çünkü bu Rabbinden yerine getirilmesi istenen bir vaaddir.

17- Hele o gün Rabbin onları Allah’tan başka taptıkları şeylerle toplar da, der ki: “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi yolu kaybettiler?”

18- Onlar: “Sübhansın seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir kavim oldular.” derler.

19- (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle denilir.) İşte (taptıklarınız) sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Artık ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardıma çare bulabilirsiniz ve içinizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattıracağız.

20- (Resulüm!) Biz senden evvel de peygamberleri başka türlü göndermedik. Şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı). Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne (imtihan sebebi) kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz? Zira Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.

10- Ne mübarektir o ki dilerse sana ondan -onların söyledikleri hazine ve bahçelerden- daha iyisini verir. Yalnız bir cennet değil cennetler, hem altından ırmaklar akar cennetler verir, yani ahirette söz verdiği cennetler gibi dilerse dünyada da verir, İslâm yurdu olur. Senin için köşkler de yapar.

11-*} “Fakat onlar kıyamet saatini yalanladılar.”

BEL: Bir bağlaç harfidir ki, asıl mânâsı ıdrabdır (Yeni bir hükme dönüştür). Bazen de “hattâ” gibi terakkî, ileriye geçme ifade eder.

İDRAB: Sözü üstünden altına çevirmek, yani bakışı öncesinden keserek geleceğe yöneltmektir. Bunu “belki” diye tercüme etmek meşhur olmuştur. Gerçekte, kelimenin yapısına ve söylenişine göre ondan alınmış, denilecek kadar da uygundur. Fakat dilimizde “belki” idrabtan (sözü ve nazarı üstten keserek alta yöneltmekten) çok ümid ve ihtimal için kullanılmaktadır. “Dur bakalım belki gelir” demekte hiç İdrab mânâsı yoktur. İdrab; “Yok, hayır” “daha doğrusu” demektir. Bu mânâ kasır ve istidrake benzer olduğundan son zamanlarda “fakat” kelimesi de “bel” ve “lakin” yerinde kullanılır olmuştur. Böylece “fakat onlar kıyameti yalanladılar” demek olur. Bu cümle yukardaki bölümüne atfolunmuş ve ondan İdrab ile, diğer küfürlerini anlatmaya ve açık bir şekilde kötü sonlarını haber verip korkutmaya intikaldir. Yani, daha doğrusu onlar saate, kıyamet ve ahirete inanmıyorlar, Kur’ân’ın öyle uydurma olmadığını bilmediklerinden değil, ahirete, cezaya inanmadıklarından dolayı o inançsızlığa ve sapıklığa düşüyorlar, o haksızlığa ve yalancılığa gidiyorlar.

Halbuki biz o saati (kıyameti) yalanlayan kimselere öyle korkunç bir ateş hazırlamışızdır ki

12- Onları uzak bir yerden gördüğü zaman -ki onlar ister görsünler ister görmesinler.- onun korkunç hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.

TEGAYYÜZ: Gayzlanmak, öfkelenmek; ZEFÎR, içeri nefes almaktır. Demek ki, cehennem onları uzaktan gördüğü zaman öfkesinden dehşetli sesler çıkarıyor, sümürmek için içine çekiyor. Burada görülüyor ki, gayzlanmak, zefirlenmek gibi görmek de ateşe nisbet edilmiştir. Onlar cehennemi gördüğü zaman değil, cehennem onları gördüğü zaman Bu ise cehennem ateşini bir kavrayış sahibi gibi anlatmak demektir. Bunu birçokları, “görünecek bir yerde bulundukları zaman” demek gibi gerçek mânâsı dışında bir mânâya yorumlamak istemişlerdir. Aslında cehenneme, anlama ve kavrama fiili nisbet edilmesi sadece burada değil, “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz. O da ‘Daha var mı?’ der.” (Kâf, 50/30) âyeti ve “Ateş Rabbine şikayet edip: ‘Ya Rabbî bir kısmım bir kısmımı yedi’ dedi” hadisi gibi diğer yerlerde de geçmiştir.

Bir de Alûsî’nin naklettiği üzere Taberânî ile İbnü Merdûye, Mekhûl tarîkı ile Ebû Ümâme (r.a)den şunu haber vermişlerdir: Demiştir ki; “Resulullah (s.a.v) her kim bilerek bana atfen yalan söylerse, cehennemin iki gözü arasında oturacağı yere hazırlansın.” buyurdu. Ya Resulullah! cehennemin gözü var mıdır, dediler. “İşitmediniz mi, yüce Allah “Onları uzak bir yerden gördüğü zaman” buyuruyor, gözleri olmasa görür mü?” buyurdu. Şu halde tevile gidilmeyip konuyu Yüce Allah’ın kudretiyle sırrî bir şekilde düşünmek gerekir. Özellikle “De ki, onu göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirdi” (Furkan, 25/6) hatırlatmasından sonra, bunun o gizliliğe açık bir bağlantısı göze çarpmaktadır.

13-20- Orada “sübûrâ”; yani “Ey sübûr, ey helak (yok oluş) neredesin! Gel de bizi kurtar diye feryad ederler.

İstenecek vaad, yahut istenildiği halde vaad, yani yüce Allah onu kullar tarafından istenilmek şartıyla vaad ve taahhüd buyurmuştur.

Meâl-i Şerifi

21- Bununla beraber, bize kavuşmayı ummayanlar “Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik” dediler. Andolsun ki, doğrusu nefislerinde kendilerini büyük gördüler ve büyük azgınlık ettiler.

22- Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkarlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Ve yasak yasak, diyeceklerdir.

23- Onların yaptıkları her bir iyi işi dikkate alırız, fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz.

24- O gün cennetliklerin kalacakları yer çok iyi, dinlenecekleri yer pek güzeldir.

25- O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.

26- İşte o gün gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gündür.

27- O gün zalim kimse ellerini ısıracak: “Eyvah!” diyecek, “keşke Peygamberin yanında bir yol tutsaydım!”

28- “Eyvah!” diyecek, “keşke falancayı dost edinmeseydim.

29- Çünkü zikir (Kur’ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.

30- Peygamber dedi ki: “Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular.”

31- (Resulüm!) Ve işte biz böyle her peygamber için günahkarlardan bir düşman yapmışızdır. Bununla beraber hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

32- Yine o inkâr edenler dediler ki: “O Kur’ân ona, hepsi birden indirilseydi ya”! Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk. ü

33- Hem onlar sana karşı herhangi bir mesel ile gelmezler ki, biz sana (onun karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha güzelini getirmiş olmayalım.

34- O yüzleri üstü cehenneme toplanacaklar var ya! işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.

21- “Bize kavuşmayı ummayanlar, bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler.” Bu cümle cümlesine atfolunmuş olup, o kâfirlerin diğer saçmalarını hikaye ile red ve uyarıdır.

RECÂ: Bilinen geniş mânâsı ile emel (arzu) demektir. Lügatçıların çoğu birini diğeriyle açıklamışlardır. Bununla beraber aralarında ince fark gösterenler de vardır. İbnü Hilal’in Fürûk isimli eserinde “Emel, sürekli bir arzu ve istektir. Onun için bir şeye bakış, devamlı olup uzayınca “teemmül etti” uzunca düşündü denilir. Bir de emel, mümkünde ve muhalde (imkansızda) olur, reca ise mümküne mahsustur denilmiştir” Mısbâh’ta da der ki; emel, ümidsizliğin zıddıdır. Çoğunlukla, meydana gelişi uzak olan şeylerde kullanılır. Tam ise meydana gelişi yakın olan şeyde kullanılır. Recâ, emel ile tam arasındadır. Çünkü recâ (ümit) eden emelinin meydana gelmemesinden korkar, bu sebepten tama mânâsında kullanılır. Recâ nefi halinde kullanıldığında bazan korku mânâsını da ifade eder ki, buna “lügat-ı tihâmiyye” (Mekke lügatı) denilmiştir. Buna göre “korkmazlar” bilinen mânâsıyla arzu etmezler, gerçek lügata göre ise ümit etmezler, demek oluyor ki, burada en uygun olan da budur.

LİKÂ: Aslında bir şey ile buluşmaktır. Dokunmak, şart olmaksızın bir şeye ulaşmak diye de ifade olunmuştur. Görme fiili hakkında da kullanılır. Bundan dolayı “likâullah (Allah’a kavuşmak)” rü’yetullah (Allah’ı görmek) veya Allah’a ermek yahud kıyamet günü hesap ve ceza için yüce Allah’ın karşısına çıkmak demektir. Ve karşımıza çıkacaklarını ümit etmeyenler demek, kıyamet gününde tekrar dirilmeye ve toplanmaya, ahiret sorumluluğuna inanmadıkları için Allah’tan korkmayanlar demeyi de ifade eder. Yani Allah’ı görmeye yüzü olmayan, Allah’ın karşısına çıkacaklarını, azabına çatacaklarını ümit etmeyen, ahirete inanmaz, Allah’tan korkmazlar o melekler bizim üzerimize indirilseydi ya yahud Rabbimizi görsek ya, dediler. Andolsun ki, gönüllerinde kendilerini büyüksündüler. Çünkü öyle demekle kendilerini Peygamberin yerinde veya daha üstün görmek istiyorlar ve hatta Allah’a karşı büyüklük taslıyorlar ve büyük bir haksızlıkla azgınlık ettiler. Bunca açık delilleri tanımadılar da kutsal meleklerin bile önüne çekilmiş olan “Beni göremeyeceksin” (A’râf, 7/143) perdesinin, kötü nefislerine karşı yırtılmasını istediler.

22-Evet onlar melekleri görmeyecek değiller, fakat melekleri görecekleri gün, günahkarlara o gün sevinç haberi yoktur. O halde o azgın günahkarlara hiç sevinç haberi yoktur. “Yasak yasak diyeceklerdir.” Ve derler. Bir düşman rastgeldiği veya tiksinti veren bir şey hücum ettiği sırada söylenen bir deyimdir ki, fiili zikredilmemiş mutlak mef’ul halinde te’kidli (pekiştirmeli) bir cümledir. Fiili veya takdirinde emir veya geçmiş zaman kipi olabilir ve bu suretle yerine göre ya bir dua ve istiâze, yani bir yalvarış ve sığınış, yahut da bir men ve göz dağı verme ifade eder. Bir dua olduğuna göre “etme, kıyma, evlerden ırak, dağlara taşlara” demek mânâsında olur. Diğerinde de “yasak, men edilmiş, yahut davranma!” demek gibidir. Burada her iki anlam ile açıklanmıştır. nin zamiri, günahkarlarla ilgili olduğuna göre, günahkarlar o meleklere “aman etmeyin, kıymayın, bizim yanımıza yaklaşmayın, öte öte tarafa” derler. Meleklerle ilgili olduğu takdirde de melekler, o günahkarlara “davranmayın size o müjde ve cennet men edilmiş; yasak, kesinlikle yasak” derler.

23- Hem varmışızdır amel denecek, yani iyilik yönünden her ne yapmışlarsa da onu saçılmış zerreler haline çevirmişizdir, boş yere yapılan işler haline koymuşuzdur.

HEBA: Bir pencereden güneş ışığı vurduğu zaman içinde uçuştuğu görünen tozdur.

MENSÛR: Saçılmış demektir. Zaten dağınık demek olan heba (zerre) yı bir de bu şekilde nitelemek, onu bir daha saçılmış olarak tasvirdir ki, o zerre hiç görülmez bir hale gelir.

Burada bir temsilî istiare vardır. Şöyle ki, bütün iş ve halleri isyan etmiş ve bundan dolayı idarecileri tarafından verilip bütün evrak ve tutanakları parçalanarak dağıtılıp yok edilmiş bir topluluğun haline benzetilmiştir. Veya kudüm (varmak), kasıttan mecaz olduğu gibi, büsbütün yok edilmiş, hiçe indirilmiş olan amel ve işlerinin de hedeflenen gayeden uzak kalması ve bir hedefe dizilmeleri mümkün olmaması nedeniyle saçılmış zerrelere benzetilerek teşbih-i müfred suretiyle ayrı ayrı birer istiâre yapılmıştır. Yani o günahkarların, misafirleri konuklamak, akrabaları gözetlemek, çaresizlere yardımcı olmak, insanlığa yararlı bir iş yapmak gibi bazı işleri varsa bile, o inkârcılıkları ve azgınlıkları yüzünden hepsi yok olmuştur. Hiçbirinin karşılığında bir fayda ve iyilik görmezler.

24- Öyle günahkarlar değil, cennetlikler, yani “Yoksa müttakilere vaad edilen ebedilik cenneti mi…” (Furkan, 25/15) âyeti ile açıklandığı üzere, cennet kendilerine söz verilmiş olan müttakilerin o gün -o melekleri görecekleri gün- kalacakları yer çok iyi dinlenecekleri yer pek güzeldir

MÜSTEKARR: Karargah, yani oturmak, konuşmak için çoğu zaman kaldığı yer,

MAKÎL, öğle uykusu, uyku yeri, insanın kuşluk uykusunu uyuduğu, dinlendiği yer demektir.

Cennette uyku olmadığına göre burada makîl yalnızca dinlenme yeri, diye açıklanmıştır. Bununla birlikte o günün yarısında hesaptan kurtulunacak da cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde bir öğle uykusu uyuyacaklar, diye rivayet edilmiştir.

25- O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde çatlayacak. “Onlar Allah’ın ve meleklerin buluttan gölgelikler içinde kendilerine gelmesini mi bekliyorlar” (Bakara, 1/210) âyeti kerimesinde anılan beyaz bulutun doğması sebebiyle gökyüzünün çatlayacağı ve meleklerin bölük bölük indirileceği o gün.

26- İşte o gün gerçek hükümranlık çok merhametli olan Allah’ındır. Çünkü o gün her hükümdarlık sona erer. Ancak Rahman’ın hakkı olan hükümranlık kalır. Ve kâfirler için ise o, pek zorluklu bir gün olmuştur.

27- O gün zalim kimse ellerinin üstünü ısıracak. “Eyvah bana, diyecek; keşke ben peygamberin yanında bir yol tutsaydım.” Bilindiği gibi el ısırmak kızgınlık ve ümitsizlikten kinayedir. Zalim kelimesinden kastedilen cins, yani bütün zalimlerdir. Fakat burada âyetin indirilmesine sebep Ukbe Ebî Muayt’tır, denilmiştir.

28- Vay şu başıma gelene keşke ben filan kimseyi dost edinmeseydim. Filan, özel isimlerden kinayedir. Bunun gibi cins isimlerden kinayede “hen” (dilimizde şey) denilir.

29- Çünkü zikir (Kur’ân) bana gelmişken, o hakikaten beni ondan saptırdı. Zikirden maksat, Allah’ı anmak, Allah’ın kitabı veya Peygamberin öğütleri veya âyetin indiriliş sebebine bakarak kelime-i şehadettir. “Zikrin en üstünü: Lâ ilâhe illallâh, demektir.” Ukbe b. Ebî Muayt, Hz. Peygamber (s.a.v)in toplantısına çokça gelirmiş. Bir gün ziyafete davet etmiş, Peygamber efendimiz iki şehadet kelimesini söylemeden, yemeğini yemekten kaçınmış. Bunun üzerine Ukbe de kelime-i şehadeti getirmiş, Übey b. Half de onun yakın arkadaşı imiş. Kendisini azarlamış “sapıttın” demiş. O da “Yok, fakat evimde yemeğimi yemekten kaçındı, onun için utandım da şehadet getiriverdim” demiş. Diğeri: “Hayır, sen ona varıp ensesine vurup yüzüne tükürmezsen senden hoşnut olmam” demiş. Bunun üzerine Dârunnedve’de Peygamber secdede iken rastgelmiş ve o kötü fiili işlemiş.

O zaman Peygamber (s.a.v) Mekke dışında rastlarsam mutlaka senin başına binerim, buyurmuştu. Bedir günü esir edildiği zaman Hz. Ali’ye emir verip boynunu vurdurdu. Ubey de Uhud’daki savaşta aldığı yaradan Mekke’ye vardığında öldü. İşte böylece Ukbe’ye zikir geldiği halde Ubey şeytanlık ederek onu sapıtmıştı. Öyle ya şeytan, insana çok hızlankar olmuştur.

HIZLAN: Yardımsız bırakmaktır. “Hazûl” ondan mübalağa kipidir. Yani gerek cinlerden, gerek insanlardan olsun şeytan insanın hayrına dost olmaz, kendi hesabına bir felakete düşürmek için dost görünür; sonunda da başı sıkıntıya girince onu yardımsız bırakır, çekiliverir.

30- Peygamber de, Ya Rab! demekte, yani bir taraftan da Peygamber Allah’a şöyle şikayet etmektedir: Kavmim bu Kur’ân’ı mehcur tuttular. Mehcur tutmak iki anlama gelir birisi terkedip uzak durmak, onunla amel etmemektir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Her kim de Kur’ân’ı öğrenir de Mushaf’ını asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyamet günü gelir, yakasına sarılır ‘ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (beni terkedip uzak kaldı, benimle amel etmedi), benimle arasında hüküm ver’ der.” Diğer anlamı ise; hakkında saçma sapan konuştular, evvelkilerin uydurma masalları dediler, demektir. Peygamberin bu şekilde şikayetini söylemek büyük bir tehdittir. Çünkü peygamberler kavmini Allah’a şikayet ettikleri zaman haklarında azab çabuklaştırılmış olur.

31- Ve işte böyle ya Muhammed! Sana yaptığımız gibi her peygamber için de günahkarlardan bir düşman yaptık ve bu sebepten sen de onlar gibi sabret. Onları yok etmek için yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.

32-33- Yine o inkârcılar Kur’ân ona hep birden indirilseydi ya, dediler ki gereksiz bir itiraz, sanki Tevrat birden indirilmiş de Kur’ân da öyle olsa imiş. Gerçek şudur ki, kanunun aslı olan icaz, yani benzerinin yapılamaz oluşu, tek tek âyet âyet indirilmesi ile hepsi birden indirilmesi arasında fark edecek değil; hatta parça parça indirilmesinin, onun bir benzerini yapma konusunda kendilleri için faydaları da vardır.

Bu sebepten bu yüzden kalbine iyice yerleştirmek için böyle indirdik; böyle ayrı ayrı cümle cümle indirmekle önce, belleğe alınması sağlam olacak. İkincisi, peyderpey olaylara göre inişinde mânâ yönünden daha fazla bir görüş ve derinlik; hem teorik, hem pratik bir kıymet ve güç bulunacak. Üçüncüsü, her yeni inen yıldız ile ayrıca bir meydan okuyup çekişmeden aciz bırakılarak her defasında yeni bir kalp kuvveti verilecek. Dördüncüsü, nasih ve mensuh ile zamanına göre hüküm koymayı, açıklamanın ve tefsirin çeşitli usul ve kuralları öğretilecek… Bu şekilde ve benzersiz bir tertil ile tertil eyledik; ağır ağır, güzel bir okuyuşla okuduk. Hem sana herhangi bir mesel ile gelmezler ki, yani mesel denecek derecede ilginç herhangi bir soru veya hal ile gelmezler ki mutlaka biz sana (onun karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha güzelini getirmiş olmayalım. İşte hepsinin toptan ve birden indirilmemesinde bir de bu fayda vardır.

34- Öyle cehenneme yüzleri üstü, yani tepeleri aşağı veya sürüklenerek, yahut kalpleri bayağı şeylere meyilli olduğu gibi, yüzleri de ona düşmüş olarak mahşerde toplanılacak kimseler işte onlar, yerleri en kötü ve yolları en şaşkın, en sapık kimselerdir.

Meâl-i Şerifi

35- Andolsun ki Musa’ya kitap verdik, kardeşi Harun’u da ona yardımcı yaptık.

36- “Haydi âyetlerimizi yalan sayan o kavme gidin” dedik. Sonunda (yola gelmediklerinden) onları yerle bir ettik.

37- Nuh kavmine gelince, Peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde, onları suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık. Biz zalimler için acıklı bir azab hazırlamışızdır.

38- Ad’ı, Semud’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha bir çok nesilleri de (inkârcılıkları yüzünden helak ettik)

39- Onların herbirine misaller getirdik; (ama ögüt almadıkları için) hepsini kırdık geçirdik.

40- (Resulüm!) Andolsun ki, (bu Mekke’li putperestler), bela ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye uğramışlardır. Peki onu da görmüyorlar mıydı? Hayır! Onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.

41- Seni gördükleri zaman “Bu mu Allah’ın Peygamber olarak gönderdiği?” diye hep seni alaya alıyorlar.

42- “Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diyorlar. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!

43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?

44- Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.

35-42- Peygamberleri yalanladıkları zaman; burada peygamberlerin çoğul siğası ile getirilmesi fevkalade dikkat çekici görülmüştür.Nuh kavminin Nuh Peygamberden başka yalanladıkları peygamberler kimlerdir? Buna şu cevaplar veriliyor:

1- Nuh ve ondan önceki peygamberler; demekki, Nuh’tan önce de peygamberler varmış. Nuh Peygamberin kavmi “Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” (Mü’minûn, 23/24) demekle hepsini inkâr etmişlerdir.

2- Hepsi tevhid de (Allah’ın bir olduğu inancında) birleştikleri için yalnız Nuh’u yalanlama da hepsini yalanlama demektir.

3- Genel olarak peygamber gönderilmesinin mümkün olacağı gerçeğini inkâr etmişlerdir, denilmiştir.

Fakat dördüncü bir ihtimal de hatıra gelebiliyor. O da, Nuh (a.s)’un gönderdiği elçiler mânâsına olmasıdır. Burada bu mânâ bize diğerlerinden daha yakın geliyor. Ancak ikinci ihtimalle birleştirmek mümkündür.

“Ress halkını da.” RESS, örülmedik kuyu, demektir.Fakat bu Ress halkının kimler olduğu bilinemiyor. İbnü Abbas’tan “O, Semud’dur” diye bir rivayet var; halbuki burada bağlaç bir başkasını gerektiriyor. Katade’den “Yemâme’de, Ress, diğer namıyla Fele denilen büyük bir köy halkı olup Semud’un geride kalanlarındandılar. Peygamberlerini öldürdüler, yok edildiler” diye rivayet edilmiştir.

Kâ’b, Mukatil ve Süddî, “Şam Antakyası’nda bir kuyunun sahipleri ki, Yâsîn Sûresi’nde (36/20) işaret olunan Habib-i Neccar’ı öldürmüşlerdi” demiştirler. Vehb ve Kelbi’den “Ress halkı, Eyke halkı gibi Şuayb (a.s)ın gönderildiği bir topluluk idi. Putlara taparlardı, kuyuları ve koyun, keçi ve inek sürüleri vardı. Şuayb (a.s) kendilerini İslâm’a ve kulluğa davet etti. Yalanlayıp azgınlık ve eziyete devam ettiler ve günün birinde örülmemiş kuyuları olan Ress’in etrafında bulundukları sırada orası çöktü ve yere geçtiler” diye nakledilmiştir. Ress halkına Uhdûd (hendek) halkı da denilmiştir. Hanzale b. Safvan isimli peygamberin kavmi olup Anka-i Muğrib (Batı Anka kuşu) denilen ve Fetih isimli dağda oturarak avsız kaldıkça, çoluk çocuklarını kapıp götüren ve tüyleri renk renk olan büyük bir kuş belasına tutulmuşlardı ki, bu kuş Hanzale’nin duasıyla yıldırım isabet edip yok olmuştu. Daha sonra adı geçen Hanzale’yi öldürmüşler, bunun üzerine yok olmuşlardı da denilmiştir. İbnü Abbas’tan bir rivayette de “Ress, Azerbaycan kuyusudur” diye nakledilmiştir. Bir de Ress doğu ülkelerinden birindeki bir nehrin adıdır, buranın halkına yüce Allah Yehuza b. Yakub evladından bir peygamber göndermişti. Onu kuyuya attılar ve bu yüzden yok oldular, denilmiştir. Bu konuda daha başka rivayetler de vardır. Bununla beraber, rivayetlerin çoğunda, peygamberlerini öldüren veya kuyuya atan bir topluluk olduğu belirtilmiştir.

Mu’cemü’l-Büldân’da der ki, Ress; kuyu, maden ve bir topluluğun arasını düzeltmektir. Ebu İshak der ki; Kur’ân’da Ress, kuyu demektir. Rivayet edilir ki, bunlar peygamberlerini yalanlayıp bir kuyuya atarak üstünü kapatan bir topluluktur. Ress’in Yemâme’de Fele denilen bir topluluk ve Semud’dan birtakım insanların beldesi olduğu rivayet olunmaktadır. Her kuyu resstir. İbnü Düreyd demiştir ki; “Ress” ve küçültmesi “Rüseys” (kuyucuk) Necid’de iki vadi veya iki mevkidir. Zemahşerî diyor ki; “Uleyy Ress Kabliyye vadilerindendir, demiş. Başkaları da Beni Esed kabilesinden Beni Munkız b. A’ya’nın bir soyudur, demiş. Asmaî, Ress, Beni A’ya’nındır; Rüseys ise Benî Kahil’indir, demiş. Diğerleri de (Furkan, 35/38) âyetinde; Ress Azerbaycan vadisidir. Azerbaycan’ın sınırı “maverayı Ress” Ress’in arkasıdır, demişlerdir. Deniliyor ki, Ress üzerinde “Erran” da bin şehir vardır. Yüce Allah onlara Musa adında bir peygamber gönderdi. Bu Musa, Musa b. İmran değildir. Onları Allah’a inanmaya davet etti, inkâr ettiler ve yalanladılar, isyan ettiler, o da beddua etti. Yüce Allah da Tâif’ten Haris ve Hüveyris’i tahvil edip üzerlerine gönderdi. Bunun için Ress halkı şu iki dağın altında kaldı, deniliyor. Bu Ress’in kaynağı Kalîkalâ’dan başlar, Erran’a, Versan’a ve Mecma’a uğrar; orada “Kürr” ile birleşir ve ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr ve Ress ikisi birleşir ve Cürcan denizine dökülürler. Bu Ress vadisi acayip bir vadidir. Balığın her türlüsü bulunur. Şurimahi denilen balık oraya mahsustur, derler. Miş’âr b. Mühelhil “Bezzbabik” şehrini anlatırken demiştir ki; bir tarafında Ress nehri vardır, Ress nehri Belâscan ovasına doğru çıkar, bu ovada deniz sahilince Berzend’den Berzaa’ya, oradan Versan ve Beylekan’a doğru uzanır. Bu ovada beşbin köy vardır ve çoğu yıkıntı halindedir. Ancak toprağı iyi ve sağlam olduğu için duvarları ve binaları kalmıştır. İşte bu köyler, Kur’ân’da adı geçen Ress halkınındı, deniliyor. Bunlar Davud (a.s)un öldürdüğü Calut’un kavmi idiler de denilmektedir.”

O fenalık yağmuru yağdırılan belde. Lût kavmine ait şehirlerin en büyüğü olan Sedum kasabası ki, oraya taş yağdırılmıştı. Kureyşliler, Şam’a ticarete giderken, buraya uğruyorlardı.

43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?

HEVÂ: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefulün önce anılması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hak severlilik yok, sadece bir bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuru kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak, hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve zevkine taparlar, zevkleri kendilerinin felaketine sebep olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarlar; gönülleri neye çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar. Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebu Nuaym, Ebu Ümame (r.a) den şöylece rivayet etmişlerdir: O, demiş ki; Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Yüce Allah’ın yanında sema gölgesi altında Allah’tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur”. Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takrirî, bu soru ise inkarîdir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın.

44- Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini, yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır ne getirilen bir delili tanır, söz dinlerler, ne de aklî delili tanır, akıl ile hareket ederler. Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez, soyut isteklerine uyarlar. Hatta gidişce daha sapkındırlar Çünkü, evcil hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, kendilerine iyilik edenlerle kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar, zarar veren şeylerden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilen güçlerde tembellik etmez, yaratıldıkları yönde sarfederler. Hak ve hayır inancı olmayan da haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler Rabblarını tanımazlar. O’nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan sevabı istemez, en büyük zarar olan azabdan korunmazlar. Yurtlarına bile hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı karıştırırlar.

Bu şekilde, kendi istek ve arzularına tapan kimselerin sapıklıkları anlatıldıktan sonra yüce Allah’ın Rab oluşuna ait delillerden, O’na ait güzelliklerden, O’nun ezelî ve ebedî kudretinden bazı işlere dikkatler çekilerek buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır.

46- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz.

47- Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü yayılıp çalışma (zamanı) yapan O’dur.

48- Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren O’dur.

49- Ki biz (o suyla) ölü toprağa can verelim, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım, diye.

50- Andolsun bunu, insanların öğüt almaları için, aralarında çeşit çeşit şekillerde anlatmışızdır; ama insanların çoğu ille nankörlük edip diretmiştir.

51- (Habibim!) Şayet dileseydik elbette her köye bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik.

52- (Madem ki yalnız seni gönderdik) Öyleyse kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!

53- Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir serhat koyan O’dur.

54- O (hakir) sudan, bir insan yaratıp ona bir neseb bahşeden ve sıhriyet bağı ile akraba yapan O’dur. Rabbinin her şeye gücü yeter.

55- (Böyle iken inkârcılar) Allah’ı bırakıp kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyen şeylere kulluk ediyorlar. İnkârcı olan kimse Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır.

56- (Halbuki) biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

57- De ki: “Ben, buna karşı sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanızı) istiyorum.”

58- Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.

59- Gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmeden Rahmân’dır. Haydi ne dileyeceksen o her şeyden haberdar olan (Rahmân)dan dile.

60- Onlara “Rahmân’a secde edin” dendiği zaman, “Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç?” derler ve bu emir onların nefretini artırır.

45- Ru’yet (görme)in , “ilâ” harfi ile sılalanınca (bağlanınca ) nazar (bakış) mânâsına gelmesi veya bakışı içine alması gerekir: “Bakmaz mısın Rabbine” veya “görmedin mi, baksana Rabbine” demek olur. Bu bakış ve görüşü kalp fiiline yöneltmek mümkün ise de, açık olanın göz fiili olmasıdır. Halbuki, yüce Rabb’ın zatı, bu âlemde göz ile görülmez .Onun için müfessirler burada bir tevil aramışlardır. Çokları “Rabbının yarattığına” diye değerlendirmek g erektiğini söylemişler; bazıları da, “baksana gölgeye, Rabbın onu nasıl uzattı” mânâsında bir kalb (yer değiştirme) gözetmişlerdir. Ve bu hazif (çıkartma) veya kalb (değiştirme)e bir nükte olmak üzere de “Bakıştan gaye, eserde kalmayıp o eseri yapana varmak olduğuna ait bir uyarmadır” demişlerdir. Bu ise göz fiilinden netice olarak kalp fiiline geçmek demektir. Âciz anlayışıma göre soru cümlesi mahallen mecrur olarak den bedel-i iştimal yapıldığı takdirde ne hazfe, ne kalbe gerek kalmaksızın aynı mânâyı anlamak mümkündür. Bu şekilde Rabba bakış soyut zatı itibariyle değil, gölgenin uzaması hali gibi, yüce Rabb’ın fiil ve işleri ile ilgili şeyler kasdedildiği anlaşılır ki, “Allahın nimetleri hakkında düşününüz, zatı hakkında düşünmeyiniz” meşhur sözüne uygun olan da budur. Bununla beraber en doğrusu bu gibi yerlerde bakıp görmekten maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir. Âyet-i kerimenin tertibi şuna işaret eder ki; önce Allah’ın hitabına muhatab olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı olarak içlerinde yüce Rabb’a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında bir gelişme ile fiilden faile geçerek ona ulaşması istenilmektedir. Âyetin içeriği bunu ne güzel, ne derin anlatıyor. Bakınız:

O gölgeyi nasıl uzattı? Bilindiği gibi zıll, gölge demektir. Güneşin öyle vakti en yüksek noktaya gelişinden sonraki gölgeye Arapça’da “fey” denildiği için, zıll kelimesi bazan ona karşılık olarak özellikle sabah gölgesine denirse de esasında geneldir. Yani mutlak gölge demektir. Gölge, ışık ile karanlık arasında hoş bir keyfiyyet ve huzur ve istirahatin en önemli şartlarından olan bir nimettir. Kur’ân’da karanlıklar aydınlıktan önce getirilirken, gölge de, güneşin kızgınlığından önce getirilmiştir. “Karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz.” (Fatır, 35/20-21) buyurulmuştur. Demek ki, gölge, aydınlığın değil, yakıcı ışığın karşıtıdır. Şu halde karanlıklar gibi yok olmaya mahkum olmayıp aydınlıkla bir çeşit beraberliği bulunan ve korunma mânâsını içeren bir haldir. Bu sebepten gölge korunma mânâsına geldiği gibi, bir korunmanın içine aldığı şeylere ve orada zevk ve huzur ile faydalanılan nimet hakkında da kullanılır ki, dilimizde bu mânâda daha çok saye deyimi kullanılır. Mesela Zıll-i Arş, Arşın gölgesi, Arşın himayesi, koruması demektir. “Saye endaz oldu, sâyesinde sâyebân olduk” demek “himaye etti, nimetlerinden yararlandık” demektir.

Bu mânâ sebebiyle Kur’ân’da cennete “zıll-i memdûd” denilmiştir. Uzayan gölge ifadesinin buna da bir işareti vardır. Bu âyette kelimesindeki “elif-lâm”ın ahid veya cins olması ve akılların onu anlama derecelerine göre basamak basamak çeşitli mânâlara gelmesi muhtemeldir. Ve hepsinde gölgenin bir nimet olması özelliği hatıra gelmektedir.

BİRİNCİSİ: Gölge cinsinden bir ağaç, bir bina, bir dağ, bir bulut ve bir yer gibi gölgesi bulunan herhangi bir katı cismin faydalanılan gölgesi anlaşılır ki, Ebu’s-Suûd’un tercih ettiği görüş budur. Çünkü herkesin anlayabileceği gölge budur.

İKİNCİSİ: Bilinen mânâsı ile gölgelerin en hoşu olan sabah gölgesi, yani tandan güneş doğana kadar olan sabah namazı vakti ki, doğu ufkunun batıya doğru uzanmış gölgesidir. Müfessirlerin çoğu bunu benimsemişlerdir. Bunu herkes kavrayamasa bile çoğunlukla kendi istek ve arzularına tapanların habersiz bulundukları bu gölgedeki nimetin anlamının özel bir önemi vardır.

ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzünün üzerinde gök kubbe halinde uzayan ve aslında gerçek bir gölge olan gökyüzü olarak açıklanmıştır ki, yukarda geçen hadisteki “Zıll-i Semâ” tabiri izafet-i beyaniyye (açıklayıcı tamlama) ile bu mânâya işaret eder.

DÖRDÜNCÜSÜ: İşaret mânâsı olarak bütün âlem (evren), gölge demek olan şu cisimler âlemi, demektir.

BEŞİNCİSİ: Bütün âlem (evren) üzerindeki yüce Allah’ın koruyuculuğu düşünülebilir ki, gölge onun görünen bir örneğidir.

Medd, çekip uzatmak, yerde ve zamanda uzamak ve yayılmak veya başlangıçta uzayıcı olarak yaratmak mânâlarına gelir. “Görme” ipucu ile gölgenin uzatılması, cisimlerin tasarlanmasıyla uzak mesafelerden göze verilmesi mânâsı da yorumlanabilir, bu da önemli bir mânâ olur. Sonuç itibariyle, gölgenin ait olduğu cisimden öteye acayip bir uzantısı vardır ki, onu uzatan Rabbındır, demektir. Kendi arzu ve isteklerine tapanlar, en önemli istek, zevk ve arzularının bir gölgenin altına sığınmak olduğunu düşünmezler. O gölgeyi uzatan ise Rabbındır. O halde gölgeye değil, onu uzatan Rabbına tapmak gerekir. Dileseydi elbet onu hareketsiz de kılardı. Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir mu’teriza (ara cümlesi)dır ki, cisimlerin doğal halinin atalet, yani hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değil, yalnız ve yalnız yüce Allah’ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. Yani Rabbın dileseydi o gölgeyi uzatmaz, uzattıktan sonra değiştirmez, bir kararda durdururdu. Fakat durdurmaz, değiştirir. Sonra nasıl ona güneşi delil kılmışız. “Med” kelimesi üzerine atfolunmuştur ve onun hükmüne girmektedir. Şu halde “keyfe” (nasıl) kelimesi başında demektir. Sonra burada üçüncü şahıstan birinci şahsa (gaibten mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi kullanılmıştır ki, bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu iltifat, tam yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki, bu yüceliğin karşısında tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış olacaktır. Güneşin gölgeye delil kılınması ne demektir. Burada güneş, güneş yuvarlağı değil, ışık mânâsındadır. Biz biliriz ki, gölge, ışığın ters tarafında yer alır. Bundan dolayı birçok kimse gölgeyi güneş yapıyor zannederler, gölgenin sebebi ışık sanılır; halbuki, ışık gölgenin zıddıdır. Güneşin doğduğu yerde gölge kalmaz; gölge, ışığın eseri değildir. Gölgeyi Allah uzatmıştır. O ışıktan önce vardır, fakat görünmez, görünüp bilinmesi ışık aracılığı ile, olur, ışık olmasaydı, gölgenin varlığı bilinmezdi. Bu şekilde ışık, zıddı olan gölgenin varlığına bir delil, bir işaret yapılmıştır. Işığın çeşitli durum ve özelliklerinden, gölgenin değişmesi ve başkalaşması sonucuna varabilirsiniz, gördüğünüz cisimleri ışığın delaleti ve kılavuzluğu ile gördüğünüz gibi, gölgelerini de ışıkla görürsünüz. O halde, görülenler, eşyanın ışık ile çizilen resimleri, ışık ile göze uzatılan gölgeleri, hayalleridir. Bu şekilde bütün görülen âlem “Âlemde bulunan her şey bir kunutu ve hayaldir. Yahut aynadaki akisler, ya da gölgelerdir” sözüne göre bir gölge ve hayaldir ve bu hayal ise Rabbına bir delildir.

46- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz. Yani güneş doğdukça gölge çekilmekte ve Allah’tan geldiği gibi, yine yavaş yavaş, azar azar Allah’a döndürülmektedir. Hakikat güneşi görününce, gölge söner, Hakk’a döner. İşte Hak’tan uzanmış bir gölgeden ibaret olan bütün âlemin de içyüzü bu, sonu budur. Bununla beraber iş sadece bununla kalmayacaktır. Bu tutup çekmenin bir de tekrar yayıp sermesi, bu ölümün ahirette yeni bir dirimi vardır ki, bunu şu âyetten anlayabilirsiniz:

47- Sizin için geceyi örtü kılan O’dur. Bu uzatılan gölgeden birisi, yeryüzünün gölgesi olan geceyi, vücudu örten elbise gib üzerinize örtü yaptı. Güneş işaretinin bunaltıcılığından, düşmanın çekiştirici gözlerinden saklar ve dinlenme sebeplerinizden birini oluşturur.

Uykuyu bir sübat (istirahat) yaptı.

SÜBAT: Kesmek, durdurmak mânâsından alınmış olarak rahat ve ölüm mânâlarına gelir. Nitekim istirahat gününe sebt günü denilmiştir. Hastalığı dinip istirahat eden hastaya “mesbût” denildiği gibi, ölüye de hayatı kesildiği için “mesbût” denilir. Ebu Müslim, rahat ile tefsir etmiş, Keşşaf sahibi de “mevt” ölüm mânâsını tercih etmiştir. Çünkü karşılığında “nüşûr” geliyor. Gündüzü de bir nüşûr (yayılıp çalışma zamanı) kıldı. Yani gecenin alınıp çekildiği gündüzü de, yeniden bir hayata kalkış, bir öldükten sonra tekrar dirilim yaptı. (Yukarıdaki 25/3 âyetine bkz.) Geceleyin rahat döşeğine yatıp faaliyetlerini durdurarak “O sizi gece öldürendir.” (En’âm, 6/60) âyetinin bildirdiğine göre ölmüş olanlar, sabahleyin o gölge geri çekilirken uyanır, harekete ve yayılmaya başlar, yeni bir hayata atılırlar. Bu tekrar dirilmeyi ummayanlar o hayatı istemeyenlerdir.

48- Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur.

BÜŞRAN: Müjdeci demek olan “beşîr” in çoğulu; bazı kırâetlerden “nun” ile okunur ki, “nâşir” in çoğuludur. Neşriyatçıları, yayıcıları demek olur. Masdar olarak kırâeti de vardır ki, “neşr” yaymak için” demektir.

Bununla birlikte bazı kırâette de tekil olarak okunmuştur. Yağmur yerine rahmet diye kullanılması iki nükteyi ifade eder: Birisi felaket tufanı olan yağmurdan sakınma; diğeri de, mânâsının diğer nimetleri de içine aldığına işarettir. Çünkü rahmet, yağmurdan birçok yönden daha umumîdir. Yani yalnız hava akımlarından ibaret olan rüzgarların değil, gaflet uykusundan uyandıran ilâhî hareketler, fikrî ve sosyal cereyanlar dahi ilâhî rahmetin müjdecileri, dağıtıcılarıdır. Gerçi rüzgarların hepsi müjdeci değildir. Helak edici fırtınalar, her şeyi mahveden şiddetli rüzgarlar, gürültülü rüzgarlar vardır. Nice milletler, uyuşmazlık ve ihtilaf ile çarpışmaktan yok olmuşlardır. Fakat ilâhî rahmet de durgun havada gelmez, önünde gönderilen rüzgarların müjdesiyle gelir ve onların yayılma seviyelerine göre intişar edip yayılır. Bundan dolayıdır ki, “Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir” buyurulmuştur. İş tabiata kalsaydı, akımlar olmaz, durgunluk kanunu gereğince her şey aldığı bir şekil üzere giderdi. Fakat yaratılışlar üzerinde hakim olan ilâhî irade, yüce kudret, rahmetini yayıp genişletmek için bu akımları uyandırır. Gökten tertemiz bir su indiren O’dur. Pislikleri temizleyecek ve hayat kaynağı olacak temiz bir su.

49- “Ki biz (o su ile) ölü toprağa can verelim” . İşte bütün bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini ve kudretinin büyüklüğünü gösteren fiil ve yaratması ve ölümden sonra dirilmenin misal ve delilleridir.

50- Andolsun, biz bunu insanların arasında öğüt almaları için evirip çevirmekteyiz, çeşit çeşit anlatmaktayız.

TASRİF: Bir şeyi değiştirerek türlü şekillere koymaktır ki, evirip çevirmek de odur. Bu daki zamirin neye işaret ve tasrif olunanın ne olduğu konusunda birkaç değişik şey söylenmiştir. Bazısı, yağmur, rüzgar, bulut ve diğer adı geçen şeylerdir demişler; bazıları da bu söze, yani rüzgar gönderip yağmur indirmek sözüne Kur’ân’da tekrar tekrar andık, mânâsını vermiş ise de, açık mânâsı, tefsircilerin çoğunun söylediği gibi “su” ile ilgili olmasıdır. Suyun insanlar arasında evrilip çevrilmesi ise üzerinde uygulanan fiilde ve sözdeki kullanımlardır. Değişik mevsimlerde, değişik yerlerde, değişik şekillerde yağar, çeşitli yerlere dağılır, değişik şekillere girer, donar buz olur, kurur buhar olur, bulut olur, tekrar yağmur veya kar veya dolu şeklinde yağdırılır, acılanır, tatlılanır; bütün bunlar fiilen ilâhî değişiklikler olduğu gibi, bu şekilde Kur’ân’ın birçok yerinde bunun hatırlatılması ve Kur’ân’ın o suya benzetilmesi de söz olarak Allah’ın değişik şekillerde açıklamasıdır. Bir su maddesi, su konusu üzerindeki söz ve fiil olarak bütün değişmeler o insanlar öğüt alsınlar, düşünüp ibret alsınlar, başlangıcı ve sonucu anlasınlar, Rablerine şükretsinler, diyedir. Böyle iken o insanların çoğu ille nankörlük edip dayatmaktadırlar. Bunca kâfirlere karşı

51- Eğer dileseydik elbette her köye bir uyarıcı, o kâfirlere azabı haber verecek bir peygamber gönderirdik. Bu şart cümleciği şart mânâsı ile, şöyle istisnaî bir kıyas teşkil ediyor: Fakat göndermedik, demek ki öyle dilemedik, yalnız seni gönderdik. Sûrenin baş kısmında açıkça ilan edildiği üzere bütün âlemlere korkutucu kıldık.

52- O halde kâfirlere itaat etme de bu Furkan ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad yap. Her köyde bir peygamber gönderildiği takdirde, o peygamberlerin hepsinin yapacağı cihada denk bir cihad, elbette büyük bir cihaddır. Bu sûre Mekkî olduğu için, daha öldürme emri verilmeden önce olan bu büyük cihad emri, her cihadın başı olan bir cihaddır. Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Bununla emrolunan Peygamberin elinde Kur’ân’dan başka bir silah yok iken, o Allah kelâmı (Kur’ân) mucizesi, o büyük cihadı yapmaya yeterli geliyor ve Mekke’den başlayan bu cihad, bütün cihana yayılıyor. Bu emri takîben şu âyet ne büyük bir güvencedir:

53- O ki, iki denizi birbirine salıvermiştir, şu tatlıdır, hararet söndürür. Nil ve Fırat gibi ki iman sahibi olanlar da böyledir. Şu tuzludur, acıdır. Şab ve Umân gibi, kâfirler de böyledir. Aralarına da bir berzah koymuştur. Berzah, iki şey arasındaki bir engel, iki deniz arasındaki dildir. Ve bir hıcr-i mehcur, aşılmaz bir serhat, yani bir nefret ve zıddiyet, bir sınırlı hat çizmiştir ki, birbirlerine karışmaları mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmaları mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmayarak evrende yer almış olmaları yalnız ve yalnız yüce Allah’ın koyduğu himayenin eseridir.

54- Buradan, Allah’ın özellikle insanın yaratılışı üzerinde ortaya çıkan kudret delillerine geçilerek buyuruluyor ki, O ki, sudan bir insan yarattı -yalnız mâ-i dâfik (fırlayan su) mâi mehin (hakîr su) denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken genel olarak hayatın kaynağı olan ve gökten indirildiği bildirilen “Biz, her canlıyı sudan yarattık” (Enbiya, 21/30) buyurulan sudan da onu neseb ve sıhriyyet bağı yaptı. Yani soy sop olmak üzere iki cinse ayırdı: Erkek ve dişi. Bu suretle insanlara bir özellik verdi.

Burada gelişme kanununun değişik safhaları fevkalâde güzel bir şekilde konularak arz ettiği ilâhî deliller ne güzel gösterilmiştir:

BİRİNCİSİ: Bütün cisimler âlemini temsil eden bir gölge.

İKİNCİSİ: Buna verilen hareket ve durgunluktan meydana getirilen manzaralar ve değişiklikler.

ÜÇÜNCÜSÜ: Bu esnada bir su indirilmesinden meydana getirilen hayat.

DÖRDÜNCÜSÜ: Aynı yer üzerinde o hayatın değişik şekilleri.

BEŞİNCİSİ: Ondan özellikle bir çeşidinin (insanın) yaratılışı.

ALTINCISI: İnsanların cinslere ayrılması ki, bütün bunlar evrenin yaratıldığı altı gün gibi gelişme derecelerinin en büyük sınırlarıdır. Ve her birinden yüce yaratıcının kudreti daha fazla bir yücelik ile ortaya çıkmıştır. Rabbinin her şeye gücü yeter.

55-Ne gariptir ki, zamanımızda birçok kimseler gelişmenin bu basamaklarını görüyorlar da, bundan yaratıcının kudret ve yüceliğini anlayacak yerde inkâr etmeye bir sebep olarak görmek istiyorlar, bir kurbağanın maymun olduğunu ve maymundan bir insan doğduğunu sanmakla, yaratan Allah’a gerek kalmazmış gibi ilim namına hakikati yalanlıyorlar. Şu âyet onlar hakkında tamamen okunur: Böyle iken (o inkârcılar) Allah’ı bırakıyorlar da kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek şeylere tapıyorlar. İnkârcı kimse Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır. Gönderdiği peygambere, boyun eğmediği gibi düşmanlık için çalışıyor. Bu âyet Ebu Cehil hakkında indirilmiştir. Ve onun gibilerin durumlarını ifade etmektedir.

56- Halbuki biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Yalnız uyarmak için değil, ondan önce müjdelemek için, kulluk edenlere yüce Allah’ın rahmetini müjdelemek, Rahmân ve Rahim olduğunu anlatmak için gönderdik. Burdan anlaşılıyor ki, sûrenin başından beri yalnız sakındırmadan bahsedilmesi, müjdeyi dinlemedikleri içindir. Ne büyük cehalet! Ne korkunç âkibet!

57- De ki: Ben buna karşı yani peygamberliğin ilanı işinden dolayı sizden başka bir karşılık istemiyorum. Ancak Rabbına bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmayı) istiyorum. Yani davet ettiğim iman ve kullukla Allah’a yakınlık ve erginliği dilek edinmiş kimseler, böyle ashab ve ümmet istiyorum.

58- Ve (sen) o ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan; onların kötülüklerinden kurtulmak, verecekleri karşılıklardan gönlü tok olmak için, yalnız o ölmez diriye dayan, ölümden kurtulamayacak olan fâniler yıkılır, dayananları kaybolur gider. Ve O’nu hamdiyle tesbih et. Nimetlerine şükür için her türlü yüce sıfatlarıyla saygı göstererek, noksan sıfatlardan uzak olduğunu kabul et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter! Hiç kimse bilmese de, onun bilmesi yeterlidir. Hiç bir haberciye ihtiyaç duymaksızın açığı ve gizliyi bilen, O herşeyden haberdar olan Allah cezalarını verir. Başka hiçbir ceza vermeyecek olsa bile, yalnız bilmesi bir ceza olarak yeterlidir.

Başlangıcı olmamak ve ilim gibi zatî sıfatlarında yüceliğini açıkladıktan sonra, fiilî sıfatarındaki yüceliği ve olgunluğu açıklamak için de, ikinci bir sıfat olarak şöyle buyuruluyor:

59- O (ölmez ve ebedî diri) ki, gökleri ve yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı. Altı gün, evrenin yaratılışının, geliştirilip büyütme kanunu gereğince en genel sınıflandırmasındaki gelişme anlarına işarettir. (A’râf, 7/54; Fussılet, 41/9-12. âyetlerin tefsirine bkz.) Yani ilâhî zatı her türlü noksanlardan uzak ve yüce sıfatlarla muttasıf olduğu gibi, fiili de o kadar noksandan uzak ve yüceliklerle doludur ki, yoğu yaratır ve bütün gökleri ve yeri yaratmıştır. Yaratmak, bir anda dilemek ve meydana getirmek, “ol” demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, eksiklikten yüceliğe ve olgunluğa doğru bir devamlı gelişme ile olgunlaştıra olgunlaştıra, her bir dönemi gelişme ve olgunlaşma olan altı günde yarattı ki, altıncısı insanın yaratıldığı Cuma, yani toplanma günüdür. Âdem (a.s)in yaratılması ve isimlerin öğretilmesi ile hilafet tahtı kuruldu. Sonra Arş üzerine hakim oldu, hükmünü ve saltanatını sürdürmeye devam ediyor (A’râf, 7/54. âyetin tefsirine bkz.) Rahmân’dır O. Bütün yaratıklar, rahmetinden yararlanıyor (Fâtiha Sûresi’nde Rahmân’ın tefsirine bkz.). İşte ne dileyeceksen o Habîr’den dile veya bu konuda bu yaratma işinde daha fazla açıklama istiyorsan başkasından değil, her şeyi bilen o Habîr’den sor. Çünkü başkası bilmez.

60- O Rahmân’a secde edin denildiği vakit de onlara, o kâfirlere: “Rahmân nedir?” -Rahmân nedir sorusu, bu ismin anlamını, kime isim olarak verildiğini, niçin verildiğini sormak olabileceği gibi, inkâr için de olabilir. Şüphe yok ki, Araplar Rahmân kelimesinin mânâsını anlamaz değildir. O halde ya Allah’ın ismi olduğunu bilmiyorlardı veya Allah’ı inkâr ediyorlardı; daha doğrusu Allah’ın rahmet sıfatını inkâr ediyorlardı. Bu ismin ifade ettiği rahmet ve merhamet sıfatını bilmiyorlardı. Onun için- Sen bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz?” dediler. Yani bilmediğimiz bir şeye yalnız senin emrinle secde eder miyiz? dediler. Ve bu emir onların daha fazla nefretlerini (vahşetlerini) artırdı. Dahhak’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Osman b. Maz’un, Amr b. Uneyse secde ettiler. Müşrikler bunların secde ettiklerini görünce alay ederek mescidin öbür tarafına doğru uzaklaşıp gittiler.

Buna karşı O Rahmân’ı, yer ve zamanda açıkça görülen rahmet ve bereketinin büyüklüğü ve yüksekliği ile yüceltme ve Rahmân’ın müjdeye layık kullarını tarif için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

61- Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.

62- İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur. 63- O çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) “selam” derler (geçerler).

64- Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek yatarlar.

65- Onlar ki, şöyle derler: Cehennem azabını üzerimizden sav! Doğrusu onun azabı geçici bir şey değildir.

66- Orası cidden ne kötü bir uğrak, ne kötü bir konaktır.

67- Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

68- Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahı(nın cezasını) bulur.

69- Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır.

70- Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

71- Ve her kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.

72- Ve onlar ki, yalan şahitlik etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman vakar ile (oradan) geçip giderler.

73- Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.

74- Ve onlar ki: “Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl” derler.

75- İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamları ile mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.

76- Orada ebedî kalacaklar, orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır.

77- (Resulüm!) De ki: “Rabbim size ne kıymet verir duanız olmasa? (Ey inkârcılar! Size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; o halde azab yakanızı bırakmayacaktır!

61- Burçlar. BURÇ: Aslında yüksek köşk demektir. Gökyüzünde her yıldız topluluğuna, yani özellikle bir arada bulunan yıldız takımlarından herbirine burç veya suret ismi verilmiş ve kelimenin bilinen gerçek mânâsı bu olmuştur. Yeryüzü haritasında şehirler ve şehir haritasında yüksek ve büyük binalar nasılsa, gökyüzü haritasında da burçlar öyle gibidir. Bize gökyüzündeki yıldızların birer topluluk halinde yer aldıklarını gösterir. Aslında bunların gerçek durumlarını buradan ölçüp kararlaştıramayız, fakat en azından görünüşleri ile aydınlanabiliyoruz ve bu şekilde gerçeklikleri ve adetleri tam bilgimiz altında olmadığından dolayı nekre (belirsiz) olarak buyurulmuştur. Yıldızların iyice anlaşılması için, burç taksimatı pek eski zamandan beri görüş olarak benimsenmiş, hatta İdris (a.s)e kadar götürülmüştür. Batlamyus yirmi biri kuzeyde, on beşi güneyde, on ikisi ortada, muaddilü’n-nehar denilen bir ucu “Koç” burcunun başında, öteki ucu “Başak” burcunun sonunda olan bir çizginin etrafında, güneşin bir sene içerisinde döndüğü görülen yörüngesinin bulunduğu noktada olmak üzere toplam kırk sekiz burç saymıştır. Bu kırk sekiz burç, bin yirmi dokuz yıldızdan ibaret olup üç yüz altmış bir tanesi kuzey burçlarında, üç yüz on sekizi güney burçlarında, üç yüz ellisi de, mıntakatü’l-bürûc denilen orta bölgededir. Bu mıntaka-i bürûc üzerindeki on iki burç, bir sene zarfında adeta güneşin birbirini takiben uğradığı evler gibi kabul edilir.

Hamel ü Sevr ile Cevza’da olur fasl-ı bahar

Seretan ü Esed ü Sünbüle’dir yazda karar

Tuttu güz faslını Mizan ile Akreb dahi Kavs,

Cediv ü Delv ve Hût oldu zemistane medar.

“Koç ve Boğa ile İkiz burcunda ilkbahar,

Yengeç ve Aslan ile Başakta’dır yaz günleri.

Terazi ve Akreb ile Yay burcunda sonbahar

Oğlak ve Kova ile Balıkta’dır kış günleri”

Amerika kıtasının bulunmasıyla burçların sayısı yüz on yediye çıkarılmış olmakla beraber, on iki burç yine aynıdır. Bununla beraber, bu on iki burç görünüşe göredir. Fezayı kesmiş gibi kabul edilen altı dairenin ikiye bölünmesi ile elde edilen on iki bölümden biri demektir. Yani birer yıldız topluluğu değil, böyle olduğu kabul edilen birer bölümdür. Burç bu mânâda kabul edilecek olursa, bu on ikiyle sınırlanmış olur. Astronomi kitaplarında burç, bu on iki hakkında kullanılmış, diğerlerine burç denilmeyip suret ismi verilmiştir. Bundan dolayı, müfessirlerin çoğu gezegenlerin yörüngeleri gibi kabul edilen bu oniki burcu söylemişlerdir. Fakat sözlük yönünden âyette bu mânâya delil yoktur. Âyetin açık mânâsı yaratılan burucun var sayılan şeyler değil, güneş ve ay gibi gerçek olmasıdır.

“Orada yarattı” Buradaki zamirinin yine gökyüzüne ait olması ihtimali var ise de buruca ait olması daha yakındır. “Bir kandil.” SİRAC, ışık veren şey, kandil, lamba ki, kasdedilen Güneş’tir. Bazı kırâetlerde ve ‘nin ötresi ile çoğul olarak okunmuştur. Bu kandiller ise güneşten başka büyük yıldızları da içine alır. “Bir de nurlu bir ay yarattı.”

KAMER-İ MÜNÎR: Parlak Ay, aydın aydır. Üç güne kadar hilâl, ondan sonraya Kamer ismi verilir.

MÜNÎR: Nurlu ve nurlandıran, demektir. Görülüyor ki, yüce Rahmân’ın rahmetinin feyiz ve bereketi gösterilirken gökyüzünün burçları ile tasvir edilmiş ve içine bir ışık kaynağı (güneş) ve bir de parlayan ay konulmuştur. Gayet sade görünen ve fakat bütün âlemin manzarasını içinde bulunduran bu parlak ifade de çok derin gerçekler parlamaktadır.

Burçların bize karşı görüntüleri ne kadar nisbî olursa olsun gerçekte gök cisimlerinin takım takım çeşitli şekillerde bir arada topluluklar meydana getirdiklerini gösterir. Ve bu şekilde sınırına ulaşılmaz bir kudretin yaratışındaki büyüklüğü anlatır. Eğer bu gök cisimlerinin maddeleri fezada birbirinden ayrılmayıp da hepsi sadece tabii bir tarzda bırakılmış, hepsi bir hacimde toplanmış olsaydı ne bu cisimler ve burçlar olur, ne de bu feyiz ve bereket bulunurdu. Bu sebepten, bu maddelerin küçük parçaları olan atomları arasındaki uyum ve denge hiç değiştirilmemiş olsaydı, kendi haline bırakılsaydı yine bu yıldızlar ve burçlar bulunmaz ve bu feyiz ve rahmet olmazdı. Sonra bütün maddeler aynı miktarda ayrılmış ve birleştirilmiş, hepsi eşit yoğunluklara ayrılmış olsaydı, böyle çeşitli burçlar meydana gelmez ve bu sirac (güneş) ve ay meydana çıkmazdı. Demek ki, gökyüzündeki burçların o değişik görüntüleri her şeyden önce, yaratılışlar üzerinde hakim olan yüce yaratıcının, yaratıcılığına bir delildir. İkinci olarak yüksek köşkler, kandillerle gökyüzünün tamamında, yüksek ve büyük bir şehrin, bir medeniyetin gönüle taht kuran manzarası ifade edilmiş ve böyle yüksek ve sosyal bir görüntüye yükselmek hissi aşılanmıştır.

62-Onun için buyuruluyor ki; gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur. Yani birinde yapılamayanı diğerinde yapılmak için yerine koyan, yahut birbirini takip ettirerek değiştirip duran. ibret almak veya şükretmek isteyen için. Yani aklını başına alıp eksiğini tamamlamak, ilmî veya amelî bir iş görmek isteyen kimseler için, çünkü düşünmeye ve vazife görmeye niyyeti olmayan tembel kimseler için zamanın değişmesinde hiçbir mânâ yoktur. Onlar zamanı öldürmeye çalışırlar.

TEZEKKÜR: Bu rahmet eserlerini ve sanat delillerini düşünerek kendi noksanını ve yüce yaratıcısını kuvvet ve kudretini anlamak

ŞÜKÜR: O Rahmân’a kulluk görevini yerine getirmek. Şimdi bunu açıklamak için yeniden söze başlama (istinaf) vav’ı ile buyuruluyor ki:

63- Ve o Rahmân’ın kulları, yani zikir ve şükrünü bilerek yalnız o Rahmân’a kulluk eden o mutlu kimseler. Bu mübtedâ’nın haberi ta sûrenin sonuna doğru gelecek olan “O kimseler yüksek makamlarla mükafatlanırlar. ” (25/5) âyetidir. Bununla beraber şu da olabilir: Onlar ki yeryüzünde tevazu ile yürürler. Burada Rahmân’ın kullarının herbiri bir zümreyi andıran sekiz sıfatla nitelenerek İslâm ahlâkının, medeniyetinin, düşüncesinin ve idealinin bir özeti yapılmıştır, şöyle ki:

1- Genellikle gidişatlarını gösteriyor, yani Rahmân’ın kulları, öyle kimselerdir ki, önce gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülayimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sukünet ve vakar ile alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve yumuşak yürürler. Etraflarını sıkıntılandırmaz, eza vermez, sendeler gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak giderler. Cahiller, yani kendini bilmezler, edebsiz güruh laf attığı zamanda kendilerine “selam” derler. Selametle neticelenecek söz söyler, yahut selametle derler. Onlara çatmaya tenezzül etmezler, tahammül de ederler.

64-2- Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. Yani gece evlerine, yataklarına çekildikleri zaman gidişatları bu olur. Rablerine halisane namaz kılarlar. Yatışları, kalkışları da hep Allah için olur.

65-3- Ve onlar ki gerek namazlarının arkasında ve gerek diğer zamanlarda şöyle dua ederler: Ey Rabbimiz! Bizlerden cehehnem azabını defet. Yani cehennem azabından kurtulmak, ilk emelleridir. İbadet ve gayretlerine güvenmeyerek daima kurtuluşlarına duâ ederler. Çünkü onun azabı geçici bir şey değildir. Bu alacaklı gibi enseye binmiş kaçınılmaz bir beladır.

66- Gerçekte o (cehennem) ne kötü bir uğrak ve ne kötü konaktır!

MÜSTEKARR, makarr; MÜKÂM, ikametgah demektir. İkisi de durulan yer demek olduğuna göre birbirinden ayırmak zordur. Müstekarr, âsilere; mükam, kâfirlere göre denilmiş ise de bu mânâ cennette cereyan etmeyeceğinden müstekarrı, oturma yeri içindeki özel yer olarak düşünmek daha uygundur. Mesela, bir köy oturma yeri ise, müstekarr ondaki bir oda gibidir. İçi dışı bütün çevresi fena demek olur.

67-4- Ve onlar ki harcadıklarında israf etmezler.

İSRAF: Hergangi bir şeyde haddini aşmaktır. İnfakta israf da, harcamada haddini aşırmaktır. Masraf ya bir zaruret veya bir ihtiyaç veya bir güzellik için yapılır. Zaruri olan masraf yapılmayınca yaşamak mümkün olmaz; mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarurettir. İhtiyaç duyulan masraf yapılmazsa güçlük çekilir; mesela doyacak kadar yemek, ihtiyaçtır. Güzelleştirme için yapılacak masraf yapılmazsa, güzel olmaz; hoş yemek gibi. Ferdin ve toplumun kendi kazancına göre bu derecelerden bir sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı, meşru olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir israf olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel değil, israf sınırına girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak değil, üretmek olacağından israf olmaz. Rahmân’ın kulları faydasız, hayırsız yere sarfetmezler. Hakkını da kısmazlar ikisi arası denk olur. İşte iktisat denilen de budur. İstiva (denk olma)dan seva (eşit) olduğu gibi, istikamet (doğru hareket)den kavam (kıvam) iki ucun denk gelmesidir ki muvazene (denge) dahi deriz (Bakara, 2/236 ve İsra, 17/100. âyetlerin tefsirine bkz.)

68-71-5- Ve onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Şirk, katil, zina büyük günahların en büyüğü olan bu üç büyük günah din, medeniyet ve insanlık namına işlenip duran cinayetlerden olduğu için, burada özellikle bunlardan sakınmak zikredilmiştir. Allah’ın haram ettiği, muhterem kıldığı canı (almazlar); Allah için söz verilmiş olan herhangi bir nefsi ki eman dileyip sığınan kimse dahi buna dahildir. Bundan dolayı hiçbir andlaşması bulunmayan savaş halindekilerden başkasının kanının akıtılması yasaktır. Hakk ile olan başka, kısas ve hadd gibi. Günahın cezası vebal (azab)dır. Hafs kırâetinde bu zamirin kural dışı olarak uzatılması, cezanın ebediliğine işaret ederek mânâ yönüne uygun düşmesi için olsa gerektir. Bu zamirin azabı işareti, cehennem ateşinin ebedî oluşundadır, azabda değildir, diyenlerin görüşlerinin tersine bir delil olmaktadır.

72- 6- Ve onlar ki, yalana şahid olmazlar. Yalan yere şahitlik etmedikleri gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen yerlerde de durmazlar. “Boş söze rastladıkları zaman” .

LAĞIV, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir ki, dilimizde lağviyyat (boş söz ve işler) diye anılır. Bazıları, taat (kulluk) olmayan şeyler diye tefsir etmişlerdir, fakat mubah olan şeyler taat olmamakla birlikte lağıv (boş şeyler) de değildir. Yani lağviyyata girmezler, fakat yolları düşer, rastgelirlerse vakar ile onurlu bir şekilde (oradan) geçer giderler.Bunun tefsiri, Kasas Sûresi’ndeki “Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler” (Kasas, 28/55) âyetidir.

73-7- Ve onlar ki, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında; yani kendilerine ihtar edildiği, vaaz ve nasihat olunduğu, ders verildiği zamanlar, o âyetlere karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar, yani dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler, fakat görür göz, dinler kulak olarak üşüşürler.

74-8- Ve onlar ki, Ey Rabbimiz! gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et -burada harfi beyaniyye (açıklama) veya ibtidâiyye (başlangıç) için olmasına göre iki mânâ caizdir. Birisi, bizlere gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler ver demek; diğeri de, eşlerimiz ve zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler, mutluluklar ver, demektir. Bu dilek, aile ve evlad terbiyesine verilen önemi gösterir- ve bizi takva sahiplerine önder kıl, derler Takva sahipleri Allah’ın korumasıyla, cehennem azabından korunan mutlu kimselerdir.

İMAM: Başkan, öncü, kendisine uyulan kimse demektir. Yalnız muttaki olmak değil, müttakilerin önderi olmak arzusu ne büyük gaye, ne kutsal bir düşünce ve idealdir. Düşünmeli ki, Rahmân’ın kullarının ruhlarındaki büyüklüğü gösteren bu duanın içinde bulundurduğu mânâ ne yüksek, ne toplayıcıdır! Bundan yüksek bir fikrî ilerleme, yüce gayret düşünülemez.

75-76- İşte bunlar yaptıkları sabırlarına karşılık gurfe (yüce makamlar) ile mükafatlandırılacaklardır. “Onlar cennet odalarında huzur içindedirler” (Sebe’ 34/37) olacaklar, yani en yüksek dereceye, cennet köşklerinin en yükseklerine çıkarılacaklar.

GURFE: Aslında yüksek bina ve konakların terası, kulesi gibi en yüksek noktası demek olup burada gökyüzünün burçlarına uygun olarak bir yükseklik ifade etmektedir. Bu sebeple olmalıdır ki, yedinci gök diye de tefsir edilmiştir. İşte onlar öyle yükselecekler, ve orada bir sağlık ve selam ile karşılanacaklar.

TAHIYYE: Sağ olasınız, Allah sağlık versin, Allah ömürler versin gibi hayat duası; selam da, selamet duasıdır.

“Her türlü saygı, salat ve iyilikler Allah’a mahsustur. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey Peygamber! Selamet bizim ve iyi kulların üzerine olsun. Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve resulüdür.”

77- De ki: “Rabbim ne kıymet verir size duanız olmasa? Yani “Ben cinleri ve insanları, anca bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere, yaratılışınızın hikmeti ibadet ve kulluktur. Onun için ibadetiniz ve kulluğunuz olmasa Allah katında ne kıymet ve öneminiz olurdu? Duanız olmadığı takdirde (kesin kes) yalan saymışsınız, Rabbinize inanmamışsınız demektir. O halde o yalanlamanın cezası, gerekli bir sonuç olur, yarın boynunuza geçer.
Daha yeni Daha eski