(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı)
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashaptan Dıhye b. Halife el-Kelbî’yi Rum Kayseri Heraklius’a, İslam’a davet etmek üzere, aşağıdaki mektubu vererek gönderdi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Resûlullah yoluna tâbi olanlara selam olsun! Hidayet yoluna tâbi olanlara selam olsun!
“Bundan sonra (Ey Rûm milletinin büyüğü)! Seni, İslam’a davet ediyorum! Müslüman ol ki selamette bulunasın. Müslüman ol ki Allah, senin ecrini iki kat versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün tebaanın günahı senin boynunadır.
“Ve siz, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim. Eğer Kitap Ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin: ‘Şahit olun, biz gerçek Müslümanlarız.’” (Âl-i İmrân, 64)[1]
Dıhye (r.a.), Rum Hükümdarı Heraklius’a Resûlullah’ın mübarek mektubunu kısa zamanda ulaştırdı.
Mektup okunurken, hükümdarın alnında terler boncuk boncuktu. “Süleyman Peygamberden sonra, ben böyle ‘Bismillahirrahmânirrahîm!’ diye başlayan bir mektup görmüş değilim!” dedikten sonra mektubu öpüp başına koydu. O anda hiçbir şey izhar etmedi; araştırıp soruşturmayı uygun buldu.
Ebû Süfyan ile Heraklius Karşı Karşıya
Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygamber olduğunu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mudur?” diye sordu.
O sırada ticaret münâsebetiyle, Ebû Süfyan, Kureyş’ten bazı adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp, yine o sırada Şam’da bulunan Kayser’in huzuruna getirdiler. Hadisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle anlatmıştır:
“Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın hanginizdir?’ diye sordu.
“‘Neseben en yakınları benim!’ dedim.
“Beni önüne oturttular; arkadaşlarımı da arkama...
“‘Bunlara söyle: Ben, peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz!’
“Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından korkmasaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydururdum!”
Sonra da hükümdar ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:
“Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”
“İçimizde onun nesebi pek büyüktür!”
“Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”
“Hayır!”
“Peygamberlikten evvel, onu hiç yalanla ittiham ettiniz mi?”
“Hayır!”
“Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”
“Daha çok halkın zayıf ve fakirleri tâbi oluyor!”
“Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu?”
“Eksilmiyor; bilâkis artıyorlar!”
“Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”
“Hayır, yoktur!”
“Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâkî midir?”
“Hayır, vâkî değildir. Ancak biz şimdi onunla çarpışmayı bir müddet için bırakarak muahede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yoldaki ahdini bozmasından korkuyoruz!”
(Ebû Süfyan der ki:
“Vallahi, verdiğim cevaplara bu sözden başka bir şey ilave etmek imkânını bulamadım!”)
“Onunla hiç harp ettiniz mi?”
“Evet, ettik.”
“Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?”
“Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, Bazen biz ona...”
“Sizden, ondan önce peygamberlik iddiasında bulunmuş bir kimse var mıdır?”
“Hayır, yoktur!”
“O, size neler emrediyor?”
“Yalnız bir Allah’a ibadet etmeyi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emaneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”
Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöyle dedi:
“Nesebini sordum; içinizden yüksek neseb sahibi olduğunu beyan ettin. Peygamberler de, zaten böyle, kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönderilirler.
“Ben, babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sordum. Sen, ‘Hayır, yok’ dedin. Eğer, babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir!’ diye hükmederdim.
“Ben, peygamberlik iddiasında, ondan önce içinizde bulunanın olup olmadığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da, belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittiba etmek istemiş bir kimsedir!’ diye düşünürdüm.
“Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zayıflarıdır’ dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da onlardır.
“Ben, peygamberlik davasında bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez.
“Ben, ‘Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da, ‘Hayır’ cevabını verdin. İman da böyledir. İmanın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.
“Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?’ soruma, sen, ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İman keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.
“Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’ diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş neticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten peygamberler de hep böyledir: Onlar belâlara uğratılırlar; ama sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur.
“Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’ diye sordum. Sen, ‘Sözünde durmamazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hali budur: Hiçbir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.
“Ben, ‘O size neler emrediyor?’ diye sordum. Sen, ‘Onun Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyi, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamayı size emrettiğini v.s. dedin.
“Bütün bu anlattıkların, peygamberlerin vasıflarıdır! Eğer o zât hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz, o bir peygamberdir! Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum; fakat sizden çıkacağını tahmin etmezdim!”[2]
Bu karşılıklı konuşmadan sonra da, Heraklius açıkça, “Eğer, onun yanına varabileceğimi bilebilsem, kendisiyle buluşmak için her türlü zahmete katlanırdım; yanında olsaydım, hizmet ederek, ayaklarını yıkardım! Yemin ederek söylüyorum ki onun mülkü, iktidarı şu ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır”[3]diye konuştu.
Bu sözlere muhatab olan Ebû Süfyan’ı, bir korku ve telâş sardı; dışarı fırlayıp, arkadaşlarına, “İbni Ebî Kebşe’nin[4]işi gerçekten gittikçe büyüyor! Şu muhakkak ki Benî Asfar Hükümdarı bile ondan korkmaktadır!”[5]dedi.
Heraklius’un İmanı
Rum Hükümdarı Heraklius, artık beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatine varmıştı. Kavmine, “Geliniz, ona tâbi olalım, dünya ve ahirette selamete erelim!” dedi. Ancak Heraklius’un bu daveti netice vermedi; hatta Rumların hiddetine sebep oldu.
Bunun üzerine Heraklius, iman ettiği halde dünya saltanatı için imanını gizli tutmak yolunu tercih etti.
Hz. Dıhye’nin, Dağâtır’a Gitmesi
Hayatına son verilmekten ve saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen Heraklius, Hz. Resûlullah’ın elçisi Dıhye’ye (r.a.), Hıristiyan âlimlerinin büyüklerinden biri olan Üskuf Dağâtır’a gitmesini tavsiye etti; ayrıca ona vermek üzere bir de mektup yazdı.
Dıhye (r.a.), mektubu alıp Heraklius’un yanından ayrıldı.
Zaten, Peygamber Efendimiz de Dağâtır’a bir mektup yazıp Hz. Dıhye’ye vermişti. Bu mektubunda Üskuf Dağâtır’a şöyle hitap ediyordu:
“İman edenlere selam olsun!
“Hiç şüphesiz, Meryemoğlu İsa, Allah’ın pâk ve nezih Meryem’e ilka ettiği ruhu ve kelimesidir.
“Ben, Allah’a ve Allah tarafından bize indirilenlere, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub ve Esbat’a indirilenlere, Mûsa’ya ve İsa’ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırım. Biz, onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz, Allah’a itaat eden Müslümanlarız!
“Hidayete tâbi olanlara selam olsun!”[6]
Hz. Dıhye, Dağâtır’ın yanına vardı ve kendisini İslamiyete davet etti.
Büyük Hıristiyan âlimi Dağâtır, “Vallahi, senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun vasıflarını biliyoruz; ismini de kitaplarımızda yazılı bulmuşuz”[7]diye konuştu; sonra iman ederek Müslüman oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıhye’ye tembihledi.
Dağâtır’ın Şehit Edilmesi
Üskuf Dağâtır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp nasihatlerde bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.
Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki Pazar da Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak Dağâtır, hastalığını bahane ederek çıkmak istemedi. Hıristiyanlar, “Ya o çıkar ya da biz onun yanına gireriz! Şu Arap geleliden beri, biz senin vaziyetinden hoşlanmıyoruz!” diye haber gönderdiler.
Bunun üzerine Dağâtır, odasına girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bembeyaz bir elbise giydi. Sonra asâsını eline alıp, kilisede toplanmış bulunan Hıristiyan halkın yanına vardı. Çekinmeden ve cesurca, “Ey Rum topluluğu! Bize, Ahmed Peygamberden bir mektup geldi; bizi, Yüce Allah’a davet ediyor!” dedikten sonra, ilave etti: “Ben, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; Ahmed de Allah’ın kulu ve Resûlüdür!”
Dağâtır’ın Hz. Resûlullah’ın peygamberliğini böylesine pervasızca haykırışına, Rumlar, öldürücü darbelerle karşılık verdiler ve onu orada şehit ettiler.[8]
Hz. Dıhye’nin Medine’ye Dönmesi
Bütün bu olup bitenlerden sonra Hz. Dıhye, Heraklius”un Peygamberimize yazdığı bir mektup ve birçok hediye ile Medine’ye doğru hareket etti. Ancak yolda eşkıya tarafından yakalanıp, kıymetli hediyeler elinden alındı.
Medine’ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı; olup bitenleri ve yolda başından geçenleri anlattıktan sonra Heraklius’un mektubunu verdi.
Mektupta şunlar yazılı idi:
“İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Kayser tarafındandır!
“Elçin, mektubunla bana geldi.
“Şehâdet ederim ki sen, Allah’ın Resûlüsün! Biz, seni zaten yanımızdaki İncil’de yazılı bulmuştuk: İsa b. Meryem, seni müjdelemişti!
“Rumları, sana imana davet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar beni dinleselerdi kendileri için şüphesiz hayırlı olurdu.
“Ben, senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu ederdim!”[9]
Mektup okunup bitince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir!” buyurdu.[10]
Heraklius’un Mektubu Saklaması
Resûl-i Ekrem’in elçisi ve davetini son derece güzel karşılayan Rum Hükümdarı Heraklius, kendisine gelen İslam’a davet mektubunu da atlas bir ipeğe sararak, derin saygısının bir tezahürü olarak altın bir borunun içine koyup sakladı.
Rum hükümdarları katında nesilden nesile intikal edegelen bu mübarek mektubu, Alfonso b. Ferdinand’ın Tuleytula üzerine yürüyüp Endülüs beldelerinden birçok yeri eline geçirdiği tarihe kadar (H: 464) onun yanında bulunuyordu. Ondan da torununa intikal etti.
Aynı mektubu, Avrupa kralı yanında gördüğünü Seyfüddin Kılıç da ifade etmektedir. Avrupa kralının kendisine şöyle dediğinden de bahseder:
“Bu, Peygamberinizin, atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımızdan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti ki: Bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır! Bu sebeple ona son derece hürmet göstermekte ve muhafazasına dikkat etmekteyiz. Saltanamızın devam edip gitmesi için de, onun yanımızda bulunduğunu Hıristiyanlardan saklı tutmaktayız.”[11]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashaptan Dıhye b. Halife el-Kelbî’yi Rum Kayseri Heraklius’a, İslam’a davet etmek üzere, aşağıdaki mektubu vererek gönderdi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Resûlullah yoluna tâbi olanlara selam olsun! Hidayet yoluna tâbi olanlara selam olsun!
“Bundan sonra (Ey Rûm milletinin büyüğü)! Seni, İslam’a davet ediyorum! Müslüman ol ki selamette bulunasın. Müslüman ol ki Allah, senin ecrini iki kat versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün tebaanın günahı senin boynunadır.
“Ve siz, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim. Eğer Kitap Ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin: ‘Şahit olun, biz gerçek Müslümanlarız.’” (Âl-i İmrân, 64)[1]
Dıhye (r.a.), Rum Hükümdarı Heraklius’a Resûlullah’ın mübarek mektubunu kısa zamanda ulaştırdı.
Mektup okunurken, hükümdarın alnında terler boncuk boncuktu. “Süleyman Peygamberden sonra, ben böyle ‘Bismillahirrahmânirrahîm!’ diye başlayan bir mektup görmüş değilim!” dedikten sonra mektubu öpüp başına koydu. O anda hiçbir şey izhar etmedi; araştırıp soruşturmayı uygun buldu.
Ebû Süfyan ile Heraklius Karşı Karşıya
Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygamber olduğunu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mudur?” diye sordu.
O sırada ticaret münâsebetiyle, Ebû Süfyan, Kureyş’ten bazı adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp, yine o sırada Şam’da bulunan Kayser’in huzuruna getirdiler. Hadisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle anlatmıştır:
“Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın hanginizdir?’ diye sordu.
“‘Neseben en yakınları benim!’ dedim.
“Beni önüne oturttular; arkadaşlarımı da arkama...
“‘Bunlara söyle: Ben, peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz!’
“Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından korkmasaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydururdum!”
Sonra da hükümdar ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:
“Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”
“İçimizde onun nesebi pek büyüktür!”
“Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”
“Hayır!”
“Peygamberlikten evvel, onu hiç yalanla ittiham ettiniz mi?”
“Hayır!”
“Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”
“Daha çok halkın zayıf ve fakirleri tâbi oluyor!”
“Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu?”
“Eksilmiyor; bilâkis artıyorlar!”
“Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”
“Hayır, yoktur!”
“Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâkî midir?”
“Hayır, vâkî değildir. Ancak biz şimdi onunla çarpışmayı bir müddet için bırakarak muahede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yoldaki ahdini bozmasından korkuyoruz!”
(Ebû Süfyan der ki:
“Vallahi, verdiğim cevaplara bu sözden başka bir şey ilave etmek imkânını bulamadım!”)
“Onunla hiç harp ettiniz mi?”
“Evet, ettik.”
“Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?”
“Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, Bazen biz ona...”
“Sizden, ondan önce peygamberlik iddiasında bulunmuş bir kimse var mıdır?”
“Hayır, yoktur!”
“O, size neler emrediyor?”
“Yalnız bir Allah’a ibadet etmeyi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emaneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”
Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöyle dedi:
“Nesebini sordum; içinizden yüksek neseb sahibi olduğunu beyan ettin. Peygamberler de, zaten böyle, kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönderilirler.
“Ben, babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sordum. Sen, ‘Hayır, yok’ dedin. Eğer, babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir!’ diye hükmederdim.
“Ben, peygamberlik iddiasında, ondan önce içinizde bulunanın olup olmadığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da, belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittiba etmek istemiş bir kimsedir!’ diye düşünürdüm.
“Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zayıflarıdır’ dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da onlardır.
“Ben, peygamberlik davasında bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez.
“Ben, ‘Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da, ‘Hayır’ cevabını verdin. İman da böyledir. İmanın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.
“Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?’ soruma, sen, ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İman keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.
“Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’ diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş neticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten peygamberler de hep böyledir: Onlar belâlara uğratılırlar; ama sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur.
“Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’ diye sordum. Sen, ‘Sözünde durmamazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hali budur: Hiçbir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.
“Ben, ‘O size neler emrediyor?’ diye sordum. Sen, ‘Onun Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyi, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamayı size emrettiğini v.s. dedin.
“Bütün bu anlattıkların, peygamberlerin vasıflarıdır! Eğer o zât hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz, o bir peygamberdir! Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum; fakat sizden çıkacağını tahmin etmezdim!”[2]
Bu karşılıklı konuşmadan sonra da, Heraklius açıkça, “Eğer, onun yanına varabileceğimi bilebilsem, kendisiyle buluşmak için her türlü zahmete katlanırdım; yanında olsaydım, hizmet ederek, ayaklarını yıkardım! Yemin ederek söylüyorum ki onun mülkü, iktidarı şu ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır”[3]diye konuştu.
Bu sözlere muhatab olan Ebû Süfyan’ı, bir korku ve telâş sardı; dışarı fırlayıp, arkadaşlarına, “İbni Ebî Kebşe’nin[4]işi gerçekten gittikçe büyüyor! Şu muhakkak ki Benî Asfar Hükümdarı bile ondan korkmaktadır!”[5]dedi.
Heraklius’un İmanı
Rum Hükümdarı Heraklius, artık beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatine varmıştı. Kavmine, “Geliniz, ona tâbi olalım, dünya ve ahirette selamete erelim!” dedi. Ancak Heraklius’un bu daveti netice vermedi; hatta Rumların hiddetine sebep oldu.
Bunun üzerine Heraklius, iman ettiği halde dünya saltanatı için imanını gizli tutmak yolunu tercih etti.
Hz. Dıhye’nin, Dağâtır’a Gitmesi
Hayatına son verilmekten ve saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen Heraklius, Hz. Resûlullah’ın elçisi Dıhye’ye (r.a.), Hıristiyan âlimlerinin büyüklerinden biri olan Üskuf Dağâtır’a gitmesini tavsiye etti; ayrıca ona vermek üzere bir de mektup yazdı.
Dıhye (r.a.), mektubu alıp Heraklius’un yanından ayrıldı.
Zaten, Peygamber Efendimiz de Dağâtır’a bir mektup yazıp Hz. Dıhye’ye vermişti. Bu mektubunda Üskuf Dağâtır’a şöyle hitap ediyordu:
“İman edenlere selam olsun!
“Hiç şüphesiz, Meryemoğlu İsa, Allah’ın pâk ve nezih Meryem’e ilka ettiği ruhu ve kelimesidir.
“Ben, Allah’a ve Allah tarafından bize indirilenlere, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub ve Esbat’a indirilenlere, Mûsa’ya ve İsa’ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırım. Biz, onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz, Allah’a itaat eden Müslümanlarız!
“Hidayete tâbi olanlara selam olsun!”[6]
Hz. Dıhye, Dağâtır’ın yanına vardı ve kendisini İslamiyete davet etti.
Büyük Hıristiyan âlimi Dağâtır, “Vallahi, senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun vasıflarını biliyoruz; ismini de kitaplarımızda yazılı bulmuşuz”[7]diye konuştu; sonra iman ederek Müslüman oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıhye’ye tembihledi.
Dağâtır’ın Şehit Edilmesi
Üskuf Dağâtır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp nasihatlerde bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.
Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki Pazar da Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak Dağâtır, hastalığını bahane ederek çıkmak istemedi. Hıristiyanlar, “Ya o çıkar ya da biz onun yanına gireriz! Şu Arap geleliden beri, biz senin vaziyetinden hoşlanmıyoruz!” diye haber gönderdiler.
Bunun üzerine Dağâtır, odasına girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bembeyaz bir elbise giydi. Sonra asâsını eline alıp, kilisede toplanmış bulunan Hıristiyan halkın yanına vardı. Çekinmeden ve cesurca, “Ey Rum topluluğu! Bize, Ahmed Peygamberden bir mektup geldi; bizi, Yüce Allah’a davet ediyor!” dedikten sonra, ilave etti: “Ben, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; Ahmed de Allah’ın kulu ve Resûlüdür!”
Dağâtır’ın Hz. Resûlullah’ın peygamberliğini böylesine pervasızca haykırışına, Rumlar, öldürücü darbelerle karşılık verdiler ve onu orada şehit ettiler.[8]
Hz. Dıhye’nin Medine’ye Dönmesi
Bütün bu olup bitenlerden sonra Hz. Dıhye, Heraklius”un Peygamberimize yazdığı bir mektup ve birçok hediye ile Medine’ye doğru hareket etti. Ancak yolda eşkıya tarafından yakalanıp, kıymetli hediyeler elinden alındı.
Medine’ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı; olup bitenleri ve yolda başından geçenleri anlattıktan sonra Heraklius’un mektubunu verdi.
Mektupta şunlar yazılı idi:
“İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Kayser tarafındandır!
“Elçin, mektubunla bana geldi.
“Şehâdet ederim ki sen, Allah’ın Resûlüsün! Biz, seni zaten yanımızdaki İncil’de yazılı bulmuştuk: İsa b. Meryem, seni müjdelemişti!
“Rumları, sana imana davet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar beni dinleselerdi kendileri için şüphesiz hayırlı olurdu.
“Ben, senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu ederdim!”[9]
Mektup okunup bitince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir!” buyurdu.[10]
Heraklius’un Mektubu Saklaması
Resûl-i Ekrem’in elçisi ve davetini son derece güzel karşılayan Rum Hükümdarı Heraklius, kendisine gelen İslam’a davet mektubunu da atlas bir ipeğe sararak, derin saygısının bir tezahürü olarak altın bir borunun içine koyup sakladı.
Rum hükümdarları katında nesilden nesile intikal edegelen bu mübarek mektubu, Alfonso b. Ferdinand’ın Tuleytula üzerine yürüyüp Endülüs beldelerinden birçok yeri eline geçirdiği tarihe kadar (H: 464) onun yanında bulunuyordu. Ondan da torununa intikal etti.
Aynı mektubu, Avrupa kralı yanında gördüğünü Seyfüddin Kılıç da ifade etmektedir. Avrupa kralının kendisine şöyle dediğinden de bahseder:
“Bu, Peygamberinizin, atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımızdan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti ki: Bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır! Bu sebeple ona son derece hürmet göstermekte ve muhafazasına dikkat etmekteyiz. Saltanamızın devam edip gitmesi için de, onun yanımızda bulunduğunu Hıristiyanlardan saklı tutmaktayız.”[11]
[1]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 263; Taberî, Tarih, c. 3, s. 87; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 287.
[3]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263; Buharî, a.g.e., c. 4, s. 4; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1395.
[4]Ebû Kebşe, putlara tapmaktan yüz çevirip Şi’ra’l-Ubur adındaki yıldıza tapan Huzaa kabilesinden bir adamdı. Peygamberimizi de putlardan yüz çevirdiği için bu adama benzeterek ve ona nisbet ederek “İbn Ebî Kebşe” demekle, güya Peygamberimizin bu dedesine çektiğini ifade etmek istiyorlardı.
[5]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263.
[6]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 276.
[7]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 504.
[8]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 504.
[9]Yakubî, Tarih, c. 2, s. 77-78.
[10]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.
[11]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.