Lev Enzelna (Hüvallahüllezi) Oku, Türkçe Okunuşu, Anlamı, Arapça Yazılışı, Tefsiri

Lev Enzelna (Hüvallahüllezi) Oku, Türkçe Okunuşu, Anlamı, Arapça Yazılışı, Tefsiri

Lev enzelna (hüvallahüllezi) olarak bilinen dört ayet Haşr suresinde geçmektedir. Lev enzelna ile başlayan Haşr suresinin son dört ayetidir. Haşr sûresi Medine’de inmiştir. 24 âyettir.

Malik b. Yesâr`dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî`il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi`nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istiğfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir." (Tirmizî, Müsned, Beyhakî, Taberani, Ibn Kesîr).

Rivayetlerin çoğunda son üç ayetten bahsedilmekle beraber, "Levenzelnâ`dan aşağısı" diyen rivayetler de vardır. (bk. Kurtubî, XVNI/1)

LEV ENZELNA (HÜVALLAHÜLLEZİ) TÜRKÇE OKUNUŞU

Bismillahirrahmanirrahim
21. Lev enzelnâ hâzel kur'âne alâ cebelil-leraeytehû khâşian(m)-mütesaddian(m)-min haşyetillah. Ve tilkel emsâlü nadribuhâ linnâsi leallehum yetefekkerûn.
22. Hüvallahüllezî lâ ilâhe illâ hû. âlimül ğaybi veş-şehâdeti hüver-Rahmân-ür-Rahîm.
23. Hüvallahüllezî lâ ilâhe illâ hû. El Melik'ül Guddûs-üs-Selâmü'l Mü'minül Müheyminül Azîzül Cebbârül Mütekebbir. Sübhânallâhi ammâ yüşrikûn.
24. Hüvallâhül khâligul bâriül musavviru lehul esmâül hüsnâ. Yüsebbihû lehû mâ fis-semâvâti vel'ard. Ve hüvel Azîzul Hakîm.


LEV ENZELNA (HÜVALLAHÜLLEZİ) ARAPÇA YAZILIŞI

21. لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعاً مُّتَصَدِّعاً مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
22. هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
23. هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
24. هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

LEV ENZELNA (HÜVALLAHÜLLEZİ) ANLAMI

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
21. (Habibim) eğer Biz bu Kur'an'ı bir dağ üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah'ın korkusundan alçalmış ve parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.
22. O görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. O çok esirgeyen, çok bağışlayandır.
23. O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir, (mülk ve saltanatı devamlı olandır) Kuddûs'dür, (noksan sıfatlardan münezzehtir) Selam'dır, (bütün afet ve kederlerden sâlimdir) Mü'min'dir, (emniyet verendir) Müheymin'dir, (her şeyi gözetip koruyandır) Aziz'dir, (herşeye galibdir) Cebbar'dır, (kullarının hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir, varlığı çok yücedir) Mütekebbir'dir. (azamet ve ululuk sahibidir) Allah (müşriklerini) koştukları ortaklardan münezzehtir.
24. O, öyle Allah ki, Hâlık'dır. (herşeyi yaratan takdir edendir) Bâri'dir, (yoktan var edendir) Musavvir'di (bütün varlıklara şekil verendir) En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar hep O'nu tesbih ederler. O, Azîz'dir, Hakim'dir.


LEV ENZELNA (HÜVALLAHÜLLEZİ) TEFSİRİ

21.Ayet: “Eğer Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, hiç şüphesiz onu Allah korkusundan boyun eğerek parça parça olmuş olduğunu görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” Yani ey insanlar! Bu şanı yüce, çeşitli uyarılan içeren ve size indirilmiş bu Kur'an'ı... Yahut, Ey Rasûlüm Muhammed! Sana indirilen Kur'an'ı... Veya, Muhammed'e indirilen Kur'an'ı... Bu sonuncu takdire göre, muhataptan gaybe iltifat vardır.

Âyette geçen ”bir dağ" dan maksat, herhangi bir dağdır. ”Görürdün" hitabı da, görebilen herkese şamildir. Yahut hitap, Rasulülah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır.Dağlar, kuvvette ve kendisine çarpan şeylerden etkilenmemekte, alem olmakla beraber, Kur'an ona indirilse parça parça olurdu.

İlim adamlarından biri şöyle dedi: ”Huşu, iç âlemin; hu dû ise, zahir organların Hak'ka boyun eğmesidir."Diğer bir kısım ilim adamları ise şöyle demişlerdir: ”Hudû, bedende, huşu ise, ses ve gözde olur."Râğıb der ki: ” Huşu, tazarru ve niyazdadır. Daha ziyade görünen organlarda bulunanda kullanılır. ”Daraat", daha çok kalpte olanlar hakkında kullanılır. Bunun içindir ki bir rivyette şöyle denilmiştir: ”Kalp tazarruda bulununca, organlar da Hak'ka boyun eğer."

Dağları, Allah'a isyan edip de cezalandırılmalarından korkarak parça parça olduğunu görürdün. Arapçada ”sad'“kelimesi, demir, cam ve bunlar gibi sert cisimleri yarmak mânâsına gelir. Ağrıdan dolayı başta olan yarılma mânâsını ifade eden ”Sudâ'“ da bu kelimeden gelmektedir.

Âlimler dediler ki: ”Bu âyet, Kur'an-ı Kerim'in şanının yüceliğini, onda olan öğütlerin tesir gücünü somut bir misalle açıklıyor. Bu misalle, kalbinin kasavetine yani kalbinin katılığına, Kur'an okunduğu zaman huşu duymamasına ve Kur'an'ı az tefekkür etmesine karşı, insan azarlanmak istenmiştir."

Âyetin ifade ettiği mânâ şöyle oluyor: Ey insanlar! Size verildiği gibi dağlara da akıl ve şuur verilseydi sonra da o dağlara Kur'an indirilseydi ve sizin durumunuz gibi dağlara da terğîb ve terhîp yapılsaydı; Kur'an-ı Kerim'i tazim etmede, emir ve yasaklarına uyma hususunda Allah'ın hakkını ödeyememe endişesiyle, Allah korkusundan dehşete kapılır ve parça parça olurdu.İnkarcı kâfir, dağdan daha kasvetlidir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an'dan asla etkilenmezler.

Bu âyetteki ”meseller..." kelimesi ile, burada ve Kur'ân'ın diğer yerlerinde zikredilen mesellere işaret edilmiştir. Yani Kur'ân'ın azameti ve insanın düşüklüğü hakkındaki bu garip söz ve her ikisinin hayret verici niteliklerinin açıklanması ve Kur'an'da zikredilen diğer meseller... ”Mesel" sözü, halk arasında yaygın olan darb-ı meseller hakkında örfî bir hakikattir. Sonra garabet hususunda darb-ı mesellere benzetilerek, her garib iş ve durumu, hayret verici her sıfat hakkında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü mesel, garabetten uzak değildir. Zümer sûresinde, Mekkî olduğu halde, geçmiş zaman kipiyle haber verilerek şöyle denilmiştir: ”Yemin olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur'an'da insanlara her türlü misali (meseli) verdik." (Zümer Suresi, 27)

Üzerinde olduğumuz Haşr sûresinde ise, bu sûre Medine'de indiği halde gelecek zaman ifade eden bir kip ile söylenmiştir. Buradaki incelik şu olabilir: Zümer süresindeki, ileride mutlaka gerçekleşecek olan şeyleri sayıp ifade etmek türündedir. Bu Haşr süresindeki ise, durumların devamını ifade etmek veya geçmiş bir hali şimdi oluyormuş gibi anlatmak için, geçmişi şimdiki zaman kalıbıyla ifade etmek kabilindendir. Bu durumda anlam şöyle olur: Bizim durumumuz, düşünüp muhakeme etmeleri için insanlara darb-ı meseller getirmektir. Yani, tefekkürün yararını ve tezekkürün yani hatırlamanın menfaatini sağlamak için darb-ı meseller getiririz.

"Tefekkür", ya yaratan hakkında veya yaratılanlar hakkında olur. Yaratan yani Allah hakkındaki tefekkür de ya zatı veya sıfatları hakkında olabilir.

Allah'ın zatında tefekkür, şeriat tarafından yasak edilmiştir. Çünkü Allah'ın zatını, ancak Allah bilir. Fakat Allah'ın vacibü'l-vücut oluşu, ezelî ve ebedî oluşu, hiçbir şeye muhtaç olmayan mânâsında samediyyet cihetinden O'nun büyüklüğü, celâl ve yüceliği itibariyle zatında tefekkür caizdir.

Sıfatlarında tefekküre gelince, sıfatlarının yüceliği hakkında tefekkür edilir. Şöyle ki, Cenabı Hakk'ın ilmi bütün malûmatı ihtiva eder. Kudreti bütün eşyayı, iradesi bütün kâinatı, işitmesi bütün işitilenleri, görmesi bütün görülenleri içerir. Diğer sıfatları da hep kemal mertebesindedir.

Fiilleri hakkında tefekküre gelince; bu, fiillerinin şümulü, çokluğu, sağlamlığı ve en güzel şekilde meydana gelmesi yönünde olur. ”O, her an yaratma ve tasarruftadır." (Rahman Suresi,29)

Yaratılanlar üzerinde tefekküre gelince, bu, ya gökler ve yerler üzerinde olur veya kıyametin dehşeti ve sonsuza dek ahiret hayatının halleri hakkında olur.

Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Tefekkür, şu sahalarda olur: Allah'ın âyetleri ve sanatlı varlıkları üzerinde olur. Bundan, marifetullah meydana gelir. Allah'ın azameti ve kudreti üzerinde olur. Bu tefekkürden de haya meydana gelir. Allah'ın nimetleri ve ihsanı hakkında tefekkür edilir. Bundan da muhabbetullah doğar. Allah'ın vaad ettiği mükâfatlar hakkında tefekkür edilir. Bundan, tâate istek doğar. Allah'ın azap ile olan tehdidi hakkında tefekkür edilir. Bundan da günahlardan korkup çekinme hali oluşur. Allah'ın rızasını gerektiren şeylerde kulun gösterdiği noksanlıklarda tefekkür edilir. Bundan da utanma, pişmanlık ve tevbe etme meydana gelir."

Tefekkürde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan bir kısmı da, düşünenin başlangıcı, hayatı, gönlüyle, diliyle ve bedeniyle Rabbine kulluk etme konularında kendi durumunu düşünmesidir.Bir insan, bütün ömrünü, hâlinin evveline, ortasına ve sonuna nazaran kendi nefsini düşünmeye sarfetse yine bu işin hakkınıveremez.

22.Ayet: O, öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. ”Allah" lâfzı, kemal sıfatlara ve yüce zata delâlet eden ve ism-i Azam ile adlandırılmış, hak mabut manasınadır.

"Gayb" ve ”şehadet" kelimelerinin başındaki elif lâm, istiğrak ifade eder. Yani O, görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Duyu organlarının hakkında bilgi sahibi olmadığı kutsî cevherleri ve hallerini, duyu organlarının hakkında bilgi edindiği cisimleri ve durumlarını, var olanı ve olmayan her şeyi bilendir.

Bu izaha göre ”gayb" (bilinmeyen, görülmeyen)'tan maksat, şu varlık âleminden, sırdan, alenî olandan, dünya, ahiret ve bunlar gibi şeylerden gaib olan, bilinmeyen ve görünmeyenlerdir.

Râğıb der ki: ”Gayb: İnsanların duyu organlarından, gözlerinden ve bunlarla görüp müşahade ettikleri âlemden gizli olan şeylerdir."

Var olmayanlara gelince, bunlar ya varlığı mümkün olmayanlar veya mümkün olanlardır.Var olanlara gelince, bunların da bir kısımının yokluğu mümkün değildir. Bir kısmının ise yokluğu mümkündür.

Bu dört kısmın her birinin hükümleri ve özellikleri vardır. Bütün bunlar, Allah'ın ilmi dahilindedir.

Cenab-ı Hak, görülmeyeni yani gaybı, görülenden yani şahâdet'ten önce zikretti. Çünkü var olmada, görülmeyen görülenden öncedir. Var olması cihetiyle de görülmeyip bilinmeyenlere Allah'ın ilminin ilgisi daha önceliklidir.

Şunu bil ki, gaybı bilmenin Allah'a isnadı bize nisbetle olan gaybtır. Allah'a nisbetle olan gayb değildir. Çünkü yerde ve göklerde hiçbir şey Allah'a gizli değildir.

O, Rahmandır, Rahimdir. Allah'ın dünyadaki rahmeti, mümin olsun kâfir olsun, tüm insanlara ve cinlere şamildir. Bunun içindir ki: ”Ya Rahman-ed Dünya!" denilir. Çünkü Rahman kelimesindeki harflerin fazlalığı, mânâdaki ziyadeliği ifade eder.

Ebedî âleme ait olan rahmeti ise, yalnız mü'minlere aittir. Bundan dolayıdır ki; ”Ya Rahîm'el-âhiret" denilir. İşte bu izaha göre, kendilerine nimet verilenler itibariyle Rahman'ın mânâsında ziyadelik vardır. Fertler ve nevîler yönünden de noksanlık vardır.

Dünya ve âhirette Cenab-ı Hakkın sonsuz rahmetini haber veren bu iki ismin belirtilmesinde Allah'ın rahmetinin büyüklüğüne dikkatleri çekmek, günahkâr kişilerin O'nun rahmetinden ümitlerini kesmemelerine müjde vardır. Aynı zamanda Cenab-ı Hakkın az ameli kabul edip, çok mükâfatlar vereceğini ifade etmesi bakımından da itaat edenlerin şevkini artırma vardır.

Kulun ”Rahman" ve ”Rahîm" isimlerinden nasîbi şu olmalıdır: Evvela, gizli ve aşikâr kendisine acımak suretiyle çok merhametli olmalıdır. Sonra da, başkalarının meşru isteklerini elde etmede yardımcı olmak, onlara doğru yolu göstermek ve onlara şefkat gözüyle bakmak suretiyle başkasına karşı merhametli olmaktır. Nitekim terbiyeci büyüklerden birisi şöyle demiştir:Ey yavrum! Yaratıkların tümüne merhamet et, Onlara şefkat ve merhamet gözüyle bak.Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat et,Her yaratılanda, onu yaratanın hakkım gözet.

23.Ayet:”O, öyle bir Allah'tır ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Allah (celle celalühü) tevhîd konusuna verdiği önemi açıklamak için, ” O" anlamındaki ”hüve" zamirini tekrar etmiştir.O, hükümrândır, ”Hükümrân" diye ifade edilen ”melik" kelimesi, hüküm ve saltanat sahibi demektir.

Mülk, emir ve yasaklarla varlıklara tasarruf etmek demektir. Bu, konuşabilen varlıkların idaresine hastır. Bunun içindir ki, ”insanların meliki" denir de, ”eşyanın meliki" denmez. Allahü teâlâ 'nın; ”Din gününün maliki" sözünün anlamı, ”Din günündeki malik" şeklindedir. Müfredât'Va böyle denilmiştir.

Noksanlıklardan yücedir. Bu anlamı veren ”Kuddûs" kelimesi, ”kuds" mastarından alınmış, mübalâğa ifade eden kalıplardandır. Kuds, nezahet ve temizlik mânâsmdadır. Kuddûs de, herhangi bir noksanlığı gerektiren şeylerden ve her türlü ayıptan son derece nezîh ve yüce olan zat demektir. ”Sübbûh" da bunun benzeridir. Meleklerin Cenabı Hakkı tesbih ederken şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: ”Sübbûh'un, kuddûs'ün Rabbu'l-Melâiketi ve'r-Rûh."

Dünyadaki sultanların halleri ve durumları, zulümlerle, haksızlıklarla, hükümlerdeki haddi aşmalarla ve bunlardan doğacak kötü sonuçlarla değişikliklere uğradığı için, ”Melik" isminden sonra, ”Kuddûs" ismi getirildi. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın hâkimiyet ve saltanatında böyle bir değişiklik meydana gelmez. Zira Allah'ın sıfatlarında değişiklik muhaldir, mümkün değildir.

Âlimlerden birisi şöyle demiştir: ”Takdis, temizlemek demektir. Ruhu'l-kuds, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Çünkü O, Allah tarafından kuds ile iner. Yani, nefislerimizi temizleyen Kur'an, hikmet ve ilâhî feyz ile iner. Beyt-i mukaddes, şirk gibi pisliklerden temizlenmiş yer demektir. Yahut da, orada günahlardan temizlenildiği için o adı almıştır. Mukaddes yer (Arz-ı mukaddes) de bu mânâya gelir. Hazîratül-Kuds, cennettir."

Selâm'dır. Her türlü âfet ve noksanlıklardan selâmette olan zattır."Selâm", selâmet mânâsında mastardır. Cenabı Hak bütün noksanlıklardan salim olduğu için, mübalâğa ifade ederek selâm ismiyle vasıflanmıştır. Yahut da, selâmet vermede mübalâğalı olduğunu ifade için, Allah'a selâm denilmiştir. Bu görüşe göre, kelâm (söz), teklim (konuşma) mânâsında olduğu gibi, selâm da teslim mânâsında olmuştur.

"Ente's Selâm = Sen selâmsın" sözünün mânâsı, her türlü ayıptan salim olan ve her türlü noksanlıktan münezzeh olan yalnız sensin demektir.

"Ve minke's Selâm - Selâm yalnız sendendir" ifadesi, Allah odur ki, selâmet verir de, âciz kişi hoşa gitmeyen şeylerden salim olur, iki cihanda onu zorluklardan kurtarır, mü'minlerin günahlarını ayıplarını örter de kıyamet gününde rezil ve rüsvay olmaktan kurtulurlar, anlamını dile getirir. Yahut cennet'te mü'minlere selâm verir demektir. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”Rahim olan Rah tarafından onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsîn Suresi, 58)

"Selâm yalnız sana döner" sözü, ”yer üzerinde bulunan her şey fânidir. Ancak yücelik ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakîdir." (Rahmân Suresi,26,27) âyetlerine işarettir.

"Ey bizim Rabbimiz! Selâm ile bizi hayatlandır" sözü, dünya ve âhirette Allah'tan selâmet isteme mânâsını ifade eder.Bu duâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaptığı me'sûr bir duadır. (Ebû Davud ve Nesâî rivayet etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/217.)

Mü'mindir. Kendisi, kendisinin tek olduğunu bildirir, ”Allah, kendinden başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik etti." (Al-i İmrân Suresi, 18) âyetinde bu ifade edilmektedir. Bu görüş, Zeccac'a aittir. Yahut da, emniyyet ve güven verendir. ”Enin", kişinin huzura kavuşması ve korkunun yok olmasıdır.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: ”El-Mü'min, insanları zulmünden emin kılan, iman edenleri azabından muhafaza eden, demektir. Bu mânâya göre ”mü'min", korkutmanın zıddı olan emniyet ve güven vermek demek olan ”îman" mastarından ism-i faildir. Nitekim bir âyette şöyle gelmiştir: ”O, kendilerini açlıktan doyuran ve korkudan emniyette kılandır."(Kureyş Suresi, 4)Gözetip koruyandır. Bu anlamı veren ”El-Müheymin" kelimesi ile ilgili olarak bazı âlimler dedi ki: ”Bu isim, mânâsı türetme kalıplarından yüce olan isimlerdendir. Yani mastardan türemiş bir kelime değildir. Tevilini ancak Allah bilir."

Bazı ilim ehli de dedi ki: ”Zararlardan son derece koruyup muhafaza eden mânâsına gelir.Araplar, kuşun yavrusunu himaye etmek için üzerlerine kanatlarını gerince ”heymene't-tâiru" derler."

Ebu'ssuûd Tefsirinde şöyle denmiştir: ”El-Müheymin; her şeyi gözetip koruyan demektir."Zerrûkî dedi ki: ”Lügat bakımından müsahade eden, gören demektir. Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti bu mânâyı ifade eder: ”Ve ona şahitlik etmek üzere..." (Maide Suresi,48) Bu âyette geçen 'müheymin' kelimesi, şahitlik yapan, gören ve bilen mânâlarına gelir."

Bazıları da dedi ki: ”Korkunun zıddı olan ”enin" mastarından alınmış ”müfey'il" kalıbında bir kelimedir. Emniyette kılan, anlamındadır."

İmam-ı Gazâlî (radıyallahü anh) dedi ki: ”Allah hakkında ”müheymin" kelimesinin mânâsı, yarattıklarının amellerini, rızıklarını ve ecellerini gözetip idare eden demektir. Allah'ın yarattıkları üzerindeki gözetim ve idaresi; haberdar olmasıyla, hakimiyetiyle ve korumasıyladır. Bir şeyin asıl hüviyet ve mahiyetine gözcülük yapan herkes, ona hakimdir, onu koruyandır ve dolayısıyla onun üzerinde müheymin'dir. Görüp gözetmek, ilme bağlıdır. Hakimiyet kâmil bir kudrete bağlıdır. Muhafaza etmek de fiile aittir. Bu mânâları, kendi zatında toplayan müheymin ismidir. Bunları tam ve mutlak mânâda zatında toplayan yalnız Allah'tır. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiştir: ”Müheymin",Kur'ân'dan önceki kitaplarda da Allah'ın isimlerinden olarak zikredilmiştir,"Müheymin'in kulu o kimsedir ki, Cenab-ı Hakkın her şeyi müşahede edip gözettiğine yakın derecesinde iman eder. Böyle bir kul, kendi kalbini murakebe eder, hislerini duygularını, aza ve organlarını muhafaza eder, şeytana karşı tedbirli olur, Allah'ın kullarını murakabe ettiğini ve onları muhafaza ettiğini bilme şuurunda olur.

Kim Allah'ın müheymin olduğunu bilirse, O'nun azameti altında boyun eğer, her halinde O'nu gözetir. Allah'ın kendisinden haberdar olduğunu bilir ve böylece Allah'ın murakabesi makamında durur. Emrinde galip olandır.

Bir kısım ilim ehli dedi ki: ”Azız kelimesinin aslı şudur: Bir kimse üstün geldiği zaman Araplar ”azze" der. Buna göre Azîz, kendisine karşı gelmekten yüce olan kudretin sahibi demektir. Yahut bir şey az ve değerli olduğu zaman Araplar ”azze" der. Bu ikinci mânâya göre azîz, misli ve benzeri olmayan demektir. Cenab-ı Hakkın şu sözü gibi: 'O'nun benzeri hiçbir şey yoktur...' (Şûra Suresi,11)

İmam-ı Gazâlî (radıyallahü anh) dedi ki: ”Azîz, benzeri az olan, kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan ve ulaşılıp elde edilmesi zor olan önemli şey demektir. Bu üç mânâyı kendisinde toplamayan şeye azîz denmez. Nice şeyler vardır ki varlığı azdır fakat önemi büyük olmadığı ve kendisine de ulaşmak zor olmadığı için azîz olarak isimlendirilmez. Nice şeyler de vardır ki, önemi büyüktür, yararı çoktur, benzeri de bulunmaz, fakat ona ulaşmak zor olmadığı için ona da azîz denmez. Meselâ güneş böyledir. Çünkü güneşin benzeri yok. Dünya da böyledir. Hem güneşin ve hem de dünyanın yararı çoktur, onlara ihtiyaç çok fazladır. Fakat bununla beraber azîz olmakla vazıflanmazlar. Çünkü bunları müşahede etmeye nail olmak zor değildir. Şu halde bir şeyin azîz olması için üç mânânın aynı anda bulunması lâzımdır. Sonra bu üç mânânın herbirisinde kemâl ve noksanlık vardır.

Varlığın azlığındaki kemâl, bire dönücüdür. Çünkü birden daha az yoktur. Bu bir öyledir ki, varlığının benzeri olması mümkün değildir. Bu ancak Allah'tır. Çünkü güneş her ne kadar var olarak bir ise de, imkânda bir değildir. Benzerinin olması mümkündür.

Değerde ve kendisine şiddetle ihtiyaç duyulmadaki kemâl, her şeyin her hususta, ona ihtiyaç duymasıdır. Hatta var olmasında, devamında ve sahip olduğu sıfatlarında bile... Bu kemâl, ancak Allah'a aittir."

İstediğini yaptırandır. Bu sözün karşılığı olan ”El-Cebbâr", yarattıklarını dilediği şeylere zorlayan kişi anlamındadır. Yani onları dilediği şeylere zorlayabilen zâttır. Yahut da yarattıklarının hallerini ıslah eden, düzelten, demektir.

İnsanların sıfatlarında kullanılan cebbar kelimesi, hak etmediği yüksek bir makamda olduğunu iddia etmek suretiyle noksanlığını gidermeye kalkan kişi mânâsına gelir. Bu sıfat, insanlar hakkında kınamayı ifade eder. Allah'ın bir sıfatı olarak kullanıldığında şu mânâyı ifade eder: Sayısız nimetleriyle insanların durumlarını ıslah edip düzelten, yahut hastalık, ölüm, öldükten sonra diriltmek gibi irade buyurduğu şeylere insanları kahren sürükleyen ve yapan Zât-ı Zu'l-Celâl Allah (celle celalühü) yalnız hikmetine göre zorlar.

Bu açıklamalara göre tam anlamıyla ”cebbar", her şeyde iradesi icbar ve zorlama yoluyla geçerli olan, fakat onda hiçbir kimsenin iradesi geçerli olmayandır.

Büyüklükte eşsizdir. El-Mütekebbir, ihtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden yüce olan zât, demektir. Yahut azameti ve büyüklüğü sonsuz olan zât, demektir.

Râğıb dedi ki: ”Tekebbür=Büyüklenme, iki şekilde olur: Birincisi, güzel fiillerin gerçekte çok ve başkalarının güzelliklerinden fazla olmasıdır. Bu mânâda Cenab-ı Hak, 'mütekebbir' sıfatıyla vasıflanmıştır. O'nun hakkında bu güzel bir sıfattır.

İkincisi, kişinin böyle olmadığı halde böyle imiş gibi tavır takınması ve kendini buna zorlamasıdır. Bu, insanların çoğunda görülen bir sıfattır. Bu durumda olan kişi kınanır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: 'Büyüklük, Benim örtümdür. Azamet, elbisemdir. Kim Benimle bu hususta çekişmeye kalkarsa, onu helak ederim ve kendisine hiç önem vermem.'“

Âlimlerden birisi şöyle söyledi: ”Mütekebbir ile müstekbir (büyük görünen, büyüklük tasyalan) arasındaki fark şudur: Mütekebbir, Cenab-ı Hakkın sıfatlarında olduğu gibi hak olan büyüklenmeyi göstermeye şâmil olduğu gihi, batıl ve haksız büyüklenmeyi açığa çıkarmaya da şâmildir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: 'Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım...'" (A'râf Suresi,146)

Kibir, insanın kendisini başkasından büyük sanmasıdır. Tekebbür ise, bunu açığa vurnıasıdır. Nitekim Avar if isimli kitapta böyle izah edilmiştir.

İstikbâr, batıl olarak büyüklük taslamaktır. İblis hakkında bu kelime kullanılarak gelen Cenab-ı Hakkın şu âyetinde ve başka âyetlerde olduğu gibi: ”İblis büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." (Sâd:74) Nitekim Kur'an'da ve Hadis'te bu kelimenin kullanıldığı mânâları bulman mümkündür.

Es'iletü'l-Mukhame isimli kitapta şöyle denilmektedir: ”Allah'ın isimlerinden olan mütekebbirin mânâsı nedir? Şüphesiz tekebbür, insanlar hakkında kötü bir sıfattır. Bu sorunun cevabı şöyledir: Mütekebbir'in anlamı Allah'ın kendisine yakışmayan her şeyden büyük ve yüce olmasıdır. Bu mânâ, Kibriya'dır yani büyüklüktendir. Tekebbürden yani büyüklennıekten değildir. Yücelikte mübalâğadır. Allah hakkında kibriyâ, başkasına boyun eğmeye tenezzül etmemektir. Bunun içindir ki, insanlar hakkında bu sıfat, yasaklanmış kötü bir sıfattır. Allah hakkında ise, övgüye lâyık iyi bir sıfattır."

Bazı alimler dedi ki: ”Mütekebbir, başkasını, kendisine nisbetle hakir ve aşağı gören kimsedir. Böyle bir insan başkasına, efendinin kölesine baktığı gibi bakar. Mutlak mânâda böyle bir sıfat ancak Allah hakkında düşünülür. Çünkü Allah (celle celalühü), kendisinden başka varlıklara kıyasla, her yönüyle azamet ve büyüklükte eşsizdir. Bunun içindir ki, bu kelime Allah'tan başkası hakkında kınama dışında kullanılmaz. Çünkü bu, kendisinde olmayan meziyetleri varmış gibi göstermede zorlama ifade eder. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Cennet ile cehennem tartıştı, cehennem dedi ki: Bana cebbarlar ve büyüklük tas layan lar girecektir. Cennet dedi ki: Bana da zayıflar ve yoksullar girecektir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak cehenneme buyurdu ki: 'Sen benim azabımsın, seninle dilediğime azabederim.' Cennete de buyurdu ki: 'Sen de benim rahmetimsin. Seninle dilediğime merhamet ederim. Her ikiniz de dolacaksınız.' '"

Kim Allah'ın yüceliğini ve azametini bilirse, tevazuya yapışır ve alçak gönüllü olma ahlâkından ayrılmaz. -Allah, müşriklerin şirkinden münezzehtir. Bu cümle, müşriklerin şirk koştukları şeylerden Cenab-ı Hak'kı tenzihtir. Yahut da kendisine hiçbir varlığın ortak olamayacağı sıfatları saymanın arkasından, müşriklerin şirk koşmalarından Allah'ı tenzihtir. Buna göre anlam şöyle olur: Allah'ı mutlak tesbih edin. Kâfirlerin ortak koştukları yaratıklardan Allah'ı tam anlamıyla tenzih edin. Cenab-ı Hak, büyüklüğünün sonsuzluğunu açıklamak için bu cümleyi getirdi. Veya Allah'ın sonsuz büyüklüğünü ve nihayetsiz yüceliğini ifade eden kevnî yani fizikî âyetlerini gözleriyle gördükten sonra O'na şirk koşmanın hayreti gerektiren bir şey olduğunu ifade etmek için gelmiştir.

24.Ayet:”O, takdir eden, yaratan, dır. Yani eşyayı, hikmeti gereğince ve iradesine uygun şekilde takdir edendir. ”Halk etmek" her ne kadar bir takdir ve ölçü ile var etmek mânâsında yaygın ise de asıl mânâsı, takdir etmektir. Bu isterse bir meniden insanın ve diğerlerinin yaratılması gibi maddeden; isterse göklerin ve yerin yaratılması gibi yoktan var etmek olsun. ”El-Bârî", eşyayı her türlü bozukluk ve karışıklıktan uzak ve mükemmel yaratandır. ”Ber"; olgun bir maslahatın ve nihayetsiz hikmetin gerektirdiği şekilde, her türlü noksanlık ve bozukluktan yüce olan yaratanın yaratması ve var etmesidir.

Yaratıkları şekillendiren Allah'tır. ”El-Müsavvir", irade ettiği şekilde, varlıkların şekillerini ve keyfiyetlerini icad edendir. Yavruları annelerin rahimlerinde ayrı ayrı şekillerle ve renklerle şekillendirmesi böyledir. Tasvirin mânâsı, yarattığını muayyen şekillerle ve diğerlerinden ayıran suretlerle şekillendirmektir.

Râğıb dedi ki: ”Suret, varlıkların kendisiyle birbirinden farklılık kazandıkları özelliklerdir. Bu somut olur, insanın sureti gibi. Soyut olur, akıl ve diğer manevî varlıklar gibi."

Özet olarak deriz ki: Bu âyet-i kerimede ”Halik", kâinatın nizamına uygun bir hikmet üzere takdir eden zât demektir. ”Bârı", bu takdire göre icad eden, var edendir. ”Müsavvir", kâinatın ve tüm yaratılanların şekillerini orjinal bir şekilde meydana getirendir. Şöyle ki: Bu şekillerle özellikleri meydana gelir ve olgunlaşmaları tamamlanmış olur. İşte bu izahla ”hâlık" ile ”bârı" arasındaki tertibin hikmeti ortaya çıkmış oldu.

Tasvirin yaratmayı, yaratmanın takdiri gerektirmesi; mevkufun (bir şeye bağlananın), mevkufun aleyhi (kendisine bağlananı) gerektirmesi gibidir.

Nitekim İmam-ı Gazâlî şöyle demiştir: ”Bazen bu isimlerin aynı mânâya gelen eş anlamlı kelimeler olduğu ve hepsinin de, yaratmak, var etmek mânâsına geldiği sanılır. Böyle olması doğru olmaz. Doğrusu şudur: Yokluktan varlığa çıkan her şey evvela takdire muhtaçtır. İkinci olarak, takdire uygun şekilde yaratmaya, sonra üçüncü olarak da şekil vermeye muhtaçtır. Cenab-ı Allah (celle celalühü), takdir edici olması yönünden ”Hâlık"dır. Yoktan var etmesi yönünden ”Bârı" (eşsiz yaratan)dir. Yoktan benzersiz yarattıklarını en güzel tarzda tasvir edip şekillendirmesi cihetinden de ”Müsavvir" ve mûciddir. Bu, bir binanın yapılmasına benzer. Çünkü bina yapılmadan önce projeyi çizecek bir mukaddire, mühendise ihtiyacı vardır. Mühendis gerekli malzeme ve kaplayacağı sahanın hesabını yapar, projeyi çizer. Sonra resme döker, şekillendirir. Sonra binanın kaba inşaatını meydana getirecek ustalara ihtiyaç duyulur. Sonra binanın içini ve dışını süsleyip nakşedecek sanatkârlara sıra gelir.

Hâlbuki Allah'ın fiillerinde durum böyle değildir. Allah hem dakdir edip projeyi çizendir, hem var edendir, hem de nakşedip süsleyendir."

"Halik" ismi, ”Bârı" isminden önce zikredildi. Çünkü irade ve takdir, kudretin tecelli edip etki yapmasından evveldir. ”Bârı" ism-i şerifi de ”Müsavvir" ism-i şerifine takdim olundu. Çünkü zâtı var etmek, sıfatları var etmekten evveldir.
Daha yeni Daha eski